4 entry daha
  • cal newport, benim 2016’dan beri takip ettiğim ve dilimize çevrilmesini dört gözle beklediğim, çok sevdiğim bir yazar. nedenine gelecek olursak, hayatımdaki en büyük yol ayrımını, kendisinin ve onunkilere benzeyen yazıları keşfedince yaşadım. bana bu zorlu yolda çok emeği geçmiştir uzun lafın kısası.

    neydi bu yol ayrımı? hayatımın dizginlerini tekrar ele almak; en azından büyük bir kısmını ve her şeyden önemlisi temiz bir başlangıç yapmak. yıllar yılı yıpranmış ve odaklanmaktan uzak beynimi, yavaş ve meşakkatli bir yapılanma sürecine sokup sırasıyla bunun meyvelerini topladım. halen daha üzerinden çalışıp, daha odaklanmış ve daha berrak bir zihne sahip olma çalışmaları yapıyorum. pürdikkat da tam zamanında imdadıma yetişti.

    yazıyı çok dağıtmadan, newport’un türkçe olarak okuduğum bu ilk kitabına dönelim: “odaklanma becersini nasıl yitirdik, nasıl geri kazanabiliriz?”. kapaktaki bu cümle aslında bizleri nelerin beklediğini gösterip okuma isteğimizi daha da perçinliyor. tek seferde olmasa da iki ya da üç oturumda bitebilecek şekilde akıcı ve özenle yazılmış bir kitap, pürdikkat.

    kitap iki ana kısım ve yedi ara bölümden oluşuyor. ilk kısım pürdikkat çalışmanın ne olduğu ve ne işe yaradığı gibi kavramlara odaklanırken, ikinci kısım bu alışkanlığı kazanmak için yapmamız gereken pratiklerden, rutinlerden bahsediyor.

    kitaba, carl jung ve onun kendine, daha doğrusu odaklanması gereken zihnine ayırdığı herkesten uzak eviyle giriş yapıyoruz. akış haline ulaşmak ve çalışmalarını tamamlamak için düzenli olarak buraya gelen jung’un hikayesi, bize kurgu dışı değil de sanki sürükleyici bir romanın içindeymişiz hissi veriyor. derinlemesine çalışmanın zor bir şey olduğu ve aslında bu yüzden de az kişi tarafından layıkıyla uygulanabilen bir teknik, bir yaşam şekli olduğuna değiniyor newport. bu yöntemin modern zamanlarda -özellikle de toplumun büyük kısmının dörtgen ekranlardan kafasını kaldıramadığı şu zamanlarda- çok değerli ve fark yaratıcı bir yöntem olduğunu vurgulayıp, bunu hikayeleriyle destekliyor.

    newport, bu tekniğe “soyu tükenen” bir teknik diyor. çünkü günümüzdeki medya ve iletişim çılgınlığında, bırakın bir saat odaklanmayı on dakika boyunca basit bir sırada beklemeye dahi tahammülümüz yok. cebimizdeki telefonlar sağolsun (!) hemen imdadımıza koşuyorlar. son yapılan bilimsel bir çalışmada kokain ve sosyal medyada takılmanın, beynin aynı bölgesini uyarıyor olduğu ortaya çıkmış. beynimiz için kokain, facebook ya da video oyunun bir farkı yok. ona lazım olan dopamin. sıkıldığımızda hemen elimize telefonu alıyor oluşumuz bile aslında dopamin için. nedir peki bu dopamin? kendisi basit bir tanımla hayattan zevk almamızı sağlayan önemli bir hormon. yani aslında o kadar zararlı değil. ama bağımlılıklar ile toleransı düşüyor ve hep daha fazlasını arıyoruz. misal küçükken çok basit bir kar yağışıyla bile mutlu olurken şimdilerde son model bilgisayar ya da daha kötüsü telefonlara sahip olmak için yanıp tutuşuyoruz.

    üstte de bahsettiğim üzere beynin hiçbiriyle işi yok. o bizim kadar alengirli bakmıyor olaya, dopamini ver bu iş huzur içinde çözülsün kafasında. vermediğimizde o çok korktuğumuz can sıkıntısı ve bıkkınlık hisleri başlıyor. bir süre sonra yoksunluk da başlayınca daha fazla sarılıyoruz, kaçmak istediklerimize. tüm bunların sonucunda da odaklanamayacak, odaklansa dahi dakikalar hatta saniyeler ile sınırlı kalacak bireyler yetişiyor. toplumdaki en büyük yanılgı da aslında şu: “ben istediğim zaman odaklanırım, ben istediğim zaman çalışırım.” o yanılgının bile sebebi esiri olduğun o dopamin. neyse bu başka bir yazımızın konusu olsun diyip kapatalım. sadece konuyla alakalı görünce değinmek istedim.

    kitabın ya da daha doğrusu her kitabın bize verebileceği, bizim almak istediğimiz ve bu uğurda hazır olduğumuz kadardır. bundan önce alışkanlıkların gücü (charles duhigg) ve mindset (carol s. dweck) gibi şaheseleri okumuş olmam beni, daha seçici olmaya itmiş olsa da pürdikkat boşta kalan bir çok noktayı doldurdu. kitaplığımda da kendisi bu iki başucu kitabımın yanına koydurttu.

    biraz da kitabın uygulama yani ikinci kısımdaki teknikler, metodlar bölümüne değineyim. newport’un bize kazandırmak istediği bu alışkanlıklar, aslında hepimizin bildiği fakat uygulamaktan ısrarla kaçındığı şeyler. mesela nedir bunlar; derinleş, can sıkıntısıdan kaçma, sosyal medyada zamanı çar çur etme ve sığ yani güvendiğin ama aslında seni içine çeken sulara dikkat et. özellikle ilk iki teknik ile ilgili benim için çok vurucu oldu.

