5020 entry daha
  • mutsuzluktur... insanlar artık soğuk ve mekanik bir dünyada boş seslerle sürekli bombalanmakta. etrafı her taraftan sarıldı; konuşma ucuzladı, cinsellik de insanın sevilmediğinde sahip olduğu tek tesellisi olup çıktı. üretimlerin artışı ve internetin yaygınlaşması ile birlikte önüne sonsuz seçenek yelpazesi konuldu ve karşılaştırma prensibine dayanan sosyal medyanın ortaya çıkışı ile de, insan artık büyük bir gölette küçük bir balık oldu. mekanikleşen bu modern dünyaya yaslanma arzuları tetiklendikçe de aşınmış bir kimlik duygusu baş gösterdi: insan doğasının dümeni ruhsal bilinçaltı modern dünya insanını kontrol altına almaya çalışınca da bu çatışması depresyon rekoru kırdırdı; insanların bilinç düzlemindeki yaşantıları bu ruhsal bilinçaltlarını bastırmakta yeteri kadar başarı gösteremeyince ruhsal acılardan kıvranmaya başladılar ve soluklarını da psikiyatrilerin, bu ruhsal bilinçaltlarının seslerini bastırıp kesebilecekleri psiko-farmakopi'deki palyatif dozlarında aldılar. * modern düzen koşullarının başarı ve kazanç için talep ettikleri pahalıya patladı, insanların bu kez de ruhsal kazançlarından ödün vermelerine neden oldu. gelişen teknoloji ve endüstrilerle birlikte çok şeyi kazandı, ancak ilerleyen satırlarda genişletilecek olan; kendi ruhundan çok şeyi kaybetti.

    facebook ve instagram gibi platformlarda, haber akışlarını aşağı doğru kaydırırken; bu perdelerin arkasında ne olduğunu göremeyen insanlar; kazanamayacağı hileyle dolu bir yarışı izlerken kendi kusurlu dünyalarını da görmeye başladı ve kendilerinden 'daha başarılı ve daha mutlu olduğunu' düşünme tuzağına yakalanan insanların mutluluk hisleri bir dislike daha almış oldu. oysa ki sanal ölçüm çubuklarını yükseltebileceği sanal arkadaşlar biriktirmeye çalışırken de kaç sanal arkadaş; gerçek yaşamdaki tek iyi bir arkadaşa değerdi bu soruyu sormayı unuttu. bir kamp ateşi etrafında vakit geçirmenin ya da karşılıklı bir sohbette içilen iki fincan kahvenin önemini televizyon dizileri ve sosyal medya beslemeleri aldı. dalda böyle sallanıp duran - önünden geçen her trene bakarak atlamaya çalışan bu insanı, bir de yarı dolu entelektüel züppeler ve ezici sayıda uzmanlar kuşattı: ne yapmaları gerektiğini öğütlemeye başladıklarında da artık, birbirinden zıt söylemlerin altında kalmaya da başladı. bununla birlikte aslında insanın artık sahip olabileceği düşüncelerinin önemi kalmıyordu; sanki her şey bugüne dek söylenmiş, aralarından birini seçmeleri gerekiyormuş gibi.

    düşüncenin önemi de çekip gidince bu modern insan için hayatın da artık anlam ve tadı kalmadı. hayat öylesine akıp geçiyor, artık en karmaşık matematik bilmecelerini çözebiliyor, fakat hayatın önüne koyduğu bilmecelerini çözemiyor; kariyerinde başarıyı 12'den tutturmuş olsa da kendisini yaşamın bir parçası gibi hissetmiyor, her an sahnenin terk edilebileceği bir tiyatroda gibi yaşıyor. böylelikle de yaşamın her gün kurgulanmaktan daha öte anlamı kalmıyor, tatmin edici olmaktan her gün biraz daha uzaklaşıyor. hayatlarına alacakları yeni kişilerin veya yeni aşk birlikteliklerinin ve yeni aktivitelerin de önemi kalmıyor, çünkü bunlar zaten çoktan denenmiş yollar oluyor. zavallı modern insanın hangi yolların ve duyguların kendisine döndüreceğine ilişkin cevabı kalmamıştır. nihilist görüşlerin de inatla üzerine gitmekte olduğu gibi kolektif bir yaşamın değil; modern insan yaşamındaki bu öznel öykünün mantığını çözememekten yakınıyor: nihilist düşüncenin bu insanı yorumlamakta gösterdiği saf dillilik; zaten insanların kendilerini sonsuz bir boşluğa fırlatılmış gibi hiçlik ve anlamsızlık duyguları içinde kaybolup gitmelerinin sancısını bir kat daha derinleştiriyor. başta çekici gelen yeni görüşler de içinde olmakla birlikte hepsi, yerini yine çok geçmeden ruhsal bilinçaltlarına terk edeceklerdir. kendilerine kompozisyon başlığı arayanlar, elbette nietzsche'nin dövmelerini göğüs ve kollarına yapıştırabilirler; ama cevap nietzsche'nin denemelerinden ötedir.

    modern yaşam düzeninin insanı artık her şeyi emen bir süngere dönüştürdüğünü anlamakla bu cevaba yaklaşabiliriz: fromm'un buna ilişkin betimlemesi vardır: "dışarıda büyük bir laboratuvar var" insanlar başkalarının kulaklarıyla duymaya, başkalarının hisleri ile algılamaya, karşılarında kim varsa onun konuşmalarını taklit etmeye ve çevresine sürekli bitmek bilmez bir rol yapmaya başladı. modern insanın içi oyuldu -kendi adına bir profili kalmadı. modern insanın; artık bir an yüreklenip harekete geçirmeye çalıştığı duygular bile yolda kalıyor. etraflarını kuşatmış olan dev bir internet ağının ve büyük bir kitle kalabalığının içinde bağlantı kurabiliyor, ancak anlamlı olan bir ilişkiye giremiyor; yaşamdaki bu bilinmezlikleri anlamlandırmakta bile metaforlardan medet umuyor, yine de içlerinde olup biteni - kopan fırtına ve boşluk duygularını kimseye ulaştıramıyor.

    modern insan, bu mutsuzluk salgınlarından muzdarip olurken, mutlululuğun tanımını da yitirdi: mutluluk; sadece insanın kendisini boş hissetme meselesi, bir konser heyecanı ve cinsel aktivite gibi geçici titreşimler oldu. sigm. freud'un da (daha sonra bir kenara bırakacağı) -cinsellik ve haz kuramı-nın insanı nevrotik olmaktan kurtarması şöyle dursun hayatının altına başkalarının imza atmasını bekleyen insanların; yürek hoplatacı hazları deliliği bile önleyemiyordu. bilinç ve bilinç dışı algıları ayrıştırmaya çalışan, insanların gündelik bilinci ile yetinmeyen ve bilinç dışına ilişkin sorular soran derinlik psikolojisi tüm davranışsal kuramların aksine antropolojiyi de dahil ederek gerçek ihtiyacı; yaşamın vazgeçilmez duygusu mutluluğun neden kaybedildiğini sormaya başladı:

    insanların yaşam tarzı çok kısa bir sürede baş döndürücü hızla değişti; tarihin tarım devriminden orta çağa kadar geçen 10.000 yıllık sürede insanların modern yaşam tarzı 150 - 200 seneden daha eski değil. endüstri çağından hemen sonra iletişim & internet teknolojisinin de son 40 - 50 senede yaygınlaşmasının ardından çalışma koşulları da dahil insanların ilişki modelleri de baştan yazıldı. sosyologların da görüş birliği içinde oldukları gibi; endüstriyel & ekonomik yapılarda ortaya çıkan değişimler kişilik ve insan ilişkilerinin değişimlerine de yol açar. bu değişim gündelik yaşantılarda hangi duyguların açığa çıkarılacağını ve bunların da nasıl algılanacağını belirlemeye kadar ilerler. antropologların 'homo erectus' olarak kabul ettikleri insan atalarından bu yana geçen bir milyon seneyi aşkın bir zaman diliminde modern yaşam tarzlarının payına düşen 40 - 50 sene ise insanlık tarihi için henüz çok yenidir. istatistikler de göstermekte ki bu sürede, modern yaşam tarzına hızla adapte olmuş insan, daha önce görülmemiş bir ruhsal bunalım ve mutsuzluğun pençesine düştü.

    paleolitik çağdaki avcı toplayıcı yaşamda insanlar bitki ve hayvanlarla uğraşan ve düzenli olarak fiziksel faaliyetlerde bulunan topluluklardı; internet ve diğer elektronik cihazlar da olmadan grup iletişimini başarmış insanlardı. iletişim hatları modern iletişim ağlarından güçlü idi; birbirlerinin ünü, karakterleri, duyguları hakkında dolaysız bilgilere sahiptiler. modern insan konforlu yaşam tarzı ile çok hızlı bir şekilde ileri doğru giderken ne yazık ki ruhu da bu telaşlı yaşam tarzına ayak uydurmakta geri kaldı. çünkü uyguladığı kural ve kanunların çoğu iş ya da günlük yaşantılarında olsun üzerinde kontrolü olmayan veya kontrol edemeyecekleri bir sistem tarafından belirleniyor. bir başka deyişle de paleolitik çağlardaki yaşam tarzı ile karşılaştırıldığında adını bile bilmedikleri hiyerarşilerin en dibinde duruyor. bu sırada değişiklik yapma çabasını denemeye kalkan modern insan kronikleşmiş stresleri bir yana da kronikleşecek depresyonu da kucağında buluyor. modern insan mutlu olmak için adını koysun veya koymasın beynini taş devrine programlamaya çalışıyor. psikanalizin; başından beri bir çatışma olarak bulguladığı sürecin tanımını açık olarak anlatmaya kalkışırsak eğer, sanırım bundan daha iyi yalın bir ilişki de bulamayız. "uygarlığın mükemmelikle; insana çizilmiş mükemmelliğe giden yolla aynı anlama geldiği şeklindeki ön yargıya katılmaktan kaçındık" diyen nazik freud'un da bu çatışmayı böyle ilişkilendireceğinden hiç kuşku duymazdım. değişime çok sıkı bir direnç gösteren ruhsal bilinçaltındaki insan doğası ve onun paleolitik mirası; modern yaşamın psikolojik mekanizmaları ile uyuşmuyor: modern yaşam; bir takas gerektiriyor...

    modern insan birisi hakkında edinebilecek ilk izlenimin "ne iş yapıyorsunuz" sorusu olduğuna da şaşırmaz. çünkü bu garipsenmeyen kültürel bir norm haline geldi. insanların kim oldukları sorusu da iş kimliklerine gömülür hale geldi. feodal düzenden sonra, r. descartes, o ünlü sorusunu sordu: "ben, ben olduğumu nereden biliyorum? şüphe ediyorum, şüphe ediyorsam eğer düşünüyorum; düşünüyorsam varım" diyerek cevapladı; ama descartes feodal düzenden sonra insanın baskıdan kurtulacağına inandığı için bu betimlemeye başvurmuştu. descartes, yalnızca düşünceyi insanın kendine vermesi gereken bir cevap olarak anladı; çünkü doktor olmak, avukat veya bir mühendis olmak gibi formüller insanların kim olduklarını açıklayamıyordu, bu birlikte yaşanan bireysellikle de bir ilgisi bulunmayan kitlesel bir özdeşlik duygusu idi. modern insan, işinin yaşam amacının ve kimliğinin temelini oluşturduğuna inandı; ama h. d. thoreau'nun daha şu sözcükleri bile modern insana yabancı idi: "işçi kendisine ödenen ücretten başka bir kazanç sağlamıyorsa kandırılmıştır"

    ofis masaları modern insanların sunakları olup kötü işleri de iyiye çevirecek sihirli maaşlar aranır oldu: "hayatımı boşa harcıyormuşum gibi hissediyorum ve çalışmam bile bana anlamsız geliyor - maaşımın ve statümün ayrıcalığını anlıyorum, fakat bir noktada maaşınızın ne olduğu da önemli değil" diyenlerin sayıları üzerinde artık durmaya gerek pek yoktur, ancak başta mekanizma basit görünüyordu (?) bir orta çağ köylüsü modern bir bankacı ile kıyaslanamayacaktı? modern banka işçisi, bir orta çağ köylüsünden daha hoşnutsuz duruma düşünce de insan yaşamını verimli hale getirdiğini iddia eden teknolojilere rağmen modern yaşam modelinin insanı daha verimsiz hale mi getirdiği soruldu. sezgisel olarak bankacının köylüden daha mutlu olması bekleniyordu; ama kulube ve paris'in en güzel caddesi olarak gösterilen şanzelize insanın ruh halini belirlemiyordu.

    konforlu yaşamdaki modern insan; (bir ölçüde) kendisini dış dünya'daki tehditlere karşı koruma altına alabiliyor ve ekonomik tasarımını garanti edebiliyor, fakat bu git gide kendisine ve birlikte yaşadığı çevresine karşı daha fazla yabancılaştırıyor. yabancılaşma kavramı; belirli bir toplumsal düzende, normal kabul edilmiş kuralları uygulamak pahasına insanın, kendi yaratıcı imkânlarını geliştirememesi ya da bastırmasını ifade etmektedir. insanın, en büyük değeri olduğu kuşkusuz olan mutluluğunun ortadan kalkması, insan doğasının ne olduğunu aramaya götürdü ve "insan, avcı - toplayıcı yaşam tarzına daha mı uygundu" sorusu ile yola çıkıldı. kronolojik bir sıralamada ilerlemeler sümer şehir devletlerinden başlayarak asur ve babil imparatorluklarına gider. avrupa imparatorluklarının yayılması da teknoloji ve ürünlerin gelişmesini destekledi, fakat kapitalizmin kendisini kesin olarak duyurmasına kadar; (bu afrikalı ve avustralya aborjinleri için gerçi zaten iyi bir haber hiç olmadı), asıl olarak son 150 - 200 senede dikkatleri çekmiş bu muazzam büyüme ile birlikte benzerine de daha önce tanıklık edilmemiş bir mutsuzluk ve yalnızlık sorunu patlak verdi.

    bundan sonra modern yaşam refah ve insan mutluluğunu gayrisafi yurt içi hasıla ölçümleriyle bir tutacak; ekonomik büyüme modern toplumların asıl başarısı sayılacaktı, ancak her şeye rağmen bu bir ekonomist için kötü de değildi; çünkü bu gelişme insanlara daha konforlu yaşam imkânları sunacak, insanlar daha iyi tıbbi bakımlar görerek hastalıklardan korunacak, daha büyük evlerde oturacaklar ve daha hızlı giden arabalara binerek daha lezzetli menüleri seçebileceklerdi. bunlar da bir ekonomist için insanın mutluluk çağrısına cevap verebilecek şeylerdi; ama bu argümanlara rağmen bunların mutluluğa dönüşmediklerini, paleolitik veya tarım çağlarındaki insanların daha büyük konforlu evlere ve daha iyi yemeklere sahip olmadıklarını, yine de modern insandan daha mutlu oluşlarını ispat edersek o ekonomistimiz; kariyerini elinin tersi ile itip bir hippi topluluğuna katılmayı mı düşünür, yoksa ne pahasına olursa olsun onu insan mutluluğu ile takasa mı sokardı?

    bugüne dek antrapolog ve tarihçiler hemen her şeyi araştırdılar; öte yandan sosyologlar bunların insan mutluluğuna olan etkilerini sordu; psikanalistler de bu etkilerin insanlardan neler alıp neler verdiklerini anlamaya koyulur iken, bunlar arasındaki çatışmaları ileri sürerek, nevrotik tanımının temelini bulduklarına inandılar. bu sırada konrad lorenz veya burrhus frederic skinner gibi evrim teorisinin sözde bilimcileri de modern insanın mutluluğunu laboratuvarlarında koşullandırdıkları fareleri ile anlamayı denedi. bugün de davranışsal kuramın ya da akademik psikolojinin inşasına katkıda bulunmuş bu gibi isimler daha basit ve ortalama cevapları tercih etti ki sonunda ise bu da bir ekonimistin mutluluk formülünden daha ileri gidememişti ve bu isimlerin arasında akıllara bir şaşkınlık verecek derecede saçmalıklar bile bilimsel kanıtların çıkış noktası gibi yazılıyordu: 1966 senesinde yayınlanan saldırganlığın grup oluşumundaki rolü adlı kitapta konrad lorenz annesinin hizmetçisi ile olan geçimsizliklerini bir insan doğası olarak öne sürmüş ve bilimsel anlamda insan doğasının çıkış noktasını annesi üzerinden almıştı. sözde buna göre insan da sürekli değiştirmeli yenisini almalı idi, bunun ne olduğu önemli bile değildi; hizmetçiniz olabilir - hayatınıza aldığınız kişiler, kullandığınız ürünler olabilirdi ve böylelikle sürekli değiştirip, yenilerini alma döngüsü ile saldırganlıktan da uzaklaşır ve rahat bir nefes alabilirdiniz. işte mutluluğun sihirli formülü, cinsel seleksiyonlar da içinde olmak üzere, yalnız bir yarış arenasında olmaktan başka bir yerde değildi.

    modern insanları ekolojik bir mutsuzluk ve de yalnızlık duyumlarına götüren şeyin ne olduklarını anlamak kolay olmadı, zamanla birbirinden çelişkili cevaplar getirildi; ama sonuç olarak binlerce senelik yaşam içinde akıp giden serüvende; mutsuzluk ve yalnızlıktan en çok kıvranmak modern insan döneminin payına düşmüştü ve kimi romantikler için de bu sadece alışılmamış bir sürecin geçici sızlanmaları idi. 1900'lerde sigm. freud, ca. g. jung, otto rank, san. ferenczi ve erich fromm, reich ve öte yandan da e. durkheim gibi araştırmacılara kadar bu sorular, modern insanlar için en büyük lakuna olarak kalmıştı. (en azından psikanaliz masasında bir cevap getirmek için). bundan önce tevrat, incil, kur'an gibi kutsal kitaplar - buddha felsefesi gibi zen öğretileri insan mutluluğu için halâ geleneksel yöntemlerde diretiyordu; ama bu kutsal öğretilere de modern ekonomi gölge düşürdü ve böylelikle modern insan yaşamının prensipleri arasında yeni bir çatışmanın daha fitili ateşlenmiş oldu. nitekim gelenekteki kutsal öğreti kardeşlik ve sevginin öneminden söz ederken, modern toplum insanının hayatta kalması için buna ihtiyacı yoktu; hem saf gibi damgalanmasına ve daha sonra (hem de koruma altına alacağı iyi niyetlerinin), suistimallerine yol açacaktı. kutsal öğreti ve modern yaşamın uygulamada iki farklı kulvarda gitmesi, şimdi daha çatışma içinde olan bir insanı ortaya çıkarmıştı ki başarının ve servet edinmenin de sevgi ve iyilik duyguları ile hiç bir ilgisi yoktu. modern insanın, bir yandan kulaklarına okunan bu sesler; başarılı olmaya zorlayan o yaşam motifi ile karşı karşıya gelince psikanaliz ve diğerleri tam bu çatışmanın izahına kalkıştılar. en başta sigm. freud olmak üzere aynı çatı altında birleşmiş diğerleri; bilinçaltında nasırlaşan bu çatışmaların kaldırılmasını başta kesin bir tedavi olarak belirlediler. sigm. freud döneminin etkisi altında kalıp, modern yaşamdaki çatışmaların kaldırılabileceğine ilişkin şüphelerini de eklemişti.

