siyaset felsefesi
-
bir felsefe serisi yapmak aklıma geldi ve ilk olarak ahlak felsefesinden başladım. şimdi sıra siyasette.
her felsefe alanına giriş yaparken öncelikle o alanı ilgilendiren temel sorular sorulur.
ki böylelikle o sorular üzerinde düşünülüp "felsefe yapılabilsin".
# siyaset felsefesinin temel soruları
1. devlet gerekli midir?
2. devleti kim yönetmelidir?
3. devleti yönetenlerin egemenliğinin ölçüsü ne olmalıdır?
4. devlet ve birey ve toplum üzerindeki ağırlığı nasıl olmalıdır?
şimdi elbette bu soruları arttırmak mümkün. fakat ben bu dört soruyu cevaplayarak yetineceğim ve siyaset felsefesini kısmen açıklamış olacağım. detay isteyen arkadaşlar, başlık altında yazarların belirttiği kaynaklara yönelebilir. bu bir özetin özeti çalışmasıdır.
1. devlet gerekli midir?
bu soruya gereksiz diyen kesimi anarşizm olarak etiketleyebiliriz. başlıca anarşist akım ve kişiler;
sofistlere göre, doğal olan insanın özüne uygun, dolayısıyla doğru ve iyi olarak kabul edilir. yasal olan ise, onlara göre insanın özüne aykırı, yalnızca toplumun ve uylaşımın sonuçları olan şeydir ve dolayısı ile yapay ve kötüdür. bu tür yapay, insan elinden çıkma, toplumun ve uylaşımın sonucu olan kurumlarında başında devlet gelir.
kinikler ise, uygarlığın her türlü ürününü değersiz bularak reddettiklerini daha önce belirtmiştik. bu ürünler içinde, onlara göre, özel mülkiyet, evlilik, aile, kölelik ve din vardır.
epikuros, doğal ve zorunlu olmayan her şeyin hazzın dışına taşır ve gereksiz olarak tanımlar. bunlardan biri de siyasettir.
marksizm, materyalist tarihsel süreç içerisinde devletin rolünü gerekli görse de bu sürecin sonucunda ortadan kalkacağı öngörüsü itibariyle devlete karşıdır. marx'a göre, devlet, sınıflı toplumun bir ürünü, bir sömürü ve baskı aracıdır. her devlet bir sınıf devletidir. ve sınıflar ortadan kalktığında devlet de ortadan kalkacaktır. marx, gerçek komünist toplumda devletin artık var olmayacağı kanısındadır.
bu isimlerin haricinde başta devlet olmak üzere tüm egemen otoritelere kararlı ve şiddetli bir hücum sergileyen diğer ünlü isimler şöyledir; kropotkin, bakunin, ve proudhon. bunlar devleti, ne tanrının yeryüzündeki görüntüsü ne de insan ihtiyaçlarının doğal ve zorunlu bir tatmin aracı olarak görür. tersine, onlara göre devlet, en büyük kötülüktür.
ancak bütün bu görüşler, bu düşünürlerin toplum düşmanı, ahlak karşıtı insanlar oldukları anlamına gelmez. tam tersine, onlar, bireysel hayatın tam olarak gelişebilmesi için toplumsal hayata ve bu hayat içinde gelişen ilişkilere çok önem verirler. ancak onlar bu ilişkilerin gönüllülük esası üzerinde kurulması ve bir devlet dolayımından geçmemesi gerektiğini savunurlar.
devlet gerekli midir, gereklidir cevabını verenler ise, neredeyse düşünce tarihinin tamamını oluşturur. dolayısıyla, bundan sonraki soruları devletin gerekli olduğunu kabul edenler açısından değerlendireceğiz.
2. devleti kim yönetmelidir?