    derinleşin bölümü, ilk bakışta meditasyonla ilgili ya da tasavvufi bir olgu gibi gelse de newport’a göre hemen herkesin yapmak zorunda olduğu bir eylem. -en azından kendini geliştirmek isteyenlerin. evet, hemen her ciddi ilişki ve konunun yüzeysel geçildiği bir tüket-satın al çağında bu çok zor belki. yine de şöyle düşünün: kolay olsa herkes yapmaz mıydı? zorlanmadan, çile çekmeden bu hayatta ne başarılıyor sevgili dostlar? çeşitli plan ve programlarla, zamanımızı akıllıca yönetip hem kendimize hem de derinleşmemize zaman ayırabiliriz. bu çok zor değil. sadece ilk adımı atmak önemli bazen. ve bana kalırsa düzgün bölünürse 24 saat asla kısa bir süre değil. planlanmış ve hakkıyla geçirilmiş bir gün yeri gelir bir haftadan daha verimli, daha faydalı geçer.

    diğer beğendiğim ve üzerine epey düşündüğüm bölüm: can sıkıntısından kaçma! popüler kültür ve sürekli iletişimde kalma tutkumuz öyle bir algı yarattı ki; can sıkıntısı sanki şeytani bir şeymiş gibi lanse edilmeye başlandı. halbuki en insani, en doğal olandır canımızın sıkılması; sonrasında içimize, yüzleşmemiz gerekenlere yaptığımız cesur bir seyahat. bir milyon yıl önceki şempanzeleriz. fazlası değil. fazla böbürlenmeye ve her şeyi kendimize hak görmeye hiç gerek yok. dinozorlar da öyleydi mesela, şimdi neredeler? kendi yarattığımız teknolojilere, ünlü ettiğimiz sözde rol model ya da diğer bir adıyla yıldızlara o kadar kapıldık ki; kendimize ve bizi gerçekten sevenlere zaman ayırmayı unuttuk. yirmili yaşlarındaki yöneticiler tarafından yönetilen bir çok uygulamanın deyim yerindeyse kölesi olduk. o uygulamalar ya da onların verdiği hisler olmadan bırakın bir günü, belki bir saat bile geçiremeyecek hale geldik. yalnız kalmaktan, iletişimde olmamaktan dünyanın sonuymuş gibi korkar hale geldik. bundan kurtulmanın ya da normale dönmenin de tek yolu: biraz olsun tüm bunlardan uzak kalıp gerçek hayatın ne olduğunu, onun güzelliklerini biraz olsun hatırlayabilmek. bir saatlik zorlu bir doğa yürüyüşü ya da ağır bir iş inanın bana beyin için bir saatlik video oyun seansından daha faydalıdır. en azından dikkatimiz tek bir yönde toplanmış olur. demek istediğim kesinlikle şu değil: oyunları falan bırakalım, üstün alman disiplinli olalım. oyunlar insanın doğasında olan şeyler. kaldı ki faydalarının olduğunu bir çok bilimsel araştırma da söylüyor. ama her şeyin yeri ve zamanında yapılması gerektiği gerçeği, başarılı ve huzurlu bir hayat için olmazsa olmaz. yani canımız sıkılıyorsa bazen en iyi şey olduğu gibi bırakmak. hemen sonsuz bir sosyal medya ruletine ya da bombardımanına hiç gerek yok.

    son sözleri söyleyip toparlamadan önce kitabın sonlarından değinmek istediğim birkaç güzel pasaj var. cal newport da bu kısımlarda ingiliz yazar arnold bennett’in ‘gün nasıl 24 saat yaşanır?’ kitabına atıflarda bulunmuş. özellikle masa başı ya da zihin gücüyle çalışılan işler için harika tespitleri var bennett’in. insanların çalıştıkları 8 saate, izinli oldukları 16 saatten daha çok odaklanıp işi işte bırakmayıp izin saatlerine taşıdıklarını anlatıyor. bir asır geçmesine rağmen değişen pek de bir şey yok. halbuki 8 saat bittiği gibi, “tamam benden paso” diyip boş zamanımız için güzel ve faydalı planlar yapsak, beyaz yakalı ya da memur tasmalarımızı hiç değilse 16 saatliğine çıkarıp atabilsek belki de her şey çok daha güzel olacak. hayatta yapabileceğimiz en güzel yatırım da kendi zihnimize yapacağımız yatırım değil midir? bennett usta ne demiş mesela, “boş zamanlarında klasikleri ve şiir okumamış bir büro çalışanı, kendi daha basit bir şekilde nasıl geliştirebilir? onun diğer canlılardan ne farkı vardır?” ufaktan ufaktan kendimize ve gelişimimize zaman ayırmaya başlasak belki bir gün, o iş dışında dahi takılı kaldığımız prangalara bile ihtiyacımız kalmaz. öğrenmenin de değişmenin de sonu yoktur, unutmayın.

    velhasıl kelam ben bu kitabı çok beğendim arkadaş. bir çok yönden ufkumu açtı. bazı hatalarımı ve eksikliklerimi, tekrar gözden geçirmeme fırsat verdi. bu yazı da kuru inceleme olarak başlayıp hafiften bir deneme halini aldı. eski usul deneyip kurşun kalemle müsveddeye yazdım, alışık olmayınca elleri epey yordu ama olsun. bir dahaki incelemeyi ya da denemeyi artık adı herneyse önyargılarımı kırıp bilgisayarda yazmaya çalışacağım. bilgiyle ve kitapla kalın.

    bu ve benzeri diğer eski karalamalarım için blogum. her ne kadar artık demode kalsa da severek kullanıyorum.
15 entry daha
hesabın var mı? giriş yap