    saatlerimizi geri almaya devam edersek; 1600 ve 1900'lü senelerde avrupa'daki, whigs partilerine göre modern endüstri; paleolitik çağdan - orta çağa kadar insanlığın en büyük zafer yürüyüşüydü: tekerlek ve tarımdan sonra da motorlar, antibiyotikler, insanların sefaletini, hastalıklar karşısında olan çaresizliğini dindirdi. bu üssel gelişmeler modern insanı, daha korunaklı olarak çevrelerken, taş çağındaki ve orta çağdaki insanlardan; içsel faaliyetlerde de daha mutlu yapmayı başaramadı. gelişmelerin ve teknik güçlerin; insan mutluluğu üzerindeki etkileri bugüne kadar uygulamada da gösterilemedi. aslında tarımın ortaya çıkışı modern endüstri düzeninde bir kronoloji olarak geçse bile paleolitik çağdan o zamana kadar kollektif bir güç de henüz söz konusu değildi ki kollektif bir modern üretim düzeni ayak seslerini ilk olarak orta çağın kalvenizmi ile duyurdu: kalvenizm ateşe benzin döküyor gibi; tam kollektif bir modern üretim düzenine uyacak dini öğretileri vaazlıyordu.

    saatleri biraz daha geriye alırsak: insanlar meyve toplamak için ağaçlara tırmanıyor - ormanlarda mantarları koklayıp topluyor yalaklarına nehirlerden su dolduruyor, yakındıkları tek şey de sırt ve dizlerinde duydukları ağrılar oluyordu. görüntüde ise, modern insanın hiç elma yemek için ağaca tırmanması ve su içebilmek için nehir yatakları bulması gibi 'angaryalarla' uğraşmak durumunda kalmaması; o dönem için kulaklara sihirli ve cennetsi bir yaşamın asla gerçekleşmeyecek olan bir hayali gibi gelirdi. zamanda tüneller açarak saatleri çok fazla geriye doğru karıştırmak, meselenin özünden uzaklaştırabilir; ama insanın ürünler üzerindeki denetim gücü arttıkça, ruhsal ihtiyacına paralel gitmeyen, soğuk bir mekanik dünyayı da beraberinde nasıl getirmiştir; bunun anlaşılması için paleolitik çağ insanının yaşamını biraz daha yakınlaştırmamız gerekiyor: başında, endüstri ve daha sonra bilgisayar çağı, insanı doğal çevresinden ve o doğadaki yaşam yeteneklerini gösteren günlük faaliyetlerinden koparmış; bu doğasına yabancılaştırmıştır. fabrikadaki mekanik kol işçisi makinenin ve de paranın gereksinimlerine göre hareket eden bir roboto dönüşürken orta sınıf da, para olanaklarının onlara daha fazla maddi konfor sağlaması ile birlikte, belki de en fazla manevi boşluklara düşerek yalnızlık duygularına gömülen taraf olmuştur. bu sırada da yeniliklerin sürekli karanlık taraflarına odaklanıldığında ısrar edildiğini söyleyen liberaller karşımıza çıkar ve 150-200 sene içinde ortaya çıkan modern tıbbı insanlığa sunulmuş çok büyük bir armağan olarak gösterir:

    tüberküloz, kolera ve difteri gibi salgınlardan kurtulmuş olmamızı modern endüstri gelişmelerine borçlu sayarlarken iken ruhsal ızdırapların pençesinde zavallıya dönüşmüş insanların intiharlarını acaba neye borçlu sayacaklardır? amerikan intihar önleme vakfı'nın; (afsp /american foundation for suicide prevention) verilerine göre amerika'daki ölüm oranının %10'unu intihar oluşturmakta ve sadece 2017 yılında 47.173 kişi intihar ederek hayatını kaybetmiştir. yine 2017'de 1,400,000 kişi intihar girişiminde bulunmuş ve bu yaralanmaların yol açtığı sağlık maliyetleri de 69 milyar dolar olarak açıklanmıştır. dünya sağlık örgütünün (woh / world health organization) verilerine göre de her sene yaklaşık 800.000 kişi intihar nedeni ile hayatını kaybetmektedir - aynı örgütün verilerine göre yine intihar, küresel olarak dünyadaki ikinci ölüm nedenidir; oranların yarısını da 15-29- yaş aralığı oluşturmaktadır ve liberaller için bunları neye borçluyuz? tüberküloz, kolera ve difteri gibi iptidai hastalıklar tarihçilerin ortak fikirlerine göre dünya ölüm oranlarının % 5'ini oluşturur iken günümüzde intihar, dünya ölüm oranlarının % 10.7'sini oluşturmuştur. oranlarda en dikkat çekici yüzde de yüksek gelirli ülkelerde oran 24.5% iken, orta ve düşük gelirdeki ülkelerde de %10.2'dir. maddi konforun insan mutluluğuna sanıldığı gibi katkı veremediği istatistiklerden de çıkarılabilir.

    insanlık tarihi holokost ve atlantik köle ticareti gibi buhranları atlatıp köşeyi dönünce mutluluğun küresel formülünü bulduğuna ve kısa sürede bu gelişmelerle; sistematik olarak hızla yayılacağına inandı. uluslararası savaşların sona ermesi - kıtlık gibi felaketlerin de artık garanti altına alınması gazetelerce ve günün köşe yorumcuları tarafından baş döndürücü yeni zafer olarak karşılanmıştı. vahşi hayvanların keskin dişleri arasında yem olmaktan artık kurtulduğumuz için, bu gelişmeler tebrik edile dursun; modern insanı konfor altına alan bu servetin yarısını laboratuvar inekleri ve konveyör bant tavuklarından alındığını ve diğer yarısının dünya gezegeninde emsali olmayan bir endüstriyel sömürü rejimi ile kazanıldığını, dolayısıyla bunun gezegenin ekolojik dengesini nasıl etkilediğinin sonuçlarını kesin verilerle bilen bile yoktur. bu endüstriyel sömürü rejimi, gezegenin ekolojik dengesinde açtığı tahribat bir yana insan mutluluğunda da bir yara açmadan yapamazdı.

    sosyologlar modern insanın büyük yarası olmuş mutsuzluk ve yalnızlık problemini hemen her şey üzerinde aradılar ve bunların da arasında okuyucusuna akustik olarak yalınlaştırıp ileten belki tek isim erich fromm'du; ama modern insanın boşluk ve yalnızlık duygularına daha önce bakılmamış olan bir taraf daha var - bu tarafa en yakın yorumlama da belki yalnız wilhelm reich'den gelmiştir. reich, özellikle cinsellik ve evlilik kuramına ilişkin cevaplar için sıkça antropolojiye başvuruyordu. cinsel kuramı ile birlikte ilkel kabilelerdeki evlilik törenlerinin ortaya çıkışını modern ekonominin ilk halkası olarak görüyordu. kıyaslamalarını genellikle insan mutluluğuna götürmeye çalışsa bile ilkel, insanla modern insanı gündelik yaşamında duygusal açıdan o da karşı karşıya getirmemişti. modern endüstri dünyasında insan, ihtiyaç duyduğu her şeyi anonim bir pazardan karşılamakta: modern insan yaşamını idame etmek için yalnız altına girdiği kanun ve devletine güvenir. yiyecek - barınak - sağlık - güvenlik gibi ihtiyaçlarını karşılayacak olan bir devletin kanatları altındadır ve dolayısıyla hayatta kalması için kalıcı aile birlikteliklerine ve gerçek arkadaşlıklara ihtiyacı yoktur. derin dostluk bağlarının bu önemi de kalmamıştır; bu bağ olmadan hayatta kalmak mümkündür.

    trajik de olan bugün, modern düzendeki bir insan nereye giderse gitsin ki etrafı yüzlerce, binlerce kişiyle çevrili; ama içlerinden birisini bile tanımaz. iş yerindeki meslektaşları hakkında bile kişisel olarak dedikodu lakırdıları dışında çok az şey bilir. arkadaşları da sadece boş zamanlarını birlikte öldürebilecekleri ve sosyal medyada uygulamalarındaki kişilerdir. belki daha ileri aşamada -olsa olsa- kötü geçen bir gününü bir iş arkadaşına anlatarak içini biraz dökebilir; ama ötesine geçmeyi başaramaz - çünkü, kimse artık içi geçmiş bir arkadaş zahmetine katlanmak zorunda da değildir. zaten hayatları olabildiğince hızlı bir çekimde imiş gibi ilerlerken, bu sırada can sıkıntısına düşen kişilere kimse pek yer vermek istemez, artık herkes istediği taktirde internet araçlarını kullanarak kendisinin seçtiği insanlarla bağlantıya girebilmekte; ama bunun da ötesinde hayalini kurdukları dünyayı internet profillerine yükleyerek ilan edebilmektedir. böylesi bulanık sularda gidip duran, tetikte bekleten iletişimler modern insanın arkadaşını; kendisine ne kadar yakınlaştırabilirdi ki...

    modern insanın geliştirdiği bu birlikte boş vakit öldürmek ve eğlence için geliştirdikleri arkadaşlık ilişkilerinin aksine, ilkel insanın hayatta kalabilmesi için arkadaşlarına ihtiyacı vardı ve bunlar da sıkı birliktelikler isterdi ki o uzun yolculuklar ve o zorlu geçecek kışlardan birlikte kurtulabilirlerdi: hastalandıklarında birbirlerinin başında durdular ve binbir zahmete girip avladıkları yemeklerini şefkatle paylaştılar - birbirlerini, günümüzün modern karı kocalarından bile daha iyi tanıyorlardı. ilkel insanın; araç bakımından yaşam kalitesini modern insanın erişebildiği bu çağ ile değiştirmek büyük avantajlara sahip olsa bile, onlardaki ilişkilerin derinlik ve samimiyetleri de daha önde idi; ama sığ ilişkilerin yanı sıra modern insanlar, ilkel insanlardan daha fakir bir duyu dünyasından da yakınmaktadır. (gerçi belki de bu tanım 'daha fakir duyu dünyasına sahip' olarak düzeltilmelidir).

    ilkel insan, modern insan gibi bir geçmiş özleminde ya da gelecek serabında değil, tabiattaki her sesin her kokunun tadına vararak o anda yaşadı: bir yılanın çim arasında gizlenip gizlenmediğini öğrenmek için doğanın atan nabzını tuttu, meyve ağaçlarını bulup, kuşların yuvalarını keşfetmek için çevresini dikkatle taradı, yön bulmak için navigasyon cihazlarına değil, insan beyninin doğal harita nöronlarına / uzamsal algılarına güvendi, esen rüzgârı - havayı ve toprağa düşen yağmuru koklayıp doyasıya içine çekti, ayak basılan topraklar üzerindeki izleri takip etti. (*japonya orman ajansının "orman banyosu" dediği bu aktiviteyi ilkel insanlar, modern insanlardan daha önce bir yaşam koşulu olarak yerine getiriyordu. bu aktivite, westminster üniversitesi tarafından yapılmış bir araştırmada da ruh sağlığı için bir reçete olarak sunulmuştur. benzer bir araştırma avustralya melbourne üni. tarafından da yapılmıştır. kaynak: japonya chiba üni. çevre sağlık, saha bilimleri).

    yine modern insanların bugün bir terapi olarak adlandırdığı aktiviteler ilkel insan için yaşamın bir parçası idi: gündelik yaşamlarında kazandıkları zihinsel dikkatleri ile birlikte, vücutlarını da çevik ve verimli şekilde kullanabiliyorlardı. modern insan, bugün aynı hareketleri yapabilmek için arta kalan zamanında spor salonlarına ve spor ürünlerine; daha doğrusu "spor endüstrisine" binlerce lira ödüyor. oysa ilkel insan nasıl yürüyeceğini, nasıl koşabileceğini biliyordu; günümüz insanının, orman banyosu - yoga ve tai chi gibi uygulamalarında bile elde edemedikleri yeteneklere sahipti. yine modern insan artık bir süpermarkete giderek yüzlerce farklı yemekten birini seçebiliyor; ama televizyon ekranları karşısında ya da bir iş molasında acele ederek yiyor, tadına gerçekten sandığı kadar dikkat etmiyor. maddi koşullarının izin verdiği sınırlarda dilediği bir yere tatile de gidebilir; ama oradan da daha fazla yanındaki telefonunun önüne getirdiği dünyayı izliyor. kısaca: modern insan tarihte hiç görülmemiş bir seçme şansına sahip; ama ilkel insanlardan da çok daha yoksun.

    insanın öz yetenekleri adına ruhsal yoksulluk olarak adlandırılacak günümüzü pleistosen çağı ile elbette takas yapmaya kimsenin niyeti yok; ama insanın seçme şansındaki bu gücün ve konforun artışının mutluluğun eşit artışı ile sonuçlanmadığı da açık. kısacası; bu gelişmeler, modern insan için mutlulukla eşit oranda eşleşmedi. günümüz insanı, ilkel insandan teknik olarak bin kat daha güçlü - buna karşılık olarak ilkel insan da, günümüz insanından bin kat daha mutlu idi. mutluluk, nesnel koşullara hep daha az bağlı olurken, insanın ruhsal ve fiziksel yeteneklerine ise daha fazla bağlı olmuştur. nesnel koşul iyileştirmelerinde de beklentiler bir öncekinden daha fazla yükselir, yani nesnel koşullarda aranan iyileştirmeler; mutlulukla sonuçlanmak yerine daha fazla nesnellik tetikler ve her tetiklenen nesnellik de, kişiye öncekinden bile daha büyük bir tatminsizlikle döner.

    modern insanın mutluluk imkânları; yorumlamanın başında bakıldığı gibi internetin kitle iletişim olanakları tarafından da sıkıştırıldı. beklenti artışı, mutluluğun aksine gitmektedir; 'karşılaştırma prensibine' dayanan sosyal medya sanki küresel olarak mutluluk seviyelerindeki artışların önüne geçmek için tasarlanmış gibi çalışır. oysa ilkel insan kendisini sadece küçük bir kasabadaki 50-100 kişiye karşı ölçerdi, fakat bugün aynı küçük kasabadaki insan kendisini her gün takip ettiği sosyal medya akışlarındaki fenomenlerle - influencer ya da sadece keyif çatan modellerle karşılaştırıyor. abartıldığını, öyle de büyütülmemesi gerektiğini; bir hayranlıktan ibaret olduğunu söyleyenler de çıkacaktır. şöhret ve lükse duyulmuş hayranlığın psikolojisi farklı bir tartışmadır gerçi; ama kısaca üzerinde durmak gerekirse: insan olmayı başaramadığı, ancak olmak istediklerinin yansımalarına hayran olup onların tefekkürlerini izler. bu da bizi jung'un kolektif bilinç dışı motivelerine götürür.

    mutluluğun ne olduğuna ilişkin sözcükleri artık toparlamamız gerekirse, onun dikkat dağıtıcı ve heyecan verici eğlence duyumlarının getirecekleri neşeli hissetme durumu olmadığını söylemek yeterli olacaktır, fakat üzerinde biraz daha gezinmek gerekirse de, neşeli hissetme durumlarının yerlerini kolaylıkla can sıkıntısı ya da üzüntülere bırakabileceğini ve çelişiyormuş gibi dursa bile bu duyumların kökeninde bir mutsuzluk endişesi bulunduğunu dolayısıyla mutluluğun tam tersi yönünde gittiklerini zevk peşinde koşmanın psikolojisi ile açıklığa kavuşturabiliriz. * sigm. freud: "zevk, acıya karşı insanı ihtiyatsız yapan bir yanılsamadır" diyerek tamamen insanın ondan elini eteğini çekmesi gerekmiş gibi bir anlayışa yaklaşsa da zevkin de çok çabuk yerini yeni bir kedere terk edebileceğini hatırlatması bakımından mutlululuk ile neden özdeş olamayacağına yeterli bir gerekçe üretir. çünkü zevk ve heyecan duyumlarımız sürekli artıp yenisini deneme paradoksuna düşüp daha çok arzu edilir hale gelir ve sonsuz döngüye girerek peşinden koşma kaygısını yaratır.

    zevk; yenisi elde edildiğinde yerini kısa sürede hatta bazen derhal bir boşluğa tek eder ve sürekli baştan başlamayı gerektirir. bu arayış döngüsünün de kalıcı bir başarı ile ilgisi bulunmadığı içine düştüğü paradoksunda görülmektedir. zevkin aksine mutluluk ise sürekli devam eden kendinden eminlik ile dış uyarımların etkisi altında kalarak da insanın sevindirilemeyeceği, ancak onurlu bir telafi olarak da incitilemeyeceği bir güvenlik ve bir dinginlik durumudur. bu daha ileri tanımında: 'kendi kendisinin bir ifadesi olarak' yaratıcılık durumu içinde bulunmaktır... zevki canlandırmaya çalışıp durmak; elde edilemediklerinde de ya da ertesi gün yerlerini boşluğa bıraktıklarında daha fazla stres ve tatminsizlik getirir. insanın tamamen zevk ve neşeli duyumlarını dışlaması gerektiği de değil, bunları birer memnuniyet olarak karşılaması gerektiği; ama hızlı bir şekilde ortaya çıkıp kaybolan hislerden bir mutluluk başarısı elde edilemeyeceği, onunla bir ve özdeş tutulamayacağı anlaşılmalıdır. en yalın tanımında da mutluluk; kendini tanımanın bilgeliği ve özgürlüğüdür. "bizi tanıdıklarını düşünenler için bir yabancı olabiliriz, fakat kendimize yabancı değiliz" -j. hollis m. p.

    mutluluğu düzenleyen mekanizmanın ne olduğuna ilişkin demagojik cevap da insan psikolojisine girişen biyologlar ve onların sadık takipçileri olan psikiyatriler'den gelmiştir: mutluluğun yalnızca ruhsal koşullar tarafından değil de beynin biyokimyasal reaksiyonları tarafından da belirlendiğini iddia etmişlerdir ve mutluluk tanımını kan dolaşımında akan hormonlara ve beyindeki nöronların sinir iplikcikleri arasında yanıp sönen elektrik sinyallerinin birer fırtınası olarak yorumlamıştır. bir kere homeostatik mekanizmalar bütün canlılar için hayatta kalmalarına olanak tanıyan bir yaşam içgüdüsünün dizesidir ki homeostatik sistem insan ruhunu destekleyecek bir mekanizma değildir. yalancı bir mutluluk hissi beyindeki nöronların dışarıdan uyarımı ile pekalâ gerçekleşebilir, ancak bu insanın içinde bulunduğu koşulları daha mutlu bir yere çevirmez - günümüz insanın sırtındaki bu ezici koşulların mutlu yapamadığı gerçeğini de değiştirmez. yine bir kez daha başka bir şekilde tekrarlar isek mutluluk boş bulunma durumu ve bir his de değildir; her şeyi bir kenara ittirip pasif bir puta dönüştüren donukluk ya da sebep ve anlam taşımayan afyonsu duyumlar değildir, buna olsa olsa içinde bulunulan koşullara karşı halüsinasyonlar üretilmesi denilebilir. mutluluk, sürekli olarak kişinin kendisinin ve kendisi dışındaki yaşamın da ayırdında olmasından ileri gelmiş tinsel bir üreticiliktir. sözde mutluluğu bulmanın tek yolu psikiyatrik kimyasal müsekkinler olup çıkmış ise biyokimyasal mühendislik, insanların gerçeklik algılarını; hatta daha da ileriye gidip koşullara getirilecek tepki ve eleştirileri de manipülasyonlara uğratıyor demektir. huxley'in de sözünü ettiği cesur yeni dünyasında: akıl sağlığı bozuk, mekanikleşmiş bir dünyanın pişmanlıklarından oluşan; o modern yarı vahşisinin hayat dramını kaldırmakta bir distopya döngüsüne uçup yuvarlanmıştır.

    yorumlamanın artık sonlarına yaklaşırken birkaç şeyin daha özetine bakmak modern insanın en büyük probleminde arkaya itilip yeterince önemi verilmemiş diğer sorunların da daha ayrıcalıklı kavranmasına yardımcı olabilir. e. fromm "the sane society" adını verdiği çalışmasında, modern insanın vicdan ve iyilik problemini geniş bir mercek altına almıştı. mutlu ve sağlıklı bir toplumun köşe taşları hakkında ip uçları vermiş ve modern endüstri çağının bireyi nasıl sıkıştırdığının analiz ederken karşısına komünal sistemleri koyanları da dışlayarak çarpıcı bir biçimde şaşırtmış - hatta takdir ederek etkilendiği k. marx'ı da bu çalışmasında devre dışı bırakmış ve safdillikle yadsımıştı.

    gerçi bu taraflar bu yorumlamanın dışında kalan veçheler; ama modern endüstri toplumlarındaki çalışma koşulları ve diyalogların insan üzerindeki vicdan ve iyilik algılarını nasıl manipüle ettiğini psikanaliz zemine alarak açıklamış ve vicdanın çift fonksiyonlu bir görev icra ettiğini dile getirerek "otoriter vicdan ve hümanist vicdan" olarak ikiye ayırmıştı. türkçe'ye "erdem" olarak çevrilen, "an inquiry into the psychology of ethics" (ahlak psikolojisi üzerine bir inceleme) çalışmasında vicdan sürecini şöyle tanımlamıştı: "hümanist vicdan; kendimizi beğendirmek için didinip durduğumuz - beğenmemesinden korktuğumuz bir otoritenin içe mâl edilmiş sesi değildir. her insanda bulunan ve dışarıdan gelen mükâfat ve cezalardan bağımsız olan kendi iç sesimizdir. otoriter vicdan ise içe mâl edilmiş bir dış otoritenin; ana babanın, devletin ya da belli bir kültür içerisindeki herhangi bir otoritenin sesidir. insanların otoritelerle olan ilişkileri dışta kaldıkça ve ahlaki yaptırım gücünden yoksun oldukça vicdandan söz etmek güçtür; böyle bir davranış, yalnızca herhangi bir yarar ya da amaca hizmet eden ceza korkusuna ve mükâfat umuduna göre ayarlanan, her zaman otoritelerin varlığını gerektiren bir insanın yaptığı şeylerin otoriteler tarafından bilinmesine ve bu otoritelerin ceza ve mükâfat verme konusundaki varsayılan güçlerine dayandırılmış bir davranıştır. insanların kendi vicdanlarından kaynaklanan bir suçluluk duygusu olarak gördükleri bu yaşantıları gerçekte çoğu zaman bu otoriteler karşısında duydukları korkudan başka bir şey değildir" diyerek: "şu var ki bir insanın, kendi vicdanının söylediği şeyleri anlamayı öğrenmesi son derece güçtür ve bunun da iki temel nedeni vardır; vicdanımızın sesini dinleyebilmek için kendimize kulak vermeyi bilmiş olmamız gerekir. işte kültürümüz içindeki pek çok kişi bunu yapmakta güçlük çekmektedir. gelen her sesi ve herkesi dinleriz; ama kendi sesimize kulak vermeyiz. bize dört yandan saldıran fikirler ve kanıların gürültüsü içinde yaşıyoruz; filmler, gazete, radyo ve boş gevezelikler. kendi sesimize hiçbir zaman kulak vermemek için bilinçli bir plan hazırlasa idik eğer bundan iyisini yapamazdık"

    yukarıdaki vicdan probleminin mutluluğa olan kaçınılmaz etkilerini fromm'un nevroz sorununda buluruz: "ruh sağlığı ve nevroz problemi ahlâk problemi ile de yakından ilgilidir. her nevrozun bir ahlâk problemini simgelediği söylenebilir. insanın tüm kişiliği bakımından olgunluk ve bütünlüğe ulaşmayı başaramamış olması, hümanist ahlâk açısından da ahlâki bir başarısızlıktır ve daha özel bir anlamda nevrozların çoğu ahlâki problemlerin ifadesidir. nevrotik belirtiler çözülmemiş ahlâki çatışmalardan ileri gelmektedir" fromm'un ahlâk çözümlemesi de vicdan olarak işlenmiş; vicdan ise yalnız alışılmış olduğu yaygın anlamda zavallı bir durum karşısında gösterilen yürek sızlaması olarak da alınmamıştır. bu açıklamalar fromm'un bir başka yorumlamasında ele aldığı bir nevroz sorununda şu ifadeleri ile çelişkili gibi duracaktır: ".. ama sonunda bütün nevroz rahatsızlıklarının arkasında narsizm vardır" ilk defa sigm. freud tarafından insanı anlamak için psikanalize geçirilen bu terim jung'un da "nevroz, meşru acıların alternatifidir" diyerek eş anlamda kullandığı tanımdı.

    jung'un bu özgün betimlemesindeki ifade narsizme ulaşır. narsizm ise, yalnızca fromm tarafından da değil, bütün dinler ve öğretilerde (tanrılı ya da tanrısız) bir ahlâk ve vicdan problemi olarak ele alınmıştır. sonunda bir mutsuzluk süreci olan nevroz için veya özdeş olarak da alınabilecek ruhsal rahatsızlıklara ilişkin etkisi günümüzde sıkça çıkarılan ve fromm'un da bir temsili olarak aldığı bir örneği ile daha iyi anlaşılabilir: fromm, bir hastasının içsel boşluklardan yakındığını ve görüntüde de her şeye sahip olmasına rağmen, kendisini neden mutsuz hissettiğini de bir türlü anlamadığını aktarır. hastasının iş ve özel yaşantısını araştırmasıyla onda otoriter bir vicdan problemi olduğuna kanaat getirir. söz konusu hastası varlıklı bir mağaza sahibidir ve önüne gelen her müşterisine de satın alamayacakları ürünleri pazarlama ve hileli reklam metotlarının yanıltıcı ikna stratejileri ile satmaya çalışmaktadır. ürünlerini alamayacak olan; ama gerçekten ihtiyacı bulunan bir kimseye karşı da hiçbir indirim yapmamakta - bir iyilikte bulunmamaktadır. fromm; bu durumu hastasına dile getirmenin kolay olmadığının farkındadır, eğer yüzüne karşı vurursa reddeceğini bilmektedir. içselleştirebilecek düzeyde becerikli bir şekilde anlatmayı başarsa da "belki" der ve şunları ekler: bu mağaza sahibi gibi daha birçok kişi, günü büyük kârla kapatacak; ama akşam evine gittiğinde içinde duyup onu rahatsız eden boşluğun ne olduğunu hiçbir zaman anlamayacaktır" fromm'un ender bilinen kitapları arasında yer alıp "sevme sanatı" olarak türkçe'ye çevrilmiş çalışması ile de sıkça karıştırılan "yaşam sanatı" kitabının son bölümünde, aynı vicdan problemi modern insanın küçümseyip hafife aldığı, ancak geri dönüşlerinin ağır olduğu önemli olan bir ahlâk olarak tekrar edilmiştir. bu ahlâk çatışmanın zeminlerini oluşturan da modern ekonominin başarı kurallarıdır.

    sonuç bakımından insan doğasına aykırı düşmüş toplum, kültür, ekonomi ya da genel anlamında çağ; acı çekilmesini sağlayan şeyin doğrudan kendisidir. bugün de, modern insanın eksikliğini en çok duyumsadığı duygusu sevgi ve mutluluktur. her ne kadar modern insanın elde ettiği teknoloji ellerinde bulunmasa bile, kabile toplulukları ya da o ilkel insanlar endüstri düzenine entegre olan insanlardan daha mutlu ve tatminkâr bir yaşama sahipti. bu geçmiş manzaralara bakıp dururken, insanın elindeki telefonu yere bırakması, bilgisayarının fişini çekerek internetini kesmesi, yağmur suyu biriktirip içmesi ve otla kaplı topraklar üzerinde bir mızrakla ava çıkması gerektiği sonucuna değil; bu sicilin insan ruhunda verdiği tahribatı ancak görebildikten sonra iyileştirebilme çabasına gideriz. sosyal medya profillerimizdeki arkadaş listelerinin büyüklüğüne odaklanmak yerine belki halâ bugün kendi küçük kabilelerimizi oluşturup dostluk yeteneklerimizi geliştirmekle kollarımızı sıvayabiliriz. sosyal medya ve dışarıdan gelen tüm seslerin bizi yargılamalarına izin verip kuklaları oynamak yerine; hata yapabilmenin ve yanılmış olabilmenin de korkusuna boynumuzu eğmeden kendi düşüncelerimizin ve kararlarımızın önemine hak ettikleri önceliğini (emekleyerek bile olsa) vermekle başlayabiliriz. koşulların da bir kurbanı olduğumuzu düşünmek yerine de, bu koşullarla manivela gibi oynayarak bu modern düzenin ekranlarla, reklamlar ve ürün standları ile önümüze getirip direttiklerine kulak asmamayı deneyebiliriz. bir papaz ya da haham parakası gibi önümüze getirilmiş olan okşayıcı şiirler ya da şarkı satırlarının da ne kadar çarpıcı olurlarsa olsunlar; kendi düşüncelerimizin ve bulup çıkarttıklarımızın yerlerine asla geçemeyeceğini anlayabilmiş olmakla kendimize olan yabancılığımızı kaldırmanın ilk adımı buradan da atabiliriz: doğruluk bakımından çarpıcı olup onaylanmış olsalar bile inançlarımız üzerinde etkileri neredeyse yoktur. sözcükler ne kadar doğru olurlarsa olsunlar ve ne kadar hoşa gidilip, tebrik edilirlerse edilsinler ki inanıldığını gösteren deliller de değillerdir... inanmak; öğrenmekten daha zordur ve ancak belki çok güçlü bir çarpılma ile büyük bir yanılsamanın uyanma anında etkili olabilirler. insan; iyi olduğu öğretildiği için veya doğru olduğu aşılandığı için o öğretiyi inanıyormuş gibi kullanarak gösterişe çıkarabilir.

    dolayısıyla hoşa giden sözcüklerle inanılan sözcükler arasında her zaman kesin bir ayrım vardır: hoşumuza giden sözcükler genellikle hayatımızda olmasını istediğimiz, ancak başaramadığımız, sonra da çerçeveleyip bir kenara astığımız şeylerdir. inanılan sözcükler uygulamadaki güçlükleri test edilip yerine getirilerek tecrübe edilmiş olan ve aynı temel öğretinin de genişletilmesi olarak karakterin tamamına yayılması ile ölçülür. bu yüzden en doğru öğretilerin bile başta üzerimizdeki etkisi sadece akustik bir zamir oluşundan ibarettir. sosyal medya platformlarında önümüze sıkça konulan bu eksik - kesilmiş alıntılarla yetinmenin de yalnızca lezzetli bir yemek molası gibi geçici bir etkide bulunduğunu kavramış olmak önemlidir; üstelik bu alıntıların ifade etmek istediklerini gerçek anlamda çözebilmek de genelde birkaç satırın üstesinden gelebileceği kadar hafif değildir.

    yorumlamayı bitirirken de, bu yorumlamanın ana hatlarını çevrelediğini düşündüğüm üç kutsal kitap'da bulunan aşağıdaki ayetlerin zorlanmadan oturabileceğini düşünüyorum ve kutsal kabul edilmiş öğretilerin alınıp kullanılması için ille de bir mümin veya bir tanrı'ya inanma gereksinimi aranılmasını mantıksız ideolojik bir tutum olarak kabul ediyor ve tarihteki ilk ahlâk öğretilerinin geliştirilmemiş; ama geliştirilmeye elverişli olan çıkış noktaları ve ana zeminleri olarak alıyorum:

    // tanah - 30:19-20: "ölümü, yaşamı ve laneti koydum önüne. sen kutsal olanı; yaşamayı seçtin..."

    // isaiah-40:31: "sana bir komut verdik, sen kalbinde rotanı planla... râb adımlarını belirleyecek."

    // rum-21: "mutluluk duymanız için sizin türünüzden eşler yarattık; aranızda sevgiyi var etmesi de onun kudretidir. tek başına mutlu olunamayacağını bil, onların mutluluğu için de gayret göster..."

    /*düzenleme*/ anlatımın sadeleştirilerek, paragraf ve içerik bağlantı takibinin yeniden kurulması: kronolojik tarzda bir anlatım internet sayfalarının çapını aştığından geniş bir sorunun özeti doğal olarak bağlantı oluşturulmasını güçleştirebilir. bundan dolayı anlatım tartışma formundan alındı.
4184 entry daha
hesabın var mı? giriş yap