1 entry daha
  • ben okumak istiyorum ama bulamıyorum diyenler için

    dünyayı düzene koyanlar

    o büyük heyecan dalgası yavaş yavaş duruldu, halkın itişip kakışmaları, çığlıklar, bağrışmalar kesildi, kasaba parkını tam bir sessizlik kapladı. iki sokak ötedeki mavi bir lambadan gelen ışıkla belli belirsiz aydınlanan karaağaçların altında hâlâ bir yığın insan duruyordu. halkın üzerine yorgun bir sessizlik çökmüştü, aralarından bazıları karanlığa karışıp sıvışmaya başladılar. parkın çimenlikleri, göbekler bütün çiğnenmiş, ezilmişti.
    mike her şeyin bitmiş olduğunu anladı, içinde bir boşluk duydu. kaç gecedir uyumamış gibi yorgundu, renksiz, rahat bir yorgunluktu bu, sanki düş görüyordu. kasketini gözünün üzerine çekti, yürüdü. parktan ayrılmadan önce son bir kez bakmak için arkasına döndü.
    kalabalığın ortasındaki bir adam katlanmış bir gazeteyi tutuşturmuş, yukarı doğru kaldırmıştı. mike'ın durduğu yerden, karaağaçlardan birinde sallanan çıplak, boz vücudun ayaklarına, alevlerin sarılışı görülüyordu. zencilerin ölünce böyle mavimsi boz bir renge bürünmeleri ne tuhaftı. yanan gazetenin ışığı yukarı doğru bakan adamların yüzlerini aydınlattı; sessiz, durdukları yere çivilenmiş, gözlerini sallanan ayaklardan ayırmayan adamlar.
    mike zenciyi yakmak isteyene karşı bir öfke duydu içinde. karanlıkta biraz ötesinde duran bir adama dönüp, "neye yarar bu!" dedi.
    adam karşılık vermeden uzaklaştı.
    gazetenin alevleri sönünce ortalık eskisinden daha karanlık göründü. ama hemen başka bir gazete tutuşturulup ayaklara doğru kaldırıldı. mike orada durmuş bakan adamlardan birine yaklaştı, "neye yarar bu!" diye yineledi. "öldü artık. ne yapsalar canı yanmaz."
    adam homurdandı, gözlerini alev alev yanan gazeteden çevirmeden, "iyi oldu," dedi, "devlet boşu boşuna para harcamaktan kurtuldu, biz de o her şeye bir kulp takan palavracı avukatlardan kurtulduk."
    "ben de onu söylüyorum," dedi mike. "palavracı avukatlardan kurtulduk. ama onu yakmak bir işe yaramaz ki... "
    adam alevlerden gözünü ayırmadı. "yaramasın, bir zararı da olmaz."
    mike çevresine bakındı. kafası işlemiyordu artık, durmuştu. boş boş bakıyor, çevresinde olan biteni istediği gibi göremiyordu. yaşamı boyunca hatırlamaya uğraşacağı, ona buna anlatacağı bir şeydi bu, ama yorgunluktan kafası işlemez, gözleri görmez olmuştu. işin korkunçluğunu, önemini anlıyordu, gene de gözleri ile duyguları tam bir tembellik içindeydi. herhangi bir olay karşısındaymış gibi... yarım saat önce kalabalığın arasında ciğerlerinin bütün gücüyle bağırırken, ipi çekenlere katılmak için adeta savaşırken, içi kabarmış kabarmış da hep ağlamıştı. ama şu anda her şey ölüydü, her şey gerçekliğini yitirmişti; karanlıkta sessizce duran bu kalabalık uyuşuk, kendini bırakmış bir insan yığınından başka bir şey değildi. alevlerin ışığında görülen yüzlerde düz bir tahtanın anlamsızlığı, boşluğu vardı. mike bu uyuşukluğu, bu yitikliği kendisinde de duydu. sonunda dönüp parktan çıktı.
    kalabalıktan uzaklaşır uzaklaşmaz buz gibi bir yalnızlık çöktü üzerine. yol boyunca hızlı hızlı yürüdü, yanında tek bir insan daha olsaydı! geniş cadde bomboştu, kimsecikler yoktu, o da park gibi gerçekliğini yitirmişti. yoldan aşağı doğru uzanan raylar ışıkların altında pırıl pırıl yanıyor, karanlık vitrinlerde lambaların yansıları görülüyordu.
    mike göğsünde hafif bir ağrı duydu. parmaklarıyla bastırdı, adaleleri acıyordu. birden hatırladı. cezaevinin kapısına saldırdıkları zaman en öndeydi. arkasından gelenler onu bir koçbaşı gibi kapıya çarpmışlardı. o zaman hiç acı duymamıştı, yalnız olmasa gene de duymayacaktı belki.
    iki sokak ilerde, kaldırımın üzerinde neon lambalarıyla yazılmış bira sözcüğü parlıyordu. oraya doğru hızlı hızlı yürüdü. belki birileri vardır, konuşuruz, bu sessizlikten kurtulurum diye umutlanmıştı; bari linçe katılmamış kimseler olsa diye düşündü.
    küçük içkievinin sahibi içerde tek başınaydı. ufak tefek, orta yaşlı bir adamdı, düşük bıyıklıydı, yüzü yaşlı bir fareyi andırıyordu; cin gibi, ürkek, kararsız.
    mike'ı görünce bir selam çakarak, "uykuda gezer gibisin," dedi.
    mike ona hayretle baktı, "tam üstüne bastın," dedi. "uykuda gezer gibiyim."
    "sert bir içki vereyim sana istersen."
    mike duraladı. "yok. şöyle susuzluğumu giderecek bir şey olsun. bira ver daha iyi. sen de orada mıydın?"
    ufak tefek adam fareyi andıran başını salladı, "tam sonuna yetiştim," dedi, "herifi ipe çekmişler, her şey bitmişti. şimdi bunların canı bir şeyler içmek ister diye düşündüm, gelip dükkânı açtım. ama kimse uğramadı senden başka. yanıldım galiba."
    "daha gelirler; park dolu. pek susamışlıkları da kalmadı ya. herifi yakmaya uğraşıyorlar gazetelerle. iyi etmiyorlar."
    "hiç iyi etmiyorlar," eledi adam. ince bıyıklarını sıvazladı.
    mike birasına birkaç tane kereviz tuzu attı, uzunca bir yudum aldı, "iyi geldi," dedi. "aklım başımda değil."
    adam tezgâhın üzerinden ona doğru eğildi, gözleri parlıyordu. "sen hep orada mıydın? cezaevine gittiklerinde, daha sonra, gördün mü hepsini?"
    mike bir yudum daha aldı, sonra bardağın dibindeki tanelerden yükselen hava kabarcıklarına baktı. "hepsini gördüm," dedi. "cezaevine ilk gidenlerin arasında ben de vardım, ipi çekenlere de yardım ettim. böyle arada bir vatandaşların yasaları kendi ellerine almaları iyi oluyor. palavracı avukatlar bir kere karıştılar mı işe, en iblis herifleri bile kurtarıverirler."
    fare kafası gene sallandı, "doğru söylüyorsun. kimi olsa kurtarır o avukatlar, her şeyin yolunu buluyorlar. bana kalırsa, bu zenci suçluydu bal gibi."
    "elbette, kendi de suçunu kabul etmiş diyordu biri."
    adam tezgâhın üzerine eğildi. "nasıl başladı? ben hepsi olup bittikten sonra yetişebildim, bir dakika ya durdum ya durmadım, gelip dükkânı açtım; belki bir bardak bira içmek isteyenler olur diye."
    mike bardağını boşalttı, doldurması için adamın önüne itti. "herkes biliyordu bunun böyle olacağını. ben cezaevinin karşısındaki içkievinde oturuyordum, akşamüzerinden beri oradaydım. adamın biri gelip, ne duruyorsunuz, dedi. biz de kalkıp cezaevinin önüne gittik, daha bir sürü adam vardı orada, durmadan da geliyorlardı. bağırıp çağırmaya başladık. sonra sheriff çıktı dışarı, bir şeyler söyledi, biz daha çok bağırdık, susturduk onu. birisi tüfekle sokak lambalarını patlattı. sonra cezaevinin kapılarına yüklendik, hepsini yıktık. sheriff karşı koymaya kalkmadı hiç. o iblis zenciyi kurtarmak için bunca namuslu insanı vuracak değildi ya!"
    "seçim de yaklaşıyor."
    "derken sheriff bağırmaya başladı, aman çocuklar, bir yanlışlık yapmayın, sonda, dördüncü hücrede, aman çocuklar, yanlış birini almayın. acınacak şeydi." mike yavaşça, "acınacak şeydi," diye tekrar etti. "öbür mahkûmlar öyle korkmuşlardı ki... demirlerin arasından görüyorduk onları. yüzlerinin halini unutamıyorum. hayatımda öyle şey görmemiştim."
    adam heyecanlanmıştı, küçük bir bardağa viski doldurup dikti. "ayıplamam onları," dedi. "otuz günlük bir cezan var diyelim, mahkûmlardan birini linç etmek için içeri bir yığın insan dalıyor. ya yanlışlıkla seni alırlarsa? ödün kopar."
    "ben de onu söylüyorum. acınacak şeydi. her neyse, zencinin hücresine gittik. herif gözlerini yummuş, bitkin bir halde, ayakta duruyordu, sarhoş gibiydi. adamlardan biri yumruğu vurunca, yıktı herifi yere, o gene kalktı, bu kez bir başkası yapıştırdı, tepe üstü yuvarlandı, kafası çimentoya çarptı." tezgâhın üzerine eğilip işaret parmağı ile parlak tahtaya vurdu. "bana kalırsa herif o zaman öldü işte. giysilerini soyarken, ben de yardım ettim, hiç kıpırdamıyordu, sonra ipe çekerken kimseye sarılmaya filan uğraşmadı. yok, yok, bence bütün o işler olurken herif ölüydü, ikinci yumruğu yedi, kafası çarptı çimentoya, öldü."
    "hepsi bir."
    "yok, hepsi bir değil. her iş yoluyla, iziyle olmalı. kendi aradı bunu, aradığını bulmalıydı." elini cebine sokup mavi bir bez parçası çıkardı. "üstündeki pantolonun parçası bu," dedi.
    adam eğilip kumaşı gözden geçirdi, başını kaldırarak, "bir dolar veririm buna," dedi.
    "yok, satmam ben."
    "peki, yarısına iki dolar."
    mike kuşkuyla baktı adama. "ne yapacaksın?"
    "önce ver bakalım şu bardağı, benden bir bira iç. altına küçük bir yazı yazdırıp duvara iğneleyeceğim. gelenlerin hoşuna gider onu orada öyle görmek."
    mike kumaşı çakısıyla ikiye böldü, adamdan iki dolar aldı.
    "böyle reklam yazıları yazan birini tanırım," dedi adam. "her gün uğrar. buna uyacak küçük, güzel bir yazı hazırlar o bana." sonra kuşkulu bir sesle sordu: "sheriff birkaç kişi yakalar mı dersin?"
    "yok canım. niye başını belaya soksun? hem bu geceki kalabalıkta seçimde onu destekleyecek bir sürü insan vardı. şimdi herkes dağıldıktan sonra, gider oraya sheriff, zenciyi indirir, biraz temizlik yapar, oldu bitti."
    adam kapıya baktı. "bir şeyler içmeye gelirler demiştim ama, yanılmışım galiba. saat ilerledi epeyce."
    "eh, evin yolunu tutmalı artık. yorgunum çok."
    "güneye doğru gidiyorsan, ben de kapatıyorum, birlikte çıkarız. ben
    güneyde sekizinci blokta oturuyorum."
    "desene ki benden iki blok aşağı. ben de akıncıda oturuyorum. o halde bizim evin önünden geçiyorsun hep. tuhaf şey, hiç görmedim seni buralarda."
    adam mike'ın bardağını yıkadı; sonra önlüğünü çıkardı. şapkasını, ceketini giydi, kapıya gidip dışardaki kırmızı neon lambasını, içerinin ışıklarını söndürdü. bir an ikisi de kaldırımda durup parka doğru baktılar. her yer sessizlik içindeydi. parktan hiç ses gelmiyordu. iki sokak ötede bir polis, fenerini vitrinlere tutarak yürümekteydi.
    "gördün mü," dedi mike, "hiçbir şey olmamış gibi."
    "bira içmek isteyenler olduysa da başka bir yere gittiler herhalde."
    "ben sana söylemedim mi," dedi mike. "her şey gene eskisi gibi."
    boş cadde boyunca yürüdüler, sonra güneye saptılar. "benim adım welch." dedi adam. "iki yıl oldu bu kasabaya geleli."
    mike'ın üzerine gene biraz önceki yalnızlık duygusu çökmüştü. "ne tuhaf," dedi. "ben bu kasabada doğdum, şimdi oturduğum evde. evliyim, çocuğum yok. karım da bu kasabada doğmuş. herkes tanır bizi."
    bir iki sokak daha geçtiler. dükkânlar geride kalmış, bahçeleri bakımlı, güzel evler başlamıştı. sokak lambalarının ışıkları büyük ağaçların üzerine vuruyor, gölgelerini kaldırımlara düşürüyordu. iki bekçi köpeği koklaşa koklaşa geçti yanlarından.
    welch, yavaşça, "nasıl bir adamdı acaba?" dedi. "zenci diyorum, nasıl bir adamdı?"
    mike yalnızlığının içinden cevap verdi: "bütün gazeteler iblisin biri diye yazdı. hepsini okudum, hepsi de öyle diyordu."
    "biliyorum, ben de okudum gazeteleri. ama insan gene de bilmek istiyor. ben çok iyi zenciler tanıdım da... "
    mike adama döndü, sert sert, "ben de iyi zenciler tanıdım tanımasına, hem de ne iyi zenciler. onlarla aynı yerde çalıştım, beyazlar kadar iyiydiler. ama hiçbiri bunun gibi iblis değildi."
    welch onun kızdığını görünce bir an sustu. sonra, "nasıl bir adam olduğunu sen de bilmiyorsun galiba," dedi.
    "nereden bileyim, orada duruyordu öyle işte, dudaklarını kapamış, gözlerini sımsıkı yummuş, ellerini yanına sallandırmış duruyordu. sonra birisi vurdu bir yumruk. bana kalırsa, biz onu dışarı çıkardığımızda çoktan ölmüştü."
    welch ona yaklaştı. "ne güzel bahçeler var burada. kim bilir ne para gider bunları böyle bakımlı tutmak için." o kadar yakınlaştı ki omuzu mike'ın koluna dokundu. "ben hiç linç görmedim. ne duyuyor insan, sonradan?"
    mike adamdan uzaklaştı. "ne duyacak," dedi, "hiç." başını önüne eğdi, hızlandı. welch ona yetişebilmek için adeta koşuyordu. sokak lambaları seyrekleşmişti. daha karanlıktı, ama nedense daha güven vericiydi. mike patladı, "bir kesiklik, bir yorgunluk duyuyor insan, ama bir tatmin edilmişlik de var. iyi bir iş yapmışsın da yorulmuşsun, uykun gelmiş gibi." yavaşladı. "bak, şu mutfakta ışık var ya, işte orası bizim ev. karı bekliyor beni." evin önüne gelince durdu.
    welch de durmuştu. "canın bir bira, ya da başka bir şey içmek isterse, uğra bana," dedi. "gece yarısına kadar açığım. dost ağırlamayı bilirim." yaşlı bir fare gibi ürkek ürkek yürüdü.
    "iyi geceler," dedi mike.
    evin çevresini dolanıp arka kapıdan girdi. sıska, huysuz karısı gaz fırınının önüne oturmuş, ısınıyordu. kapıda duran mike'a baktı.
    birden faltaşı gibi açılan gözleri adamın yüzüne takılıp kaldı. boğuk bir sesle, "kadına gitmişsin sen," dedi. "söyle kiminleydin?"
    mike güldü, "kendini akıllı bir şey sanıyorsun, değil mi?" dedi. "cin gibisin, değil mi? nerden anladın kadına gittiğimi!"
    karısı kızgın kızgın, "yüzünün halinden anlaşılmıyor mu sanki!" dedi.
    "iyi öyleyse, o kadar akıllıysan, öyle her şeyi biliyorsan, ben de söylemem. sabah gazetelerini bekle, kendin gör."
    kadının gözlerinde bir kuşku dolaştı, "zenci mi?" dedi. "zenciyi mi öldürdüler? herkes öldürecekler diyordu."
    "kendin anla o kadar akıllıysan, ben bir şey söylemem sana."
    mutfaktan çıkıp banyoya geçti. duvarda küçük bir ayna vardı. kasketini çıkardı, aynaya baktı. "ne dese, doğru," dedi. "hani bana da öyle geliyor."
hesabın var mı? giriş yap