2 entry daha
  • biraz uzun bir alıntı...

    "...
    i

    gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
    gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
    büyük bahçelerin küçük içinde
    saksılardan birinde
    gördüm de
    uyurken uyandırılmış gibi
    beni bir sardunya büyüttü belki.

    o ben ki
    bir kadında bir çocuk hayaleti mi
    bir çocukta bir kadın hayaleti mi
    yalnızca bir hayalet mi yoksa.

    ne peki
    yere dökülen bir un sessizliği mi
    göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
    işini bitirmiş bir org tamircisinin
    tuşlardan birine dokunacakkenki
    dikkati ve tedirginliği mi.

    bekler mi beni
    her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
    bir sürü yaz gününün içinde
    acaba bekler mi beni
    uykularım, o sonsuz uykularım
    yanmış bir limonluktaki
    - ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
    sesini hiç eksiltmeyen -
    ama bilmez miyim ben
    bilmez miyim hiç
    böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
    kısacık bir zaman olmalıydı elimde
    turfanda meyva gibi bir zaman
    yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
    geçerek erguvanların dönemecinden
    leylakların dörtyol ağzından
    yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
    acının dudaklarına ve geçmişin
    bir yaban gülü yaprağı gibi beni
    ama ne gezer.

    korkmuyorum artık solmaktan
    solmaktan ve solgunluktan
    gelmişim nerelerden böyle
    kurumuş bir dere yatağı gibi
    ya da pek kurumamış da
    baygın, hasta ya da cançekişen
    çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
    ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
    yorgun düşerek taşımaktan
    ve ne çıkar ayırmasam kendimi
    suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.

    koylardan
    kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
    eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
    ayırmasam kendimi
    diyorum ayırmasam
    köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
    içindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
    cepleri yüreği cepleri
    ayırmasam da ben
    kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
    sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
    oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
    bu kımıltısız gövde
    görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
    görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
    ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
    o müşiş öğle sıcağında
    pencerenin önünde örgü ören birinin
    - örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
    görülmediği gibi
    ama var mıydı sanki görülmek isteyen
    var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.

    ii

    ve her şey hızla yetişti sonra
    sarı bir günün kahverengi yarınına.

    yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
    gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
    ağaç da çürümüş zaten
    kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
    ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
    çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
    -gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
    yoklamışlar orasından burasından
    kim bilir.

    ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
    önemsiz bir iki anıdanbaşka
    ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
    sorarım ne bulmuşlar
    çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
    anılar.

    oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
    kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
    buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
    bir şeyler olmalıydı. ve sanki
    yıllar var ki saklamışım orda ben

    saklamışım anlaşılan
    odasında yapayalnız doğuran bir kadının
    dışa vurmak istemediği
    ya da pek gereksinmediği
    o iniltiyi andıran
    duyurulmayan her şeyi.

    iii

    ve her şey dönüştü işte
    kahverengi bir çarşambadan
    sapsarı bir cumartesiye.

    ansızın bir rüzgar çıktı demin
    çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
    kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
    yakıyor gözkapaklarımı da
    toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
    uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.

    (kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
    1 - işte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
    2 - süt emer gibi bir memeden
    bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
    3 - dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)

    (ansak mı anmasak mı
    yeri mi şimdi değil mi
    bir tren yolculuğunda ve her yerde
    her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
    bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
    saatler iyi
    adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
    ve bütün yolcuların dalgın
    koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
    görünüşte kararsız
    görünüşte üzgün, endişeli
    görsek mi acaba, görmesek mi
    açıp da kapalı gözlerini arada
    şöyle bir görünümü tek bir solukta
    yalandan, inatla içine çekenleri
    ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
    belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
    bir tilki çevikliğiyle, acele
    katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
    bilmem ki, görmesek mi
    durunca tren bir istasyonda
    dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
    dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
    bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
    uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
    tutarak parmaklarıyla yalancı
    ve ucuzundan bir kolyeyi
    acaba görmesek mi
    bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.

    ansak mı anmasak mı acaba
    yeri mi şimdi, değil mi
    sırasını bekleyen bir kadının, hasta
    gereğinden fazla abartılmış yüzünü
    besbelli iğrenirdiniz
    çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
    bir duvar saatine ya da kapıya
    telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
    kısaca
    kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
    gördünüz, görüverdiniz bir daha
    sıyrılmış acılardan ansızın
    sevecen, durgun, sade
    o yüzü
    belki de, orda, acele
    karar verdiniz
    bir anneniz olsun isterdiniz böyle
    ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
    her neyse...

    söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
    ben uzun yolları hiç sevmem
    doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
    ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)

    iv

    bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
    denize bırakılmış çöpler gibi
    yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
    geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.

    bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
    bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
    içinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
    çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
    ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
    kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
    yağmurlu bir sundurmaya
    ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
    pencerelerde ve her yanda.

    bir çocukta bir kadın hayaleti mi
    bir kadında bir çocuk hayaleti mi
    yalnızca bir hayalet mi yoksa.

    (nerdeyim
    kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
    para bozduranların az çok bildiği
    adres soranların gene bildiği
    bir sokakta bir aşağı bir yukarı
    saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
    amansız bir güceniğim.)

    geri getiriyor bunları rüzgar
    geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
    iniltili, hasta bir konağı da
    çatısında baykuşların tünediği
    birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
    ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
    suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
    bir konağı ve konağın olanca görkemini
    geri getiriyor rüzgar.

    (konaksa yandı çoktan
    tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
    iyi biliyorum tertemiz bir asfalt
    ezip geçti onu
    kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

    ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
    caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
    meyhaneler, genelevler
    pasajlar, dar sokaklar, geçitler
    soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
    ve bütün ilişkiler
    birden yerini aldı.

    ve her şey yetişti gene
    sarı bir çarşambadan
    kahverengi bir cumartesiye.

    v

    ben ruhi bey, nasıl olan ruhi bey
    nasılım
    bir yaz ikindisinden çıktım geldim
    diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
    kapıyı iyice kapadım
    - kapadım mı, evet, kapadım -
    çitlenbik ağacının altından geçtim
    frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
    dişlerimle sıyırdım
    sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
    biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
    azıcık gülümsedim
    ve dünya bana gülümsedi
    çakılların üstünden yürüdüm
    yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
    yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
    iyice duydum
    çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
    - çok yüksekti. deniz dibi renginde ve demirdendi. üstünde aslan başı
    kabartmalar vardı. iki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
    dışardan çam ğaçları görünürdü. bir kırbaç gibi görünürdü. ve
    ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
    pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
    on sekiz on beş trenine yetiştim
    geniş kadife koltuğa oturdum
    puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
    akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
    haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
    iskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
    bakışından tedirgin oldum
    giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
    vapurla karaköy'e geçtim
    tokatlı'ya uğradım
    köprüden aldığım fransız dergilerini karıştırdım
    kirazla bir kadeh rakı içtim
    çıkarken boy aynasında kendime baktım
    oldukça yakışıklıydım
    gömleğim temizdi, beyaz ceketim
    tertemizdi ve ayakkabılarım
    pantolonum ütülü
    yelek cebimde ince altın bir zincir
    sarı ve ince bıyıklarım
    tam ruhi bey bıyığıydı
    ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
    - zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
    boynumda menekşe rengi bir papyon
    hafifçe sarkık
    dudağımda bitti bitecek bir sigara
    kenarında dudağımın
    dışarı çıktım.
    tünele bindim, asmalımescit'teki viyana lokantasına geldim.
    avusturyalı karı koca beni karşıladılar
    ikisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
    karşıladılar
    benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. beyaz ruslardandılar, gözleri
    necef taşı gibi sert ve parlaktı
    tezgahta bir leh yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
    çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
    soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
    üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
    çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
    markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
    düzeltip arada bir bıyıklarımı
    uçları hafifçe ıslak
    bir ara pencere camında kendime baktım
    baktım ki, ben ruhi bey
    nasıl olan ruhi bey
    daha nasılım.

    oradan galatasaray'a kadar yürüdüm
    bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
    gezindi ortalıkta bir süre
    ve durdum
    durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
    bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar nasılım.

    vi

    nasıl olacaksınız ruhi bey
    bugün de erkencisiniz ruhi bey
    şarapla bira mı içiyorsunuz ruhi bey
    böyle sabah sabah ruhi bey
    akşam akşam ruhi bey
    akşam sabah ruhi bey
    cıgara alır mıydınız ruhi bey
    yakalım ruhi bey, yakalım
    böyle üşümüyor musunuz ruhi bey
    benim de ayakkabılarım su alıyor ruhi bey
    ne olur ne olmaz
    önümüz kış ruhi bey
    ee, daha nasılsınız ruhi bey
    - iyiyim, iyiyim.

    (gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
    kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
    pembe pembe azarlanırım
    o ölür ben azarlanırım
    kocaman bir konakta uzarım kısalırım
    ellerim tırnaklarım
    yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
    ve sıcak
    gözlerim, gözlerim benim
    denizi ilk defa gören bir çocuğun
    birdenbire yaşlanması neyse.)

    sizinle görüşelim ruhi bey
    vaktim yok, vaktim yok
    ruhi bey, görüşelim
    vaktim yok görüşmeye kimseyle
    ruhi bey
    kendimle bile, kendimle bile.
    (olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
    ama hiç kimse.)
    ..."
    (bkz: itiraf ediyorum copy paste)
152 entry daha
hesabın var mı? giriş yap