41 entry daha
  • bok kokan saray. şaka değil. bildiğin bok kokuyor. çünkü 2300 oda yaptıkları sarayın orijinal planında tuvalet yok. adamlar her nedense bunu bir ihtiyaç olarak görmemişler. o yüzden üstünden iki asır geçmesine rağmen hala bok kokuyor. resmen taşa sinmiş o koku. sadece sarayda çalışan insan sayısını günlük def-i hacet ihtiyacıyla çarpınca bile dehşete düşüyorsunuz. bakın mevzuyu batılının bizden medeniyetsiz olmasına, götünü yıkamamasına filan getirmiyorum. vals dediğin boka basmamak için icat edilmiş bir dans gevrekliği de yapmıyorum. sarayı isterlerse komple altın ve yakuttan inşa etmiş olsunlar. döneminden yirmi asır önce romalının icat ettiğini akıl edememiş işte denyo fransızlar.

    tuvalet yoktu derken yanlış anlaşılmasın. bir kanalizasyon ve drenaj sistemi yoktu sarayın. tuvaletten kasıt sıçılacak delikse altında kova bulunan tahta oturaklar elbette vardı. zten bütün plan da bu saçma icada yönelik yapılmıştı. yeterli sayıda hizmetli ve sıçma koltuğu olursa kanalizasyon sistemine gerek kalmaz diye düşünmüşler. yüzden koca marie antoinette'nin şöyle bile şöyle bir tuvaleti vardı. o da o da 1768'e kadar yoktu. gelen misafirler için çömlek taşıyan hizmetçiler vardı. olmayan da sağa sola sıçıyordu. şaka değil. sıkışan herkes gerçekten sarayın rastgele bir yerine milletin ortasında dozur dozur sıçıyordu. bu konuda bir çok rapor mevcut. en çok merdivenlere ve koridorlara sıçılmış. hizmetliler her çömleğe yetişemiyor, bazen işlerini savsaklıyor, bazen döküm için belirlenmiş alana değil de iç avlulardan birine rastgele döktükleri için sarayın her tarafı bok ve sidik kokuyordu. soylulara tahsis edilen odaların bazıları önceki misafirden kalan bok kokusu gitmediği için değiştiriliyordu.

    koku öyle bir hal almıştı ki kralın geçeceği koridorlar özellikle temizleniyordu. bu sorunu çözmek için bir çok proje teklif edildi. bazıları kısıtlı şekilde uygulandı fakat başarılı olamadı çünkü sarayın buna uygun bir altyapısı yoktu. zemine yakın katlarda boruyla kilerin altına kazılan çukurlara gönderilen bir tuvalet yapılmış fakat o durumu daha beter duruma getirmiş. zaten faresiydi böceğiydi derken haşereden geçilmeyen kilere bok eklenince oraya gıda istiflemek imkansız hale gelmiş.

    bir çok kaynağı araştırdım ve kendimce mantıklı açıklamalar üretmeye çalıştım ama beceremedim. çevrede su var. hatta o kadar bol keseden var ki saray fıskiye sistemleriyle meşhur. şurada görebileceğiniz üzere hayvan gibi mühendislik ve emek isteyen bir sürü çeşme ve fıskiye var. dikkatinizi çekerim, elektrik hidrofor vs. hiç bir şey yokken şöyle bir sistem geliştirmiş adamlar. nehir yatağından su kemerine oradan saraya su taşımışlar. öyle ki yakın zamana kadar çeşme ve fıskiyelerin bir çoğu hala bu altyapı ile çalışıyordu. bunu yapabilen adamların kanalizasyon kazıp boku püsürü uzağa aktarmamış olmaları çok saçma.