bu soruya temelde dört farklı cevap verilebilir ve felsefesi yaklaşımlarda bu cevaplara göre sınıflandırılır. ayrıca, bu dört farklı cevap aynı zamanda devletin idare şeklini belirler;
> teokrasi
> aristokrasi
> monarşi
> demokrasi
teokrasi, diğer adıyla tanrı devletidir. din ve inancın ortaya koyduğu hükümlerle ülkenin idare edilmesidir. bu süreçte idari makamlarda ve karar alma mekanizmalarında dini otoritelerin hem fiziki hem fikri ağırlığı bulunur. devleti idare edenlerin kullandığı yasaların tamamının dini kaynaktan beslenmiş olması gerekmez. yasaların belirleyici ölçeği dini kaynaklı olsa yeterlidir. dolayısıyla, bir teokratik devlet aynı zamanda pozitif hukuktan, içtihat ya da örf ve adetten de beslenebilir fakat tüm bunların üzerinde dini kurallar bütünü vardır. diğer gayri dini kuralların hiçbiri dini kurallarla çelişemez. devlet idaresinde dini kaynaklara eğilim değişse de klasik çağlarda hüküm sürmüş devletlerin büyük çoğunluğu teokratikti. avrupa aydınlanması ve hümanizmin yükselmesiyle birlikte teokrasiler zayıflamış ve bildiğimiz anlamda tarihte modern çağ başlamıştır. günümüzde iran ve israil gibi halen teokratik devletler olsa da bunların tarihteki örneklerle mukayesesi oldukça zordur.
aristokrasi bir seçkinler egemenliği olarak platontarafından toplumun iyiliği için zorunlu görülür. antik yunanistan'da demokrasinin hakim olduğu bağımsız şehir devletlerinde bir süre sonra toplum hayatı için hayati değere sahip mevkilere yeteneksiz insanların seçilmesi, kitlelerin güzel konuşan kişilerin peşinde bilinçsizce sürüklenmesi sokrates ve platon gibi bazı düşünürleri yeni bir arayışa iter ve böylelikle demokrasiye karşı seçkinlerin, uzmanların, teknokratların yönetimi savunulmaya başlanır.
platon iki açıdan seçkinlerin idaresinin haklı bir istek olduğunu söyler.
bunlardan ilki, kısaca, seçkinlerin toplumun diğer kesimlere göre bilgiye erişiminin daha mümkün olmasıdır. bilgi ile ahlakı bir tutan ve ahlaksızlığın cehaletten kaynaklı olarak savunan platon, daha bilgili soyluların daha ahlaklı ve dolayısıyla toplumun yönetmek için daha makul olduklarını ifade eder. detaylı bilgi için
platon'un bir diğer açısı ise, devletin büyütülmüş insan olmasıdır. platon'a göre, insan ruhu üç kısma ayrılır: itkiler, irade ve akıl. bunlardan birincisi insanın yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma gibi doğal ihtiyaçları veya arzuları ile ilgili kısımdır. bunlardan birincisi insanın yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma gibi doğal ihtiyaçları veya arzuları ile ilgili kısımdır(iştahlı ve arzulayıcı kısım). ikincisi, insanın arzularını gerçekleştirirken, onların gerçekleştirilmesi için gerekli davranış ve cesareti gösteren kısımdır (öfkeli kısım veya yunanca thymos). nihayet, insan ruhunda akıl yürüten, düşünüp taşınan, seçim yapan üçüncü bir kısım vardır (akıllı kısım). ruhsal olarak sağlıklı bir insan, bu üç kısmın birbirleriyle barış ve uyum içinde olduğu insandır. platon'a göre, devlet büyütülmüş insan olduğuna göre bu kısımları devlet üzerinde de değerlendirebiliriz. böylelikle itkiler üreticiler, irade savaşçılar ve koruyucular ve akıl yöneticiler haline gelir. buradan hareketle platon, devleti kim yönetmeli sorusuna aydınlar cevabını verir. platon'a göre aydınlar soylular arasında çıkar. (çünkü yine platon'a göre, bilgiye erişmede soyluların imkanı çok daha fazladır). platon'un ideal toplumunda aydın yönetir, asker savaşı, işçi (köylü, tüccar, esnaf vb.) çalışır.
platon'un seçkinler egemenliği anlayışının bir türevi de teknokrasidir. teknokrasi, idare ve karar alma mekanizmalarında teknik insanların, uzmanların bulunduğu bir idare şeklidir. teknokrasi aziz simon ve augeste comte gibi filozoflarca savunulmuştur. bunun aristokrasi altında ele alınmasının sebebi ise, klasik çağlarda teknokratların aristokratlar, soylular arasından çıkmasıdır.
thomas hobbes ve tek kişinin mutlak yönetimi (mutlakiyet)
yönetimi tek kişinin mutlak otoritesinde birleştiren bu yaklaşım, geçmişte monarşinin ve günümüzde diktatörlüklerin felsefi açıklamasını sunar.
bu tek adamın meşruiyetini ise, insan doğal durumdan çıkışına bağlar. hobbes'a göre insan, doğası gereği, bencil bir varlıktır. o, bir yandan maddi ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, üreme vb.) doyurulması peşinden koşarken, öbür yandan, başkalarına hükmetmek, onlara iradesini kabul ettirmek ister. ancak insanların arzuları, eğilimleri, doğal olarak, birbirlerine ters veya uzlaşmaz olduğu için bu durum onlar arasında çatışmalara yol açar. herkesin başkasına zararuna olarak bencil arzularını, eğilimlerini tatmin etme peşinde koşması "herkesin herkesle savaş durumunu" yaratır.
hobbes'un şu ünlü sözü "homo homini lupus / insan insanın kurdudur." bu doğal durumu açıklamak üzere söylenmiştir. hobbes'un bahsettiği bu doğal durum, insanları sürekli olarak emniyetsiz, yalnız, yoksul ve kaba kılar. fakat bununla birlikte, insanlar yaşamak, varlıklarını sürdürmek isterler ve tabii zamanla akıllanırlar. insanlar, hayatta kalabilmek veya hatlarını sürdürebilmek için akıllarını kullanarak başka insanlarla bir uzlaşmaya girmenin ihtiyacını hissederler ve uzlaşmanın yolunu ararlar. bunun için onlar kendi aralarında birbirlerine zarar vermeme taahhüdünde bulundukları bir sözleşme yaparlar. ancak bir sözleşmeye uyulması için tarafları bu sözleşmeye uydurabilecek bir güç de gereklidir. işte devlete veya bir egemene ihtiyaç bu noktada ortaya çıkar. devlet, insanların kendi aralarında uymayı kabul ettikleri sözleşmenin şartlarına onları zorla uydurma gücüne sahip olan kurumdur. insanlar bir yandan barış için bir sözleşmeye girerken, öbür yandan kendilerini bu sözleşmeye itaat ettirecek ve uymayanları cezalandıracak bir egemeni kendi aralarından çıkarırlar ve ona kendi üzerinde iktidar ve yetki verirler. hobbes'a göre, bu egemen kişinin hem tek bir kişi olması hem de uyruklar üzerindeki egemenliğinin mutlak olması gereklidir. hobbes, egemenin birden fazla kişi olması halinde egemenin gücünün bölüneceğini ve doğal durumdaki sorunları tekrar yaşanabileceğini düşünür ve bu yüzden egemenin tek bir kişi olması gerektiğini ifade eder.
jean jacques rousseau ve demokratik totalitarizm
j.j. rousseau, hobbes gibi insanlığın doğal durumundan hareket eder ve yine hobbes gibi insanların bu doğal durumdan bir sözleşme ile medeni veya siyasal duruma, topluma geçtiklerini ileri sürer. ancak onun bu doğal duruma ilişkin tasviri hobbes'unkinden epeyce farklı olduğu gibi siyasal toplumda egemenin kim olması gerektiğine ilişkin görüşleri de hobbes'unkine taban tabana zıttır. bununla birlikte rousseau, egemenin gücünün mutlaklığı ve sınır tanımazlığı konusunda hobbes ile benzer düşünür ve bu bakımdan locke gibi bu gücün kesin olarak sınırlandırılmasını isteyen klasik liberal demokrasi geleneğine mensup düşünürlerden ayrılır. ayrıca, rousseau, egemenin gücünün sınırlandıracağı gerekçesiyle kuvvetler ayrılığı ve hatta sivil toplum örgütlerinin iradelerini reddeder. fakat burada kastedilen egemenlik, halkın egemenliğidir; kişinin, ailenin veya grubun değil. ilk örneklerinin meşruti monarşiler olduğu demokratik totaliterizm, esasında daha çok despotik cumhuriyetlerde kendini ortaya koymuştur.
john locke ve liberal demokrasi
locke da hobbes ve rousseau gibi toplumu sözleşmeye dayandırır ve yine onlar gibi doğal durum ve medeni durumu ayırır. fakat doğal durum tasviri farklıdır. doğal durumda insanlar eşittir ve aynı haklara sahiplerdir. aralarındaki ilişki doğa yasası tarafından düzenlenir. ta ki, paranın ortaya çıkışına kadar. parayla birlikte kendi ihtiyaçları için değil; pazar için üretmeye başlayan insanlar, zamanla burjuva toplumu meydana getirmişlerdir. bireysel ihtiyaç fazlası üretimin neticesinde mülkiyet kavramı gelişmiştir. böylelikle eski doğa yasasından teşekkül etmiş doğal durum bozulmuştur. bu bozulma beraberinde hobbes'un doğal durumunda olduğu gibi bir gerilim aşaması meydana getirmiştir. bu huzursuz, gerilimli durumdan kurtulmanın yolu ise, diğer insanlarla sözleşme yaparak medeni duruma, devlete geçmek olacaktır. locke, bireylerin doğal durumu terk edip bir sözleşme ile medeni duruma geçmelerinin nedeninin, canlarını, özgürlüklerini ve mülklerini daha iyi koruma düşünceleri olduğunu söyler.
bu sözleşme kapsamında oluşan devlet düzeninin sürdürülebilir olması için insan aklı iki ilke ortaya koyar.
1. çoğunluk ilkesi
çoğunluğun sözünü geçmesi ve böylelikle azınlığın tahakkümünün sonlanması.
2. kuvvetler ayrılığı
egemenliğin ve onu idare eden gücün sınırlandırılması, kontrollü hale getirilmesi.
günümüz modern demokrasilerinin halkın egemenliği, sınırlı güç, hukuk devleti, mülkiyet hakkı, bütün insanların yasalar önünde eşit olması gibi çıktıları locke görüşlerinin eseridir.
locke'un bu görüşleri, şu ana kadarkiler arasında en modern ve makul olanıdır. fakat bununla birlikte farklı yönlerden farklı eleştiriler almıştır;
> teokratik itiraz. dinciler, dini kuralların yadsınması sebebiyle itirazda bulunurlar. çünkü, demokratik düzen pozitif hukuk içeren anayasal düzendir, dini kaideleri ya tamamen ortadan kaldırır ya da minimize eder. ayrıca, demokratik toplum seküler olmaya meyillidir.
> aristokratik itiraz. çoğunluğun kararı her zaman doğru değildir ve karar alma mekanizmalarını yozlaşmaya iter. demokrasi, demagoglar üretir. sanırım itirazlar arasında en makul olanı bu. fakat üzerinde epey tartışmak gerekir. şimdilik geçiyorum.
> faşizan itiraz. devletin yüceliği ve mutlaklığını esas alan hegel gibileri tarafından yöneltilmiştir. liberal demokrasi, devletin kapsamını ve gücünü büyük ölçüde sınırlar.
> marksist itiraz. liberalizme ve kapitalizme yönelik yapılan bu itirazlar, demokratik düzen için de geçerlidir. epey kapsamlı olan bu itirazlara burada detaylıca girmek yerine kısaca geçmek daha iyi olacaktır. yeryüzündeki tüm maddi kötülüklerinin müsebbibi olarak görülen sınıf sistemi, temelde mülkiyet kavramından ortaya çıkar. john locke'un doğal durumdan medeni duruma geçişin sebeplerinden biri olarak gördüğü mülkiyet, marx'a göre "medeni durum"daki tüm kötülüklerin anasıdır. marksizm gibi bir düşünce sisteminin çıkış noktası bu olduğuna göre, liberal demokrasiye temelden zıt olduğu rahatlıkla söylenebilir. iki zıt düşüncenin belki de tek ortak yanları vardır; o da halkın egemenliğidir.
siyaset felsefesinin üçüncü sorusuyla konumuza devam edelim;
3. egemenlik mutlak mı sınırlı mı olmalı?
siyaset felsefesinin "devleti kimler yönetmeli?" sorusuna verdiğimiz cevap, esasında sonraki sorulara da cevap ihtiva ediyor.
bu sonraki sorular biri olan egemenliğin ölçüsü ne olmalı veya bir diğer deyişle egemenlik mutlak mı yoksa sınırlı mı olmalı sorusuna,
mutlak diyenler; teokrasiyi savunanlar, hegel gibi monarşiyi savunanlar ve j.j. rousseau gibi totaliter demokrasiyi savunanlar olarak özetleyebiliriz.
egemenliğin sınırlandırılmasını yani meşruti bir düzeni savunanlar ise, bu isimlerden geriye kalan neredeyse bütün düşünce dünyası. tabii bunların arasında anayasal demokrasiyi savunan locke, mill ve hayek gibi liberalleri, en hararetli savunucular olarak bir kenara koymamız da fayda var.
lord acton şu sözüyle bu sorunun cevabını bitirelim: "her iktidar bozar. mutlak iktidar mutlaka bozar."
4.devletin birey ve toplum üzerindeki ağırlığı nasıl olmalı?
ya da bir diğer deyişle devlet mi esastır, toplum mu yoksa birey mi?
bu soruya devlet diyen en önemli düşünürlerden biri, hegel'dir. hegel'in mutlak devlet anlayışı ilerleyen yıllarda italya'da faşizm ve almanya'da nasyonel sosyalizmin fikirsel altyapısını oluşturmuştur. ayrıca, bir uluslararası ilişkiler teorisi olan realizmde burada beslenir.
bu soruya toplum esastır diyen en bilindik akım, sosyalizmdir. sosyalizmde ne devlet esastır ne de birey.
bu soruya birey esastır diyenler ise, liberallerdir. john locke ile ilgili pasajda epey bahsetmiştik.
bu soruyu biraz değiştirip "devletin sorumluluk alanı nedir?" diye sorduğumuz da yukarıdaki üç farklı ana akım şu şekilde cevaplar verecektir;
1. güvenlik ve yargı
2. eğitim ve sağlık
3. sosyal yardımlar
4. ekonominin idaresi
liberalizm, devletin birincil sorumluluk alanının güvenlik ve yargı(1. madde) olduğunu savunur. eğitim ve sağlık(2. madde) ikincil sorumluluk alanıdır fakat bu alanda kamu mutlak egemenliğe sahip değildir. özel kuruluşlarda eğitim ve sağlık alanında hizmet sunabilir. liberalizm devletin sosyal yardımları(3. madde) tamamen kesmesi veya minimuma indirgemesi gerektiğini çok katmanlı sosyoekonomik sebeplerle savunur. son olarak ekonominin idaresi (4. madde) ise, ekonominin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için devletin elini çekmesi, dahil olmaması gerektiğini savunan bir alandır. ekonominin işleyişine doğrudan ve dolaylı olarak kamudan gelen herhangi bir müdahaleyi reddeder. fakat ironiktir, liberalizm, ekonomik kriz dönemlerinde kapitalist sistemin sürdürülebilmesi için devletin ekonomiye müdahalesinin de gerekli olduğunu düşür. bir başka deyişle, ekonomik liberalizm, devletin ekonomiye müdahalesine karşıdır; kriz dönemleri hariç.
devleti esas olan realizm anlayışı, 1. 2. ve 3. maddeleri devletin sorumluluk alanı olarak görür. 4. madde için ise, muhtelif görüşler bulunmaktadır.
marksist/sosyalist yaklaşım, yukarıda sıralanan dört maddenin dördünün de devletin sorumluluk alanına girdiği ve bu dört alanda da mutlak kontrolünün olması gerektiğini savunur. özellikle liberalizmin devleti dışarıda tuttuğu 3. ve 4. maddelerde, devletin yokluğu burjuva ve kapitalistin hakimiyetine yol açar. bu hakimiyet sınıflı topluma yol açar. komünizmin gerçekleştirilebilmesi için bu dört alanda da mutlak devlet hakimiyeti sağlanmalı ve kapitalistlere meydan boş bırakılmamalıdır.
gördüğünüz üzere bu dört madde üzerindeki devletin sorumluluğu / hakimiyeti felsefi yaklaşımların idealize edilmiş toplumsal yapılarını ortaya koymaktadır.
# siyaset felsefesine dair şahsi görüşlerim
bu entry bitirirken son olarak artık şahsi görüşlerimi de sunayım.
öncelikle modern dünyada devletin ulusiçi ve uluslararası düzeyde pek çok kötülüğün aracı olduğu muhakkak. fakat bu, devleti, kötülüğün sebebi yapmaz ve hatta devleti kötülüğün kaynağı olarak savunmak, bizim hedef şaşırmamıza sebep olur. dolayısıyla, yeryüzünde bir kötülük varsa, bunun sebebi olarak bir araç olan devleti görmek yerine uluslararası sistemdeki tüm aktörlere pay çıkarmalıyız. bunda devletleri idare eden yönetici erki, uluslararası finansal sistem, uluslararası şirketler ve hatta din ve ideolojilere dahi pay çıkarmalıyız. devletsiz bir dünyanın daha iyi olacağı tamamen farazi bir düşüncedir. zira daha önce insanlığın hiç şahit olmadığı (doğal durumu kabul etmiyorsanız tabii) bir düzenden (veya düzensizlik demek daha doğru olabilir) bahsediliyor. tamamen teorik bir değerlendirmenin, pratik olarak tamamen muamma olan bir düzeni savunmak, şahsımca, insan aklıyla dalga geçmek olur.
ayrıca, erdemli yöneticiler tarafından idare edilen devletlerin, sistemdeki bozulmalara karşı kullanılabilecek en iyi araç olduğunu da söylemek gerekiyor. insanlığın ilkel çağlarından modern çağa değin sosyokültürel ve sosyoekonomik alandaki gelişmeler, kabul etmek gerekir ki, devletlerin imkanları ve araçlarıyla sağlanabilmişti. dolayısıyla, şayet bir hata ve bozulma varsa, bunun müsebbibi olarak devletleri görmek yerine devletleri idare edenleri sorgulamak daha mantıklı olacaktır. ki gelgelelim günümüzde uluslararası sisteminde devletlerin başat aktörlüğü sarsılmak da ve yükselen şirketler devrine giriş yapmaktayız. neticede devlet, pek çok açıdan gereklidir ve değerlidir.
"devleti kimler yönetmelidir?" sorusuna "toplumsal düzende huzur ve refah hangi rejimle sağlanabilir?" sorusuyla karşılık verebiliriz.
mantıki değerlendirmesi yapılamayan, yasaklamaya, ksııtlamaya ve ötekileştirmeye meyilli dini kaide ve kurallarla hükmetmek belki, bu kaide ve kuralların yarattığı dogmalarla yaşamını biçimlendirmiş kitleler için makul olabilir. fakat bu beraberinde medeniyetler çatışmasını getirir ve getirmiştir de. dolayısıyla, ulusiçi ve uluslararası çatışmalara zemin hazırlama potansiyeli itibariyle teokratik rejim savunulamaz.
seçkinlerin idaresi, tarihin uzunca bir döneminde gördüğümüz aristokratik rejimi ortaya koymuştur. idari mekanizmalara konuşlanmış bu seçkinlerin, iyi eğitimli ve entelektüel kişiler olmasıyla rejimin huzur ve refaha katkısı artmıştır. fakat aristokrasinin sadece ekonomik varlıklarıyla öne çıkıp entelektüel olarak düşük profilli olmaları halinde huzur ve refaha ters etkisi olmuştur. dolayısıyla, seçkinlerin idaresi bir nevi şansa dayalıdır. 19. yüzyıla kadar aristokrasinin varlığı makul görülebilirdi. ta ki bu yüzyılda yaşanan hümanist gelişmelerle özelde bireyin genelde alt sınıfların bilinçlenmesiyle halkın egemenliğinin önünde aristokratik gelenekler duramamış ve hızla zayıflamıştır. günümüzde ise, klasik anlamıyla bir aristokratik düzeni savunmak mümkün değildir. fakat bu seçkinlerin idaredeki önemini azaltmaz. bu sebeple, günümüzde soydan veya maddiyattan gelen seçkinlikten ziyade liyakattan, uzmanlıktan ve entelektüel kapasiteden gelen bir seçkinlikten bahsetmemiz ve savunmamız mümkündür. kısaca, teknokrasi dediğimiz bu düzende bir konunun uzmanları, o konunun idare ve karar alma mekanizmalarına yerleştirilir. onlar artık sadece danışman değil; aynı zamanda idareci olarak görülmelidir. bu son haliyle teknokrasi, liyakatın esas alındığı meritokratik düzende pekala da savunulabilir. fakat meritokrasinin ancak yeterince eğitimli kitlelere sahip olmayan ve buna rağmen demokratik siyasi seçimlerle idaresini belirleyen ülkelerde tutunabileceğini, savunulabileceğini belirtmeliyiz. toplumu yeterince eğitimli olan demokratik ülkelerde meritokrasiye zaten ihtiyaç kalmaz. çünkü, bu tip ülkeler aynı zamanda hukukun çok güçlü olduğu ülkeler olacağından hem adil ve liyakat esasları bürokratik mekanizmalar oluşturmuştur. netice itibariyle, bir seçkinler idaresi, teknokratlardan teşekkül etmeleri halinde ve sadece yeterince eğitimli olmayan fakat demokratik seçimlerle idaresini belirleyen ülkelerde makul görülebilir.
monarşiler ise, aktif olarak ömürlerini dolduran ve ancak pasif olarak sembolik anlam taşıyan yapılar olduğundan savunulması, savunulsa dahi uygulanması mantıken doğru olmayacaktır. halen monarşiyle idare edilen ülkelere de, ne diyelim, allah kurtarsın.
ve tabii son olarak demokrasi.
birtakım eksiklikleri, yetersizlikleri ve zaman zaman siyasi krizleri olsa da elimizdeki en iyi seçenek ve hatta tek seçenek olması itibariyle demokrasi savunuyoruz.
fakat demokrasi hakikaten her zaman her yerde en iyi seçenek midir ve hakikaten başka seçenek yok mudur?
demokrasiler, diktatörlüklere zemin hazırlıyorsa, halen savunulabilir mi? platon'un çok haklı olarak ifade ettiği bu durum pek çok defa tecrübe edilmiştir;
"demokrasi, bir eğitim işidir. eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. devam edilirse demagoglar türer. demagoglardan da diktatörler çıkar."
peki, eğitimli kitlerle eğitimsiz kitleleri nasıl ayırabiliriz? hangi kitle için demokrasinin daha makul olduğunu hangi ölçütlerle belirleyebiliriz?
buna verilebilecek pek çok subjektif cevap olduğuna eminim. fakat sanırım verilebilecek en objektif cevap; popülizme meyildir.
derinliğini ve etki alanını düşünmeden, geleceğe yansımasını hesap etmeden bir siyasi kararın, sadece ve sadece bireysel faydasına bakarak savunuyor veya reddediyorsa, o kitlelere eğitimsiz denilebilir. ki bu fayda kısa vadeli olup uzun vadede tam tersi bir zarar meydana getirecekse, fakat bu kitleler tarafından görülemiyorsa, eğitimsizlik ayyuka çıkar.
popülist söylemlere meyilli insanların ortak özelliği de yeterli eğitimimi alamamış insanlardır. bu insanlar, derinlemesine ve bütüncül düşünemez. duymak istediklerini söyleyen siyasilere oylarını verirler. aldıkları siyasi kararlarla günlerini kurtaran fakat geleceklerini yakan siyasilere destek verirler.
dolayısıyla, demokratik geleneği zayıf olan toplumlarda demokrasilerin, popülist söylemlerle neticesinde diktatörler yaratması şaşırtmaz. bunu engellemenin iki yolu vardır; ya demokrasi için uzun uğraşlar, bedeller ödenmelidir ya da aydınlanmacı seçkinler ve/veya despotlarla demokrasiye toplumsal zemin hazırlanmalıdır. batı demokrasileri, ilk yolu seçmiştir, daha doğrusu o yolu yaratmıştır.türkiye ise, ikinci yola mecbur kalmış ve maalesef aceleci davrandığı için demokratik zemin yeterince oturmamıştır. toplumun seçkinler veya despotlar tarafından demokrasiye hazırlanması da insanı tebessüm ettiren bir başka ironik süreçtir.
platon'un demokrasi reddiyesini içeren yukarıdaki sözünün ardından kapanışı churchill'in demokrasiyi istemeyerek güzellediği deyişiyle bitirelim;
"demokrasi en kötü yönetim biçimidir; bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç."
not: işbu siyaset felsefesinin tarafımca çıkarılmış naçizane notunun kısalığı, yetersizliği aşikardır. bu sebeple, siyaset felsefesine dair her yeni okumayla birlikte bu entryi genişleteceğim. ta ki, sıkılana kadar. eksik ve dahası yanlış olduğunu düşündüğünüz yerlerle ilgili yeşillendirmenizi rica ederim. özellikle, son kısımdaki siyaset felsefesine dair şahsi görüşlerim eleştirecek arkadaşları görmek beni pek bir memnun edecektir.
özellikle bazı konular ve kavramlar var ki, üzerinde ne kadar konuşulsa ve yazılsa bana az geliyor. demokrasi ve özgürlük bunlardan biri. uygun olduğum ilk anda bu iki kavrama dair detaylı bir içerik girmeye çalışacağım. tabii yine felsefe geçmişimizden faydalanarak.
son olarak bu özet çalışmanın ahmet arslan hocanın henüz okuduğum kitaplarından yaptığım bir derleme olduğunu belirtmeliyim. aynı kitapları okumuş arkadaşların 'bunu ahmet hocadan çarpmışsın.' tepkilerini de böylelikle savmış olayım.
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap