457 entry daha
  • https://dinyakos.com/…-basketi-daha-cok-seviyordum/

    “dün spor ve sergi sarayı’nı tıklım tıklım dolduran binlerce meraklının sahada her hareketini alkışladığı bir tek oyuncu vardı: can bartu. dün can’ın bütün maç boyunca çıkardığı oyuna ‘çok güzel’ sıfatını kullanmak hata olur muydu? galiba… çünkü can harikuladeydi. aylarca, basketbol sahalarından uzak kalarak futbol oynayan ve dünkü maç için ancak bir tek antrenman yapabilen bu oyuncuya milliyet tereddütsüz dört yıldız hak ettiğine inanarak veriyordu.”

    17 aralık 1957’de, fenerbahçe basketbol takımının galatasaray’ı 80-52 yendiği teşvik turnuvası final maçının ertesi günü milliyet gazetesi bu satırları yazmıştı can bartu için. tanrı sanki onu boş vaktinde, özene bezene yaratmış, her türlü spor dalında mükemmel performans sergileyecek kabiliyetlerle donatmıştı. futbolda ve basketbolda avrupa çapında bir yıldız olduğu, iki branşta milli formayı giydiği hepimizin malumudur. ellili yıllarda voleybol oynamış bir sporcunun ifadesiyle, isteseydi voleybolda bile milli olurdu. bir maç öncesi yapılan kamp sırasında, masa tenisi milli takımının oyuncularını yendiği, ayrıca çok iyi bir tenisçi olduğu, spor tarihi meraklılarının bildiği bir olaydır. can bartu’nun spor hayatıyla ilgili detayları, özellikle başlangıç yıllarında onu tanıyanların bize anlattıklarından ve çeşitli tarihlerde verdiği röportajlardan derledik. bu röportajların ilki erkekçe dergisinin haziran 1986 sayısında çıkmış (burada okuyacağınız kısımları, röportajın tamamını sayfalarına aktaran turknostalji.com sitesinden aldık). basket dergisinin mart 1987’de çıkan 15’inci sayısında cüneyt akalın’ın yaptığı röportajda, basketbol hayatı ağırlıklı olmakla birlikte futbolculuğu hakkında da zengin detaylar var. son olarak futbol federasyonu’nun yayın organı tam saha dergisinin, eylül 2008’de yayımlanan 48’inci sayısında mazlum uluç’un yaptığı röportajda yine zengin anılar yer alıyor.

    1936’da dünyaya gelen can bartu ailesiyle ilgili olarak şu bilgiyi vermiş basket dergisine: “modalıyım. paşa torunuyum. dedem, sarayın başmabeyincisi. babam ise yılın dört ayını avrupa’da geçiren bir paşazade. dördü erkek altı kardeşiz. büyük ağabeyim büyükelçi, öteki ağabeyim devlet tiyatroları’ndan emekli. küçüğüm bankacı. yani çok yönlü bir aileyiz, anlayacağınız.”

    onunla aynı mahallede büyümüş, daha sonra modaspor’da basketbol oynamış metin petorak da onun kabiliyeti konusunda şu ilginç anıyı anlatıyor: “şifa camii vardır, orada bakla tarlası denen küçük bir futbol sahası vardı. birol (pekel), can orada yetişmişti. bir gün kolu çıktı can’ın. solaktır, sol kolu çıktı. hatta ağabeyim doktordur, o yerleştirmiş kadıköyspor sahasında. bahariye’de bizden iki sokak ilerideydi evleri. o zaman arsa bol, yaz tatilinde pota yapmıştık, ayrıca voleybol oynuyorduk. akşamüzeri geçerken, gelir birkaç tane şut atardı. bizden üç yaş büyük, tabii ağabey diyoruz. bir de süper spor zekâsı olan bir adam. bir elma şekercimiz vardı, hep elma şekerine atış yapardık, can alır giderdi her gün. o gün şekerci can’ın kolunu sarılı görünce, ‘bugün at da göreyim, alamayacaksın şekeri,’ dedi. ‘sağ elle atayım, üç tane sokarsam, burada kim varsa hepsine elma şekeri vereceksin,’ dedi can. ‘tabii veririm,’ dedi şekerci. faul çizgisinden sağ elle üç tane attı. orada sekiz –on kişiyiz, hepimiz birer elma şekeri yedik.”

    seksenli yıllarda darüşşafaka spor kulübü’nün başkanlığını yapan ismet kasapoğlu da ilginç bir anıya sahip: “orta 1’i bitirdiğimiz sırada eski salonda yıldız takımlar arasında bir basketbol turnuvası yapıldı. tribün yok tabii, tahta parmaklıklara tutunur izlerdik. bizim darüşşafaka yıldızlar takımında batur abi oynuyordu. kadıköyspor’la maçımız vardı (doğrusu modaspor olmalı). kadıköy takımında bir oğlana taktık biz. sıska bir oğlan. ilk beşte oynatmıyorlar bunu. sonraki maçlarda da oyuna almadılar. kenarda biz bununla, ‘sen de oynasana,’ diye dalga geçiyorduk. bazen gülerdi bize, bazen kızardı. sonra tatile gittik. tatilden döndük, bu defa yıldızlar takımına biz girdik. rakiplerimiz ne durumda filan diye kendi aramızda konuşuyoruz. kadıköyspor’da biri var, müthiş bir oyuncu. kimse onunla başa çıkamıyor, herkesi yeniyorlar. ‘kim bu, biz niye bilmiyoruz?’ diye kendi aramızda konuşuyoruz. bir maça götürdüler bizi, aaa bir baktık bizim dalga geçtiğimiz hergele. kimmiş biliyor musunuz? can bartu. bir yaz tatilinde adam nasıl gelişmiş.”

    tekrar basket dergisindeki röportaja dönelim:

    o yıllara ait bir anınızı anlatır mısınız? 1950 filan olacak. kadıköy halkevi’nde beyoğluspor’la oynadık ve umulmadık bir yenilgi aldık. soyunma odasına geldik. üzgünüz. giyindik. önder dai’nin gelip izin vermesini bekliyoruz. o zaman bir saygı vardı büyüklere karşı. dai geldi, “soyunun,’ dedi. ‘siz savunma yapmasını bilmiyorsunuz.’ tam dört saat süreyle idman yaptık. yorulmak filan yok öyle şeyler. o takım ki, istanbul şampiyonu, türkiye şampiyonu. genç takım olmasına rağmen kadıköyspor a takımına fark atıyor. çok esaslı bir arkadaşlık havası vardı takımda.

    cem atabeyoğlu “futbolda avrupa çapında bir yıldız olan can baskette kalsaydı, avrupa’nın da ötesine geçerdi” diyor. siz bu konuda neler söyleyeceksiniz? şöyle söyleyeyim. belgrad’da oynadığımız bir turnuvada en iyi oyuncu seçilmiştim. yine katıldığımız ve yerini tam olarak hatırlayamadığım bir avrupa turnuvasında otoritelerin ‘sizin takımda bir çocuk var, o sizden 30 yıl ilerde,’ dediğini gazeteler yazmıştı. yugoslavlar da çok itiraz ettiler futbolu seçmeme. baskette kalmamı istediler.

    en büyük silahınız jump shot’tu değil mi? benim için türkiye’de jump-shot’u atan ilk oyuncu denir. ben çok çevik ve çabuktum ve çok zıplardım. fake’im de çok iyiydi. hızla içeri girer ve dengemi kaybetmeden bir anda dururdum. yani stop jump-shot’um çok etkiliydi. silahım buydu. ancak kendime güveni de eklemek istiyorum. yani top girmeyince ‘şanssızlık, elim bugün bozuk’ vb. gibi şeyler gelmezdi hiç aklıma. çok yüksek yüzdeyle oynadığımı hatırlıyorum.

    sizin için kalabalık maçlarda daha iyi oynar denir. “doğru. büyük maçlarda oynamaktan çok keyif alırdım. boş tribünlere oynayınca bir eziklik hissederdim. bir isteksizlik kaplardı içimi.”

    hem basket hem de futbol oynadığınız yıllarla ilgili bir anınızı dinleyebilir miyiz? ikisini birlikte oynamak güç olmuyor muydu? beşiktaş’la öğleden sonra saat 3’te dolmabahçe’de oynadık. 4-2 kazandık. iki gol de ben atmıştım. akşam da galatasaray’la maçımız var. çok ısrar ettiler. çıktım oynadım. 82-50 kazandık o maçı. 36 sayı attım. çok büyük bir ilgi vardı maça. o zamanlar atlı polisler vardı. radyo evi’nin önünde bilet kontrolü yapıp öyle bırakıyorlardı spor sergi’ye. o maçı ilk kez radyo vermişti, eşref şefik anlatmıştı maçı. o maçla ilgili bir anım da şu. ilk kez masör girdi fener soyunma odasına. sürekli bana masaj yapıyor. dolmabahçe’nin zemini toprak, çamur ne de olsa yumuşak. spor sergi’nin zeminiyse ahşap. taş gibi olmuştu kaval kemiğimin yanındaki adalem. sürekli masajla oynayabildim.

    peki neden futbolu tercih ettiniz? aslında basketi daha çok seviyordum. basketbolla gözümü açmıştım. takımda çok iyi bir arkadaşlık vardı. futbolda öyle değildi. çok popüler olmama rağmen, bana bile güçlük çıkarmak istemişlerdi. yani basketteki arkadaşlık yoktu. herhalde şaşaası, bir de maddi yanı için olmalı. basket oynadığım zaman fener’den 100 lira aylık alıyordum. futbola başladığım anda transfer ücreti hariç ayda elime 3-4 bin lira geçmeye başladı. büyük paraydı o zaman. çok iyi hatırlıyorum, bir arkadaşım moda’da güzel bir daireyi 30.000 tl’ye almıştı. varın siz hesap edin 3-4 bin liranın değerini.

    birlikte oynamaktan zevk aldığınız bir iki isim verebilir misiniz? bir kere deli turan (modasporlu turhan tezol) vardı. çok güçlüydü. bir kez, güreşçiyi yıkıvermişti. sonra batur (mehmet baturalp) var. batur sahada hiç bencil değildir. herkese yardıma koşar. bir katalizördür adeta. çok iyi savunma yapardı.

    biraz da futbola gelelim. nasıl başladınız futbola? fenerbahçe genç takımları olarak edirne’ye gitmiştik. baskette yendik, futbolda 3-0 yenildik. ertesi gün edirne karmasıyla maç var. reşat erte çalıştırıyordu takımı. benden söz etmişler. oynar mısın diye bana sordu. oynarım dedim. o gün dört gol attım, hakem üçünü saymadı, birini saydı. futbola daha sonraları büyük fikret’in (arıcan) baskısıyla başladım. üç ay sonra ilk milli maçıma çıktım. eşfak abi (aykaç) beni takıma koydu. polonya ile 1-1 berabere kaldık.

    söz milli maçtan açılmışken, burada basket dergisinden aktardığımız röportaja noktayı koyup bir takım kronolojik bilgiler verelim. ay-yıldızlı formayı ilk kez basketbolda giymiş can bartu. genç milli takım’ın 1 ekim 1955’te, üsküp’te yugoslavya’yla oynadığı maç, onun ilk milli maçı olmuş. aradan iki ay geçmeden bu kez a milli takım kadrosuna alınmış. 25 kasım 1955’te, istanbul’da macaristan’la oynanan özel maçta forma giymiş. aynı sezon futbolda fenerbahçe a takımının kadrosuna girmiş. ilk kez 8 nisan 1956’da, mithatpaşa stadı’nda brezilya’nın vasco da gama takımıyla oynanan özel maçın ikinci yarısında naci erdem’in yerine oyuna girmiş. futboldaki ilk milli müsabakasını da bundan kısa bir süre sonra oynamış ve 16 kasım 1956’da, istanbul’da 1-1 biten polonya maçında, ay-yıldızlı formayı giymiş.

    futboldaki ilk yıllarına ait gülümseten bir anısını, erkekçe dergisine verdiği röportajda şöyle anlatmış can bartu: “tam hatırlamıyorum, ya 1954’tü ya da 1955. henüz bıyığı terlememiş bir delikanlıydım. futbol oynamamı ailem engellemek istiyordu. onlara göre ‘serserilerin işiydi’ futbol. yalvardım anneme. ‘ne olur, gel istersen sen de seyret. bak top oynadığım arkadaşlarımın hiçbiri serseri değil.’ yakarmalarım karşısında daha fazla dayanamadı ve geldi suadiye’deki top sahasına. yedişer kişilik minyatür sahada maç yapıyorduk. devrin ünlü futbolcuları da oynuyordu. o maç, annemin beni seyrettiği ilk ve son maç oldu. çünkü beni seyredenlerden biri hayranlığını şöyle dile getirmiş: ‘vay be, ne kadar muhteşem top oynuyor o….. çocuğu!’ yanı başındaki annem bu sözleri duyunca kendi kendine şunları söylemiş. ‘bizim oğlan iyi oynadığı halde bana hakaret ediyorlar. ya bir de kötü oynasa, kim bilir neler diyecekler.’”

    aynı röportajdan çeşitli alıntılarla devam edelim.

    italya’ya transferiniz nasıl gerçekleşti? beni gelip seyrettiler, beğendiler.

    seyretmeye geldiklerini biliyor muydunuz? söylemişlerdi.

    heyecanlandınız mı? yoo hayır. zaten benim bir özelliğim vardır. basket oynarken de, futbol oynarken de hiçbir maç öncesi heyecan duymadım. isterse en önemli kupa maçı olsun, heyecanlanmadım. hatta zevk aldım öylesi maçlardan. seyirciden, rakipten, ortamdan zevk aldım.”

    sizin lakabınız “sinyor”. bu italya’da oynadığınız için mi takıldı size? evet çünkü italya’ya gitmeden önceki lakabım “baron” idi.

    neden baron? bilmiyorum. belki temiz giyinmemden ötürü. belki de maçlarda fazla çamurlanmazdım. çok aşırı bir çamurla mücadele ederdik biz. ama ben çok az çamurlanırdım. tertemiz bitirirdim maçı.”

    (…) kendinize bakıyor muydunuz? mecburen. gururumuza biraz fazla düşkündük. şöyle düşkündük. benim zamanımda televizyon yoktu. stadın kapıları da 11’de kapanırdı. giremeyenler maçtan sonra sorarlardı bize. ‘ne yaptınız?’ diye. ‘1-0 kazandık. nasıl? penaltıdan gol attık.’… yahu şunlar abak, penaltıdan gol atmışlar, onunla övünüyorlar. bunu mu anlatıyorsunuz bize?’ derlerdi. yani penaltıdan gol atmak önemli bir şey değildi. marifet değildi. ‘metin penaltıyı gole çevirdi.’ basit gelirdi herkese. yenildiğimiz zaman ise mahalleye girmeye utanırdık. birisi ‘ayıp değil mi?’ falan diyecek diye, sokağa çıkamazdık. böyle bir şeye muhatap olmayalım diye. ‘bunlar yenilmişler’ çok küçük düşürücü bir laftı bu bizim için. bir futbolcu gururuna düşkünse takımına da düşkündür zaten. çünkü gururunu koruyan, takımın da koruyabilir.

    tek ayaklı futbolcuy muşsunuz? öyle derler.

    ne demek bu? gerçek değil mi? değil çünkü ben futbol hayatımın en güzel gollerini hep sağ ayağımla atmışımdır. tamam, sol ayağımı daha fazla kullanırım. küçükken a takıma geldiğimden ve ilk geldiğimde de alerjiyle karşılandığımdan güçlü tarafıma yüklendim hata yapmayayım diye. ama ben sağ ayağımla pas da veririm, gol de atarım. ne var ki sol ayağım her iki ayağımın işini yaptığı için pek lüzum hissetmiyordum sağ ayağımı kullanmaya.”

    bugün 25 yaşında olsaydınız günümüz futbolunda gene can bartu olabilir miydiniz? tabii. çünkü artık yıldız yetişmiyor. bunların arasında star olmak kolay. üstelik televizyon da var. daha da popüler olma imkânı var. benim zamanımda herkes yıldızdı. onların arasında star olmak zor işti. bugün beş metre yukarıdan atılan bir şut alkışlanıyor. bizim zamanımızda yarım metre yandan ya da üstten gitti mi alay ederlerdi. herkes ustaydı.

    ya can bartu? ben star futbolcuydum. zarif ve zeki oynardım. zevkle seyrederlerdi beni.

    erkekçe dergisindeki röportaja burada nokta koyup, can bartu’nun italya yıllarından biraz bahsedelim. 1961-62 sezonunda fiorentina’ya transfer olan bartu, 10 mayıs 1962’de glasgow’da, atletico madrid ile oynanan avrupa kupa galipleri kupası finalinde forma giydi. böylece avrupa kupalarında final oynayan ilk türk futbolcu olarak tarihe geçti. ertesi sezon venezia’ya kiralandı. 1963-64’te fiorentina’ya döndü. 1964-67 arası, üç sezon lazio’da oynadıktan sonra, altı yıl süren italya serüvenini noktaladı. bartu’nun italya yıllarıyla ilgili görüşlerini tam saha dergisine verdiği röportajdan aktaralım.

    siz avrupa kupalarında final oynayan ilk türk futbolcususunuz. menajerlik sisteminin bulunmadığı, türk futbolunun gündem oluşturmadığı, iletişimin de bu derece yaygın olmadığı bir dönemde sizin italya’ya transferiniz nasıl gerçekleşti? fenerbahçe’de oynarken, macar şampiyonu csepel’le istanbul’da bir maç yaptık. 97. saniyede gol yedik. 86. dakikada bir gol attım ve maç 1-1 bitti. rövanş maçında da olağanüstü bir futbol oynadım ve 3-2 kazandık. maçı izleyen macar futbolunun sembol isimleri hidegkuti, lantos, kocsis bizim soyunma odasına geldiler. “8 numara kim?” diye sordular. ben de sıska bir çocuğum. adamlar boynuma sarılıp beni öptüler. hidegkuti beni gözüne kestirmiş. daha sonra fiorentina’ya teknik direktör olunca beni de transfer etti. fiorentina’ya gittiğimde 25 yaşındaydım.

    türkiye’den başka bir dünyaya gidiyorsunuz. hele sizin devrinizde aradaki fark daha da fazlaydı. kültürel olarak da farklı bir ortam var. nasıl lider oyuncu olacaksınız? oynadığın oyunla, oyundaki bilginle, verdiğin paslarla, attığın gollerle oluyorsun. italya’da penaltı kullanmadan 21 gol atmıştım. ispanyol suarez penaltılarla 29, milanlı rivera 17 gol atmıştı.

    sadece oyun kalitesi yetmiyor herhalde. ben moda çocuğuyum. bir bilgi ve görgünüz varsa tabii ki farklı bir şey oluyor. ona göre dostluklar kurabiliyorsunuz. bakın bir misal anlatayım. spor yazarlığı yapmaya başladıktan sonra galatasaray’ın roma ile oynayacağı maç için roma’ya gittik. avaccio diye bir restoran var. gitmeyeli kaç sene olmuş. galatasaraylı bir grupla oraya yemeğe çıktık. futbol oynadığım dönemde orayı kalabalık bir aile çalıştırıyordu. içeri girdim, kapıdaki adam, “bartu sen misin?” dedi, sarıldık, öpüştük. yarım saat sonra evden babalarını alıp geldiler. adamcağız felç geçirmiş, tekerlekli sandalyeyle getirdiler. böyle dostluklar kurulmuş yani. giyiminle, kuşamınla, yemeğinle, konuşmanla, arkadaşlığınla iyi ilişkiler kurman lâzım. bunun yanında futbolu da iyi oynarsan büyük bir ağırlığın oluyor. idareci üzerinde de oluyor tabii.

    burada röportaja kısa bir ara verip, can bartu’nun italya’da ne kadar sevildiği konusunda ismet kasapoğlu’nun anısını aktaralım: “ben maden fakültesi öğrencisiyim. yazın almanya’ya staja gidiyoruz. iranlı bir arkadaşımızın arabası vardı. ben götürürüm sizi dedi. dolaşa dolaşa gidiyoruz, venedik’e uğradık. bir yere girdik, yedik içtik. hesap istedik, getirmiyorlar. bir süre sonra sahibi geldi. ‘sizden para almıyoruz,’ dedi. şaşırdık kaldık, nasıl olur dedik. ‘siz can bartu’nun ülkesinden geliyorsunuz, onun için para almıyoruz sizden,’ dedi. o sırada can venezia’da oynuyordu.”

    italya yıllarıyla ilgili olarak tekrar tam saha dergisindeki röportaja dönelim.

    lisan konusunda sıkıntı çektiniz mi? oraya gittiğimde “piove”den başka kelime bilmiyordum. domenico modugno’nun ünlü şarkısının ismi. her cumartesi günü takım halinde sinemaya gidiyorduk. sinemada neyin ne olduğunu anlıyorsunuz ve lisan öğrenmenize büyük katkı sağlıyor. anlamadığınız şeyi arkadaşınıza soruyorsunuz, o size izah ediyor. televizyon seyrediyorsunuz. sonuçta kısa sürede derdimi anlatmaya başladım. ınter’i 4-1 yendiğimiz maçtan sonra televizyon ve radyo benimle röportaj yaptı. “ne kadar iyi italyanca konuşuyorsun,” dediler. basit ve kısa italyanca cümlelerle derdimi anlatabilmiştim.

    italya’da en iyi olduğunuz dönem venezia dönemi miydi? venezia’da müthiş oynadım. milano’da monza ile bir kupa maçı oynadık, 3-0 yendik, üç golü de ben attım. venedik’te gazete basılmaz. milano’da basılıp venedik’e gelir. geri dönüşte deniz otobüsüne bineceğiz, iskeleden gazete aldık, manşette “bartu’nu yeni dansı” başlığı var. lazio’dayken küme düşmemeye oynuyoruz. son üç maçımız kalmış. o sırada da “bir avuç dolar” filmi oynuyor ve filmin “bir şey olursa ben buradayım” diye meşhur bir repliği var. üç maçı da adeta tek başıma aldım. televizyoncular, gazeteciler geliyor. onlara “bir şey olursa ben buradayım” diyorum. birinci sayfalardayım. o performansımla lazio kümede kaldı.

    anılarınız birbirinden değerli ama unutamadığınız maçlardan birini anlatır mısınız? lazio ile milano’da milan’la oynuyoruz. milan takımında rivera, altafini, radice, trapattoni, cesare maldini var. sisli bir hava ve maç 0-0 gidiyor. son 5 dakikada sis iyice yoğunlaşınca hakem maçı iptal etti. bir hafta sonra yine gittik, yine kötü bir hava var. 15 dakikada 2-0 yaptılar. bizim kalecimiz de şimdiki buffon’un babası. devre arasında yine sis basmaz mı? bu sefer milan ağlıyor. hakem yine maçı tehir etti. üçüncü maçta hava cam gibi. o gün bir maç oynadım ki, milan’ı mahvettik ve 2-0 kazandık. maçın bitmesine 5 dakika kala elimi kaldırdım ve teknik direktörümüze “ben oyundan çıkıyorum” dedim. o zaman oyuncu değiştirme falan yok. takım 10 kişiyle oyuna devam ediyor. teknik direktörümüz yanıma gelip koluma girdi, kenarda yürümeye başladık. ınter takımı da teknik direktörleri herrera ile birlikte maçı izlemeye gelmiş. bizim teknik direktörümüz de maçtan önce onlara, “bartu bu milan’ın canına okuyacak” demiş. ınter de tabii milan’ın yenilmesini istiyor. benim sahadan çıkışımı gördüklerinde ınterliler gülmekten ölmüş.

    bugün için bir basketbolcunun dönüp de futbol oynayabilmesi mümkün mü? elbette, yeteneği varsa neden olmasın? hem yeteneğin olacak hem de fizik kabiliyetin olacak. güçlü olman gerekiyor tabii. futbol basketbola nazaran çok ağırdı. bizim zamanımızda böyle sahalar yoktu ki. çamurun içinde oynuyorduk. bileğe kadar balçığa batıyorduk. o zamanki toplar iplikle dikilmiş, son derece ağır. bir de eskimesin diye içyağıyla yağlanınca iyice ağırlaşıyor. topun o sırımlı kısmı kaşına falan gelse indirir kaşını aşağı. üstelik o zaman mithatpaşa stadı’nda oynuyoruz. gazhane tarafından bir rüzgâr eserdi, ciğerlerimizi deler geçerdi. formalarımızın içine gazete kâğıdı koyup da futbol oynardık. sonra oraya da tribün yapılınca rüzgârı kesti.

    galatasaray hiç peşinize düştü mü? daha futbol oynamadan önce galatasaray beni istedi. bunun ilginç bir hikâyesi var. basketbol a milli takımı’yla yugoslavya’dan dönmüştük. suadiye otel’in arkasında golf sahası vardı. orada da çadırspor diye bir takım kurulmuş, beşiktaşlı coşkun ve sedat, galatasaraylı süt ali, kâmil, yüksel oynuyorlar. çiçek sineması’nın karşısında da 7 kişilik bir futbol sahası var. “hadi” dediler, “basketbolcularla maç yapalım.” maç 6-6 berabere bitti, bunları mahvettim. dediler ki, “turnuva başlıyor, aman sen de çadırspor’dan oyna.” baba gündüz de orada, maçları seyretmeye geliyor. galatasaray a takım oyuncularıyla fenerbahçe’nin a takım oyuncuları karşılaşıyor, ben de galatasaraylıların içindeyim. metin falan oynayamıyor o takımda. fenerbahçe ile galatasaray finalde karşılaşacak. beni, “galatasaraylıların arasında oynama,” diye tehdit ediyorlar. eve kaçtım. anneme, “aman sakın bana izin verme, hadise çıkacak,” dedim. galatasaraylılar üç kişi geldi, annem “hayır” diyemeden yaka paça alıp beni götürdüler. saha tıklım tıklım dolu. en az 10 bin kişi var. maç başladı, 9-0 yaptık, 9 golü de ben attım. kaleci selahattin’i bir o yana yatırıyorum, bir bu yana. fenerbahçeliler beni dövmek için sahaya girdiler, linç edecekler. kavga çıktı, polis geldi, maç yarıda kaldı. neyse, suadiye golfe döndük. gırgır olsun diye, “bu futbol çok hoşuma gitti, kavgalı mavgalı bir spor. karar verdim, futbol oynayacağım,” dedim. suat, “oğlum burası parke mi, yağmurda çamurda nasıl oynayacaksın? futbol oynamayı o kadar kolay mı zannediyorsun?” dedi. “sen kendine yer ara, ilk milli maçta sağ iç ben oynayacağım,” karşılığını verdim. o dönemde henüz futbol oynamıyorum. neyse bu olaydan sonra fenerbahçe beni kadroya aldı. ilk milli maçta sağ iç ben oynuyorum, suat yedek. tek seçici de galatasaraylı eşfak aykaç. o maçta polonya ile 1-1 berabere kaldık.
23 entry daha
hesabın var mı? giriş yap