    neredeyse 4000 sene önce antik mısır'da olan basit bir teknolojiden bahsediyoruz. bugün bizim sınırlarımız dahilinde hala kalıntıları duran efes antik kentinde roma'dan kalma şöyle umumi tuvaletler var. eminim roma öncesinde yunanlılar da benzer bir sistem kullanmışlardır zira girit adasında var olmuş olan minos/girit uygarlığında dahi şöyle gelişmiş bir tuvalet sistemi vardı. her ikisinin de altında bir kanal sistemi vardı. yahu batının bize barbar dedikleri vakitlerde bizim saraylarımızda mis gibi tuvaletlerimiz vardı. gördüğünüz musluklar hem ibrik doldurmaya hem girit örneğinde gördüğünüz gibi deliğe bıraktığınız boku püsürü drenaja akıtmaya yarıyordu.

    demek ki sorun mühendislik ve teknik imkansızlıklar değildi. sorun hijyenin o dönem fransızların hayatında pek önemli olmamasıydı. parfümü bu yüzden icat etmişler geyiği yapmayacağım fakat dönem gerçekten rezalet. sahne gösterilerinde yine benzer bir sistemle sandalyenin altına kova konuluyor. millet gösteri sırasında kovaya bırakıyor. kokudan bi nebze kurtulmak için burunlarının altına portakal dilimi koyuyorlardı. önceleri limon konuyormuş fakat onun asidik yapısı deriyi tahriş ettiği için portakala geçiş yapılmış. uzun yolculuklarda kullanılan at arabalarında millet oturduğu yerdeki koltuğu klozet kapağı gibi kaldırıyor ve sıçıyordu. bu herkes tarafından normal kabul ediliyordu. aynı arabada çoluk çocuk efendime söyleyeyim madamlar matmazeller var demeden bırakıyorlarmış. kadınların da farkı yok tabi. hadi bahçeyi ve avluyu bi nebze anlıyorum da yemek salonunda perdenin arkasına gidip pencerenin dibine sıçmak veya resimlere bakıp şarap içerken işemek nedir? gerçekten aklımın alamayacağı kadar saçma bir dönem yaşamışlar ve kimse de çıkıp ne yapıyoruz biz amk dememiş.

    --- ekleme ---

    yeni detaylar öğrendikçe dehşete düşüyorum. ayrıca insanlardan çok sayıda soru geliyor. sadece saray hakkında değil dönemin hijyen anlayışına dair de sorular geliyor. ingilizce bilenler şu belgeseli izleyerek fikir edinebilirler. geri kalanlar da buyursunlar biraz daha iğrenelim.

    - nasıl yıkanıyorlardı?

    öncelikle dönemin hijyen anlayışını ve çeşitli inanışları inceleyelim. ilk sorun bu dönemde fransızların suyla ilgili enteresan korkuları olması. sıcak suyun cilt gözeneklerini açtığını biliyorlarmış. asıl korkuları açık gözeneklerden içeri hastalık girmesiymiş. bazı insanlar hayvanların da hiç yıkanmadığını, kedilerin kendilerini ve yavrularını yalayarak temizlediğini, dolayısı ile doğal olanın yıkanmamak olduğunu iddia ediyorlarmış. ayrıca dönemin suları günümüzde olduğu gibi çeşitli filtrelerden ve klorlanma gibi işlemlerden geçmiyordu. doğal olarak durgun suyun pis olduğuna, akan suyun temiz olduğuna inanıyorlarmış. o yüzden bahar ve yaz aylarında nehirlerde yıkanılıyormuş. tabi bu da yılın dokuz ayı yıkanmayan insanların derdine derman değil. senenin yarısı yıkanmayan insanın kalanında buna yelteneceğini düşünmek de saçma tabi.

    günümüzde bir günde bir kez yıkanmanın dahi yeterli bulunmadığı ülkeler var. yalnız şöyle bir düşününce bu hareketin son yüzyıl hatta son yarım asırda ortaya çıktığını anlamak zor olmasa gerek. eskiden her evde tesisat, sıcak su ve atık sistemleri yoktu. tabi bu fransızların pisliklerini örtmek için sebep değil. temizliğin yaygın olduğu medeniyetlerde halk hamamları veya benzeri çözümler var.

    ikincil bir yıkanmama sebebi pahalılık. saraya su taşıyan sistem sadece mutfak ve çamaşırhane için kullanıldığından her yere uzanmıyor. ortalama bir küvetin 70 litre su aldığını, durulanma vs için 30 litre daha kullanıldığını, bu suyun en yakın su kaynağından alınması, taşınması ve kaynatılması gerektiğini düşünün. daha sonra bu suyu dolduracak ortalama bir küvetin servete mal olduğunu hesaplayın. o dönem iki çeşit küvet var. birisi demir diğeri mermerden. mermer olan sarayda sadece krala ait çünkü yekpare mermerden oyularak yapılmış. kral da onu yıkanmak için değil rahatlayıp metresiyle keyif yapmak için kullanıyormuş. demirden yapılan küvetler ise pas tutuyormuş. bugünün teknolojisiyle çok kolay halledilen galvaniz işlemi o dönem zor bir süreçmiş. o yüzden küvetin içine saten kumaş seriliyormuş. tahmin edersiniz ki bu işlem için yine bolca hizmetli, emek, para ve banyodan hasta olma fobisinin üstünden gelmek gerekiyor.

    - peki yılda bir nehire girmek dışında ne yapıyorlardı?

    sabahları eli yüzü temiz suyla yıkamak, koltuk altları ve apış arasını nemli bezle silmek günlük hijyenin %90'lık kısmını oluşturuyor. cebi dolgun asiller ise bir nevi kuru temizleme işlemi yapıyorlarmış. bir tür asidik losyonu süngere sürerek gerekli bölgeleri siliyorlarmış. alkol ile silinmekte pek yaygınmış. bunun üzerine saçları pudralamak, parfüm sürmek ve günde üç kere gömlek değiştirmek kendilerini temiz hissettiriyormuş.

    bu konuyu başka bir başlık altına almak lazım. hijyen kendi başına bir entry hak ediyor. o yüzden tekrar işeme sıçma konusuna geri dönelim.

    - sıçma işeme işinin bir kuralı yok muydu?

    sarayda sabit 4000 kişi, üzerine her gün gelip giden yüzlerce insan olunca haliyle ilk günden itibaren tuvalet işi sıkıntı olmuş. öncelikle erkekler için işeme duvarı yapmışlar. yalnız bu duvar sarayın arka tarafında tek bir bölgede olduğu için herkesin sarayın bir ucundan çıkıp oraya yetişmesi mümkün olmuyormuş. ayrıca kadın nüfusu da az değil. kap kacağa işeme sıçma işi ise temizlik görevlileri tarafından camdan aşağı dökmekten ibaret olduğu için ne içerideki ne dışarıdaki koku/pislik önlenememiş. sonrasında bu camdan bok dökme işi yasaklanmış.

    kurallar tabi ki krala işlemiyor. kral danışmanlarını dinlerken veya tebasına hitap ederken dahi tuvaletli sandalyesine patır patır sıçabiliyormuş. kadınlar da genelde kabarık eteklerin faydasını görmüşler. elbisenin içine don giymiyorlarmış. tabure şeklinde olana oturdukları vakit hiç bir şey görünmeden rahat rahat sıçabiliyorlarmış. sidik için bugün sosluk olarak kullandığımız kulplu kaplara benzer bir edevat var. duvara dönüp bu zımbırtıyı etek altından dayayarak işiyorlarmış. tahmin edebileceğiniz üzere bunu yine herkesin ortasında yapıyorlarmış. hatta 14. louis bir keresinde uzun uzun işeyen bir kadına alkış tutmuş. yani olayın bütün etiği bu kadar. kimse birbirine höst ulan ne yapıyorsun demiyormuş. sağa sola işeme konusundaki rahatlığı şöyle düşünün. bu sarayın en muhteşem yerlerinden birisi şapeli. prens kafası kıyakken bir kaç kez buranın balkonundan aşağı işemiş. birisi de bunu raporlamış. öyle bir rahatlık söz konusu. o yüzden her yere mi işeyip sıçıyorlarmış abartma diye yazmaktan vazgeçin.

    - kılık kıyafet nasıl temizleniyordu?

    erkekler için neredeyse standart olan bir gömlek çeşidi var. bu keten gömlek dize kadar uzanıyor. pantolonun içine sokuluyor ve öyle geziyorsunuz. sıçmak için pantolonların göt kısmında bir sistem var. düğmeleri salınca göt ortaya çıkıyor, sonra gömleği hafif yukarı çekip sıçıyorlar. yanında göt silmek için kumaş parçası olmayanlar bazen gömleğe silip içeri geri sokuyormuş. günde üç kere elbise değiştirince pek sorun olmuyormuş. nasıl olsa alt katlarda gece gündüz çamaşır yıkayan hizmetliler var. erkeklerin genel elbiseleri kolayca yıkanıyormuş. mesele özel kıyafetlerde. kadınların ise bütün kıyafetleri problem. saten, kadife, ipek vb. kumaşlardan mamül elbiselerin her tarafı işlemeler ve taşlarla süslü oluyor. haliyle bunu kuru temizleme yapmadan temizlemek imkansız. genelde silebildikleri kadar silip tekrar giyiyorlarmış fakat üç beş kere giydikten sonra koku dayanılmaz hale geliyormuş.

    - bu kadar pislikle nasıl yaşamışlar?

    aslında yaşayamamışlar desek daha doğru. haşereler, salgın hastalıklar, suya karışan pisliğin yarattığı hastalıklar derken ebelerinin amını tersten görmüşler afedersin. bir sürü insan ölmüş buna rağmen uzun süre böyle devam etmiş. hem çevredeki bok yığınlarından hem de bahçedeki çeşme ve fıskiyelerin durağan suyundan bazen pencere açamıyorlarmış. kraliçenin bu konuda şikayet ettiğine dair kayıtlar mevcut.

    gelelim en kötü konu olan koku meselesine.

    konuyla ilişkin yeni bir makale daha okudum az evvel. koku konusu sadece bok ve sidik ile kısıtlı değilmiş. öncelikle ter ve kirli bedenlerden yayılan koku var. daha sonra bu kokuyu bastırmak için sürülen türlü parfümün yarattığı mide bulandırıcı karışımı. yetmezmiş gibi bir de sarayda kokuyu alsın diye yakılan tütsüler ekleniyor. yanlış tasarlanmış bacalar yüzünden sarayı duman basıyor bu da aromaya final dokunuşu yapıyormuş. aynı dönemde kokulu fular ve mendiller de çok yaygınmış. sonracığıma yukarıda bahsettiğim özel gecelerde giyilmek üzere satın alınan elbiseler de o dönem kuru temizleme olmadığı için anca 2-3 defa giyilebiliyormuş. şöyle tahayyül edin; bir yıldır götüne su değmemiş insan bir de bu cici bicileri giyerek sabaha kadar kan ter içinde vals ediyor. sonra bu kıyafeti sadece havalandırarak dolaba kaldırıyorlar. haliyle ikinciye bile giyerken eşek ölüsü gibi kokuyor.

    diş bakımı ve sağlığının sıfır öneme sahip olduğu bu dönemdeki ağız kokusunu da unutmayalım. hiç bir şeyden rahatsız olmayan louis ağız kokusundan şikayetçi olup çürük dişlerini çektirirken denyo dişçi komple damağı alınca adam hayatının kalanında katı yemek yiyemez hale gelmiş. üstüne üstlük ağız kokusu daha çok artmış. hayatının yarısını bu halde geçirmiş. asiller genelde çeşitli ağız gargarası kullanıyorlarmış.

    saçların durumu da malum. duş almaya üşenen adamların saçlarını yıkayacağını düşünmüyorsunuz herhalde. saça komple pudra sürülüyormuş. saçtaki yağı kuruttuğunu, kaşıntıyı önlediği ve güzel koktuğu düşünülüyormuş. hangisi olduğunu hatırlamadığım ingiliz prenseslerinden birisi gelin olarak saraya geliyor. kadın sabahları göle gidip yıkandığı, daha da kötüsü saçlarını yıkadığı için deli diyorlarmış. kafasını üşüteceğini, saçlarının su yüzünden döküleceğini düşünüyorlarmış.

    --- ekleme ---
20 entry daha
hesabın var mı? giriş yap