6 entry daha
  • trent reznor'un* 1999 tarihli double albümü "the fragile" umutsuzluğu anlatıyor. ve ilginçtir, onun umutsuzluğu bize umut veriyor. "the fragile", the beach boys'un 1966 tarihli, trent'le yaşıt albümü pet sounds'a oldukça benziyor. kuşkusuz ondan daha sert ve karamsar, ama aynı onun gibi mütevazi ve güzel, aynı onun gibi içinde vurucu bir single yok, ama iyi müzik için buna zaten çok da gerek yok. şarkıların bütünlüğü ve verdikleri mesaj her şeyi anlatmaya yetiyor. trent'in bu sefer yaptığı şarkılar ilginç bir şekilde the jesus and mary chain'i veya my bloody valentine'ı andırıyor; aynı o grupların şarkıları gibi zor anlaşılır ama sağlam besteler. ilk dinleyişte vurucu olmayan, ama dinleye dinleye insanı etkileyen şarkılar (bunda grupların ortak prodüktorü alan moulder'ın da etkisi var sanırım). reznor yine kötü hissediyor kendini. "kırılmış, ezilmiş, unutulmuş, öfkeli" diyor bir şarkıda*. "kendimi kurtarmaya çalışıyorum, ama kendim benden kaçıyor" diyor bir başkasında*. albümün kayıtları sırasında çok zor günler geçirmiş. en sevdiği insanlardan biri olan babaannesini kaybetmiş. en iyi arkadaşı marilyn manson'la kavga edip aralarının bozulması da onu derinden yaralamış. o günleri şöyle anlatıyor:
    - 1997 yılıydı. kendimi o kadar kötü hissediyordum ki, bir albüm yapmak aklıma gelecek en son şeydi. ama geldi ve "the fragile"ın kayıtlarına o günlerde başladım. dokunsanız ağlayacaktım, çok kırılgandım. belki de bu yüzden albümün ismini "the fragile"* koymaya karar verdim.
    "the fragile"ı kaydetmek için önce california'da deniz kıyısında kayalıkların orda bir ev tutmuş. kayıtları böyle mistik ve egzotik bir ortamda yapmak istiyormuş. diyor ki:
    - herhalde daha karizmatik bir ortam olamazdı. deniz kıyısındasın, yüzlerce metre yüksekliğindeki bir kayalığın tepesinde bir ev, ve sen şarkılarını besteliyorsun. kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? "tam ilham alınacak yer!" ama öyle değildi. en azından benim için. benim aradığım daha farklı bir şeydi, bu değildi. orada yazdığım çoğu parça (hepsi kötüydüler) billy joel'in the stranger'ına benziyordu!
    albümün kayıtlarını bitirdikten sonra bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüş. sonra aklına, en sevdiği albüm olan pink floyd'un the wall'unun prodüktorü bob ezrin gelmiş. bob, trent'e eksik gelen o şeyi tamamlamış, albümü bir düzene sokmuş ve "the fragile" son halini almış. "bob olmasaydı, belki de bu kadar güzel olamazdı" diyor trent.
    "the fragile"ın ilginç bir özelliği daha var. trent her ne kadar sorunlu ve acı çeken adam imajını hala sürdürüyor olsa da (bunun sadece bir imaj olmadığını, gerçeğin ta kendisini yansıttığını belirtmekte de fayda var), yine de bu albümdeki sözler kariyerindeki en iyimser olanları. halbuki albümü kaydederken hayatının belki de en kötü günlerini geçiriyordu. neden böyle olduğunu şöyle açıklıyor:
    - belki de acı duymaya alıştım. bu yüzden hayat daha katlanılır bir hal aldı benim için.
    (bkz: hurt)
    (bkz: fight club)
    "herkes gibi bu dünyada yaşayan bir insanım ben de" diyor reznor, "ilginç tecrübelerim oldu, değişik insanlarla tanıştım ve sonuçta büyüdüm. düşündüğümden daha çabuk ve kontrol edilemez bir şekilde hem de. sonuçta istediğim de buydu aslında. tam olarak ne olacağını bilmiyordum, ama eninde sonunda ortaya bir şeyler çıkaracağımı biliyordum işte."
    ve sonunda ortaya çıkan "the fragile" oldu...
    not: bu entry 6 yıl gecikmeli olarak girilmiştir.
6 entry daha
hesabın var mı? giriş yap