• iyiliğimiz ve kötülüğümüz esas itibarıyla ruhta, ancak bizzat ruhun kendisi tarafından uyandırılan içsel heyecanlara bağlıdır. bu bakımdan bunlar daima can ruhlarının bazı hareketlerine bağlı olan diğer tutkulardan farklıdırlar. ruhun bu heyecanları çoğu kez kendilerine benzeyen tutkularla birleşmiş olsalar da, yine çoğunlukla başka tutkularla birlikte meydana gelebilir, hatta kendilerine zıt olanlardan doğabilirler. örneğin, ölmüş karısı için ağlayan bir koca (kimi zaman olduğu gibi) onun yeniden dirildiğini görseydi üzülürdü; cenaze merasiminin ve konuşmaya alıştığı bir kişinin yokluğunun onda uyandırdığı kederden kalbi sıkışmış olabilir, yine hayalinde canlanan bir aşk ya da merhamet kalıntısı hakiki gözyaşları dökmesine sebep olabilir, ama yine de ruhunun en iç derinliklerinde gizli bir sevinç duyar. bunun yarattığı heyecan öyle güçlüdür ki, buna eşlik eden keder ve gözyaşları kuvvetinden hiçbir şey eksiltmez. yine bir kitapta tuhaf maceralar okurken ya da bunların bir tiyatro sahnesinden temsil edildiğini gördüğümüzde, bu bizde bazen keder bazen de sevinç, sevgi ya da nefret ve kendilerini hayal gücümüze sunan nesnelerin çeşitliliğine göre, genel olarak tüm diğer tutkuları uyandırır. ancak bununla birlikte bu tutkuların bizde uyandırdığını duymaktan haz alırız ve bu haz, kederden olabileceği gibi diğer tüm tutkulardan da doğabilecek zihinsel bir sevinçtir.
    ----------------------------------------------------------
    rené descartes

    "insan doğasında tutku nasıl ortaya çıkar?" sorusu başka bir yazının konusu olacağından, tutkunun nasıl beslendiği ve nasıl değişim geçirdiği konusunu ele alalım. burada dönüşüm kelimesini kullanmaktan kaçındım, çünkü tutku içerisindeki duygular değişse de bütünü oluşturan yapı aynı kalıyor. nefret, sevinç, üzüntü, mutluluk vs. hepsi tutku dâhilinde bir dolaşım içinde. duyguları birer tiyatro oyuncusu gibi düşünürsek, rolünün sırası gelen sahneye çıkıyor. tutkunun özünde yokluk olduğu kanaatindeyim ve bu yüzden beslenmek için yokluğa ihtiyaç duyuyor. yokluk durumunda ortaya çıkan tutku, elde ediş* ve sahip olma durumunda zayıflayıp yok oluyor. burada gözden kaçan husus, yaşanan yokluk sonucunda tutku duyulana doğan özlem ve hasret gibi duygulardan ve bu duyguların tatmin edilememesinden gelen hazdan ziyade, insanın tutkusu için dünyada neleri yok saydığıdır. bana kalırsa tutkunun dayanağı, arzulananın yokluğundan ziyade, onun için neleri yok saydığımızda gizlidir (bkz: yok saymak).

    yazıdaki örneği ele alacağım. ölen karısının yeniden dirilmesine üzülecek bir adamdan bahsediliyor. peki bu adam gerçekte neye üzülüyor? karısıyla mutlu bir hayatı paylaşmış olabilir, fakat karısının ölümünün ardından geride kalan anılar, yaşanmışlıklar artık birer ulaşılmaz olarak sahneye çıkıyor. artık adamın tutkusu, karısı olmadan geçen bir hayatın varlığında yeşeriyor ve geçmişin özlemi ve duyulan acı ne kadar büyükse tutku o kadar artıyor ve dünyanın gerçekliğinden o kadar uzaklaşıyor. bunu yaşayan adam aslında karısıyla yaşadığı hayatı ulaşılmaz olarak görmekle kalmayıp aynı zamanda içten içe birlikte yaşadıkları hayatı da yok sayma eğilimi sergiliyor. karısının ölümünü yüceltmek adına belki de farkında olmadan geçmişe yüz çeviriyor. bu durumda karısının dirilmesi, adamı aslında yok saydığı geçmişi ile tekrar birleştiriyor ve bu yüzden adam üzüntülü. bu adam, karısı ile geçen zamanını içten içe bir mutlulukla yad etseydi, anılarını ulaşılmaz olarak değil de sahip olduğu hazine olarak görseydi ki, ruhunda geçmişin varlığını devam ettirmiş olurdu ve de karısının dirilmesine gerçekten sevinirdi.

    benzer bir örnek olarak tutkuyla yer yer aynı çizginin üzerinde yürüme eğilimi gösteren aşkı düşünelim. aşkta süreklilik için vuslata erememe durumuna çokça değinilir. fakat vuslata erince değişen; âşık olana kavuşma, bir zamanlar ulaşılmaz olarak görünen hayata sahip olma ile sınırlı kalmıyor. âşık, hayatını aşkına adarken aslında dünyada ve hatta kimi zaman kendi dünyasında birçok şeyi yok sayıyor. gerçeklikten koparak bir kayboluş hâli yaşıyor. "gözü başkasını görmüyor." dedikleri durum. vuslata erememekten ziyade, bu kayboluş halinden haz alınıyor. vuslata ermek ise sadece insanın hiçe saydığı dünyaya dönmesini kolaylaştırıyor. âşık, aşkının yanında bir zamanlar görmeyi bıraktığı dünyayı tekrar görmeye başlıyor. aşkın yanında sıradan dünyayı bu sefer onunla görmek, her şeyi sıradanlaştırıyor. hâlbuki aşkının yanında olduğunda yüzü sadece aşkına dönse, geriye kalanlardan yüz çevirse, kayboluş halini yaşamaya devam edecek.

    aslında kısaca anlatmak istediğim şu ki, tutku ya da aşk, insan bu ikisinin uğrunda geride bıraktığı dünya ile tekrar yüzleştiğinde biter. yok sayılanların varlığa bürünmesi bozuyor tüm efsunu. kayboluşun yaşandığı güvenli topraklarda kalındığı sürece sürüklenir insan hazların devinimde. (:

    bana sorarsanız asıl mesele, bu duyguların değişimi döngüsünde ara ara benliği kaybederek haz almak değil de, kalbin ve aklın dönüşümünde yönelim gösterilen istikamette benliği bularak huzuru ve dünyaya dair sürekli dinginliği tatmak.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap