• sahnenin dışındakiler'de tanıştığımız burun.

    "kudret bey politikadan anlıyordu. fikirleri tahlil etmesine, menfaatleri sezmesine hiç diyecek yoktu. üstelik bunları çok tatlı bir dille, bir yığın karikatür ve mimikle süslemesini de biliyordu. bu muvaffakiyetin belli başlı sırrı şüphesiz burnunda idi.

    kudret bey'in burnundan şimdiye kadar bahsetmedim. bu, bir ihmal değil, belki hikaye sanatında bir burundan müstakil bir şahsiyet gibi bahsetmenin adet olmaması yüzünden düştüğümüz bir cesaretsizliktir. vakıa gogol'da müstakil denebilecek bir burun hikayesi vardır. fakat o burun sahibinden ayrılır. kudret bey'in burnu ise kendisinden hiç ayrılmamış, bütün huysuzluğuna rağmen, belki de dostumuzun irade zaafından faydalanarak, tıpkı hiç anlaşmadan aynı çatı altında yaşayan iki karı koca gibi, çekişe çekişe olsa bile daima beraber yaşamışlardır.

    kudret bey'in kaşlarının arasından bir küçük kabarıkla başlayan ve gittikçe artan bir hırs ve iştiha ve üstünlük iddiasıyla çehresini evvela iki ayrı kısma ayıran -mütevazı bir burun daima birleştirir- ve sonra da sanki bu ikiliğe dayanarak bu çehrede mutlak bir hüküm süren bu burun, dudakların üstünde küt, bütün hayata ve her nevi yaşama isteğine dargın bir veto gibi birdenbire biterdi. onun kudret bey'in dudakları üzerindeki asılışını görüp de dostumuza acımamak mümkün değildi. sanki "ben varken sizin konuşmanıza lüzum yoktur..." der gibiydi.

    bilmem söylemeye hacet var mı? kudret bey'in burnu, hayatında belli başlı bir trajedi unsuruydu. kudret bey, okuyucularımızın anladığı gibi idealist bir insandı; burnu ise inadına realist, hatta daha büyük bir ihtimalle "existentialiste" bir burundu. evet, bunu yanılmamızdan korkmayarak iddia edebiliriz ki bu burun "existentialiste" bir burundu. çünkü "existence", yani varlık başlangıcından beri mevcut olan bir şeydir. bu itibarla kudret bey'in jean paul sartre, jaspers, gabriel marcel gibi bu felsefe mektebinin muasır filozoflarından çok evvel doğmuş olması yahut heidegger ve kierkegaard gibi onlardan daha evvelkilerini tanımış olmaması, hatta adlarını işitmiş bile olmaması burnunun tam bir "existentialiste" olmasına bir mani teşkil etmez.

    kaldı ki bu burun, kendisi de hakikaten mevcuttu, yani vardı. kaç defa? bunu söylemek güçtür. bana kalırsa her an vardı. hiç olmazsa kudret bey'in bu fani hayata gözlerini açtığı andan itibaren vardı. hem de yüzünün dörtte üçünü kaplayacak şekilde, yani bir nevi şiddetle, irade ile, mütearrız bir şekilde vardı. ayrıca bahsettiğimiz felsefenin esasını yapan zıddiyetin mekanizması ile kudret bey'e bir nevi "autrui", yani gayr yahut öbürü imiş gibi düşman muamelesi yapardı.

    bununla da kalmazdı, varlığını bütün etrafına ihsas ederdi. bu belki de iyi bir psikolog olmadığı içindi. şurasını da söyleyeyim ki kudret bey'in burnu burada tamamiyle mazurdur. çünkü hepimizin bildiği gibi, iyi psikoloji, derin tahlil marcel proust'la başlar, çünkü psikoloji, varlık gibi kendiliğinden ve başlangıçtan mevcut bir şey değildir. o ancak muayyen kaynaklardan öğrenildikçe vardır. hikayemizin geçtiği zamanda ise, bu büyük muharririn o kadar hayran olduğumuz eseri henüz tamamlanmış değildi.

    kudret bey ve burnu olsa olsa stendhal ve dostoyevski gibi ikinci derecede psikologları ve sathi tahlil adamlarını tanımış olabilirlerdi.

    kudret bey'in burnu bir muhalefet partisi gibi ebedi bir memnuniyetsizlik havası içinde yaşardı. o, tenkitten hoşlanan bir burundu. beğenmemek, beğenmediğini göstermek, böylece ehemmiyet kazanmak isterdi. diğer taraftan hodbin ve istilacı idi. yukarıda yüzünün dörtte üçünü nasıl kapladığını söylemiştim. bununla da kalmamış, yaradılışından entrikacı olduğu için bir nevi mevzii anlaşmalarla bu çehrenin diğer uzuvlarını da peşinden sürüklemeye başlamıştı. kudret bey'in bazı anlarda insana o kadar kederle bakan o büyük gözleri, hatta hareketli ve gür kaşları hemen hemen onun emrindeydi.

    bununla beraber bir fil hortumu kadar zeki ve marifetli olan, bazı vaziyetlerde şaşılacak kadar intibak kabiliyeti gösteren, çehre ve mana değiştirmesini, icabında kendisini ve düşüncesini gizlemesini bilen bir burundu. onun kendisine mahsus dikkatleri, iştihaları, tecessüsleri, sezişleri, dargınlıkları, nefret ve sevgileri vardı. denebilir ki yetiştiği ve şaşırtıcı bir bereketle büyüdüğü dar coğrafya içinde hiç mahpus kalmaz, her fırsatta hayatın sonsuzluğuna doğru uzanırdı.

    bütün bunlar, asıl kudret bey'in o kadar mahrum olduğu meziyetlerdi ki, bazen dostumun herhangi bir meclise, mühimce bir davete, mukadderatının halledileceği bir topluluğa kendi yerine burnunu göndermemesine şaşardım.

    ah, kudret bey, sizin yerinize burnunuz görse, konuşsa, teklif etse hayatınız böyle mi olurdu hiç! belki etrafınıza sizi o kadar sevdiren birçok şirin hallerinizi kaybederdiniz, fakat neler, neler kazanırdınız!.. hiç olmazsa onun ihanetinden kurtulurdunuz. bu ihanet sizi kaç defa müşkül, tahammülü imkansız vaziyetlere soktu? kayınbiraderlerinizle olan davalarınızı, her şeyi kendisine bırakmadınız, ilk nasihatlerini dinlemediniz diye size darıldığı için kaybetmediniz mi? torino'dan dönüşünüzde, sizden o kadar genç olan muhlis bey'in verdiği tavsiye ile talat paşa'ya iş istemek için gittiğiniz zaman, bu nüfuzlu nazıra derdinizi anlatacağınız yerde burnunuzla kavga etmeseydiniz muhakkak o gün bir sefirlik elde ederdiniz. burada da kabahat sizindir. o size sadece mütevazı olmanızı, az konuşmanızı tavsiye etmişti. halbuki siz kalktınız, ona inat olsun diye muhalefetin hukukunu müdafaa ettiniz, ancak sokakta bir miting esnasında verilecek nutuklara giriştiniz! bakınız kudret bey, son istanbul meclis-i mebusanı'ndaki hayatınız için bunu söyleyemem. burada kabahat bir bakıma göre tamamiyle burnunuzundur. onu iyiden iyiye darıltmıştınız. onun için o kadar kibirli, etrafa aldırmaz bir tavır takındı. hemen hemen herkesi ve her şeyi tenkit etti. sizi sevimsiz bir insan yaptı. halbuki siz ağzınızı bile açmamıştınız. o kadar ki dışardan hayatınızı göz önünde tutanlar sizi birdenbire dilinizi yutmuş sandılar. ne çıkar! burnunuz sizin yerinize konuşuyordu. o kadar çok konuşuyordu ki siz ağzınızı açmadığınız halde etrafınız sizi adeta bir geveze, bir laf ebesi, her şeye itiraz eden bir adam addetmeye başlamıştı.

    buna mukabil hususi hayatınızda burnunuz sizi daima korumak istedi. ilk evlenmenize tek itiraz eden oydu. her gün "yapma kudretçiğim, vazgeç bu işten! ben varken seni hiçbir kadın beğenmez!" diye tekrarladı. fakat siz dinlemediniz! sakine hanım'la evlenmek hülyasına düştüğünüz zaman, yine burnunuz sizi bu sevdadan vazgeçmeye davet etti. "olmaz!.. olmaz!.. seni beğenmez." dedi. fakat siz bu izdivacın hayatınıza getireceği rahatlığı düşünüyordunuz; onun için kulak asmadınız! nihayet işte gördünüz. siz onunla evlenmek isterken o size belki de alay etmek ve haddinizi bildirmek için bu hollandalı kadını teklif etti.

    burada da burnunuz hakikati sizden çok evvel keşfetti. aksi taktirde, sabahleyin onu bu ziyarete razı etmek için o kadar sıkıntı çekmez, o kadar yalvarmazdınız. gelirken her aynanın önünde duruşunuzun sebebi biraz da bu değil miydi? acaba ne yapıyor? ne haldedir? yine itiraz mı ediyor? bana verdiği sözü tutacak mı? yoksa beni yine herkesin karşısında maskara mı edecek? diye merak ettiğiniz için o aynalara bakmıyor muydunuz?

    bütün bunlar başınıza niçin geldi, biliyorsunuz değil mi? çünkü burnunuza layık olduğu hürmeti ve itibarı göstermediniz. onu beğenmediniz, gereği gibi benimsemediniz. bir insan her şeyden evvel burnuyla anlaşmalıdır. öbür işler çok sonraya kalır. burun dışarı hayatın anahtarıdır. dargın bir burun şahsiyeti dağıtır, yok eder. halbuki siz burnunuzu kaba, çirkin, kibirli, kıskanç, dedikoducu ve fazla rahatsız edici buldunuz! kaç defa yolda yürürken onu düşürmeğe, hatta yanlışlıkla bir yerde unutmağa çalıştınız.

    sizinki kadar zeki, görmüş geçirmiş, üstelik vesveseli bir burun bunu elbette fark eder. elbette kendisini bu kadar istemeyen, estetik zevklerine uygun bulmayan, hor ve hakir gören, işlerden uzak tutmağa çalışan sahibine düşman olur. hiç insan burnunu işlerinden uzak tutabilir mi? yemek için kepçe ne ise, iş için de burun odur. hatta becerikli bir burun kendi işlerini alelacele gördükten sonra yedi mahalle ötesine yardıma bile gider. bir burnu işe karışmaktan alıkoymağa çalışmak, tabiat kanunlarına isyandan başka nedir? veyl o fanilere ki, burunlarını sadece bir süs addederler! işte siz bunu yaptınız kudret bey! onun için burnunuz hayatınızı alt üst etti, bazen size en münasebetsiz nasihatler verdi, bazen aldattı, bazen açıkça insanları düşman etti, hülasa işlerinizi bozdu.

    bununla beraber kudret bey'in bazen burnu ile tam bir uyuşma ve anlaşma içinde yaşadığı olurdu. bugün işte bu nadir günlerden biriydi. onun için bu zeki burun hepimizin kalbini fethetti. bize çok küçük, çok ölçülü kımıldanışlar, yer değiştirmelerle, her türlü çehre farkının üstünden sahiplerine benzeyen bir yığın karikatürler çizdi, mimikler ve taklitler yaptı.

    o gün bir defa daha anladım ki, aktörlük sanatı evvela burunla başlar. büyük komedyenlere bakın, daima burun hususiyeti görürsünüz. kudret bey'in o günkü muvaffakiyeti ve mesul olmadığı suçlarını sakine hanım'a affettirmesi, hiç istemeden genç ecnebi kadınını kendisine o kadar bağlaması hep bu zeki burnun marifetleriyle, uysallığıyla oldu.

    filhakika o günden sonra bettina, küçük grubumuzdan hemen hemen hiç ayrılmadı. hele kudret bey'i bir gölge gibi takip etti. onu bahtsız, biçare anlarında teselli etti. fakat bunlar daha ileride okuyucularımızın kendi gözleriyle görecekleri şeylerdir.

    evet, o günkü sohbetimizin bütün lezzetini kudret bey'in burnunun bu uysallığına borçluyuz. bununla beraber çok izzetinefis sahibi olduğu için oyuna tam girmiyordu. ne olsa, kudret bey'e yapılan muamele kendisine de yapılmış demekti. onun için kendisinden istenen iş biter bitmez aradan çekiliyor, kudret bey'in alnı ile dudakları arasındaki tahtından etrafa, çok müstağni, her şeyden uzak bakışlarla bakıyor, sakine hanım'ı ve hazzından kendinden geçen muhibbesini kibirli kibirli seyrediyordu.

    bu hal, bizi çıldırtıyor ve kahkahalarımızı arttırıyordu.

    nihayet kudret bey, bugün için bu kadar yorgunluğu kafi görmüş olacak ki, izin alarak evden çıktık. kudret bey, kapının önünde monoklunu düzelttikten sonra saatlerce hapsedilmiş bir hiddetin birdenbire kanadığı bir sesle:
    -nasıl? diye sordu. nasıl, beğendin mi? tam inci idi, değil mi? ah, melun, melun, melun cadı... böylece dostumuz o kadar sevdiği sakine hanım için, tam yedi sene evvel sabiha'nın dirseklerini yatağıma dayayarak verdiği hükmü veriyordu.
    -melun, melun cadı... ama ben sebebini biliyorum. hem çok iyi biliyorum. zaten kabahat bende...

    sözünü yine birdenbire kesti ve hızlı hızlı yürümeğe başladı. fakat birkaç adım ötedeki yol fenerinin önünde beni durdurdu ve o ışıkta gözlerimin içine bakarak:
    -anladın değil mi? bu işleri hep benden intikam almak için yaptığını elbette anladın... hem de ne müthiş ve zalim intikam... düpedüz alay. fakat benim burnum hiçbir şey sektirmez. derhal kokuyu aldım.

    hafifçe burnunu okşadı."
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap