107 entry daha
  • barry sanders öküzün a'sı eserinde fransızların yaramazlık yapan çocuklardan bahsederken ''iyi yalanmamış ayı'' deyimini kullandıklarını belirtir. bu deyim inatçı çocukları, doğduğunda annesinin iyice yalamadığı bir ayı yavrusuna benzetir. eskilerin inanışına göre ayılar şekilsiz bir yağ yığını olarak doğan yavrularını yalayarak onlara şekil vermek zorundalarmış. bugün de biyologlar anne ayının yeni doğan yavrusunun karnını yalamadığı durumlarda sindirim işleminin başlamayacağını ve yavrunun gelişemeyeceğini bildiriyorlar. hatta böyle bir durumda biyologlara göre yavru büyüyemeyip ölecektir. böylece usluluk sınırlarının dışına sürekli çıkan yaramaz bir fransız çocuğun kendine gelmesi için iyice bir yalanması (yani dövülmesi) ya da dilin kırbacından geçirilmesi (yani azarlanması) gerekmektedir.

    barry sanders bu anekdotu çocuğun dil gelişiminde annenin rolü bağlamında konuyu genişletirken aktarıyor. fransız yeni dalga akımının ve auter yönetmenlik kavramının mimarlarından olan françois truffaut'nun 1959 yılında kendi çocukluğundan esinlenerek yazıp yönettiği ilk filminde ele aldığı konu ise, fransızların sıra dışı olan çocuklara uyguladıkları bu yöntemleri hatırlatıyor. truffaut siyah beyaz filminde, mevcut sisteme uyum sağla(ya)mayan bir çocuğun anlaşılmak yerine dil kırbaçlarından geçirilmesi, hem fiziksel hem de psikolojik olarak yalanması (dövülmesi) ve yalnızlığı, hüznü, hırçınlığıyla hayatla baş etme mücadelesi üzerinden sert bir toplum ve sistem eleştirisi yapıyor.

    antoine doinel 12 yaşında, sadece erkeklerden oluşan bir ortaokulda okuyan, akademik başarısı ve okula ilgisi hayli düşük bir çocuktur. otoriter ve anlayışsız öğretmen ve idarecilerin hüküm sürdüğü okulda kendini ders dışı yaramazlıklarla ifade etmeyi tercih eden doinel, sık sık cezalar aldığı okulundan nefret etmektedir. annesinin evlenmeden önceki bir ilişkisinden doğmuş, gerçek babasını hiç tanımamıştır. o henüz bebek iken annesi şimdiki üvey babası ile evlenmiş fakat anne babasının yanında değil 8 yaşına kadar anneannesinin yanında büyümüştür. son yıllarını annesinin yanında geçirmiştir fakat evde bir besleme gibi eğreti durmaktadır. okuldan gelince ev işlerine soyunan doinel, anne ve babası eve gelmeden sobayı yakmakta, yemek masasını kurmakta, çöpü dışarı çıkarmakta, markete gitmekte yani evin hizmetlisi gibi konumda yer almaktadır. anne ve baba çalışmasına rağmen faturaları dahi ödeyemeyecek derecede ekonomik darlık içerisinde yaşayan ailede kendisine ait odası olmayan küçücük evde kapının eşiğinde, yırtık ve hayli eskimiş pijamasıyla uyku tulumunun içinde yatmaktadır.

    ünlü çocuk psikoloğu d.w. winnicot’un ‘’erkekler anneleriyle aralarındaki sorunları çözümlemedikleri sürece dünyada savaşların sonu gelmez.’’ sözüne inat, doinel’in annesiyle arasında herhangi bir sevgi ve şefkat bağı bulunmuyor. daha çok emir komuta zinciri dahilinde bir ilişkileri var. kadının çocuğun dünyasına dahil olma, onu anlamaya çalışma gibi bir derdi olmadığı gibi onu başından atmanın, kiliseye, bir meslek okuluna veya yetimhaneye vermenin yolunu arıyor, bunu sık sık dile getiriyor. babalığın da aklında onu askeri okula gönderip kurtulmak var ve bu niyetini çocuğa karşı tehdit amaçlı kullanıyor. antoine doinel ise askeri okuldan korksa da donanmaya razıdır, çünkü böylece hiç görmediği denizi görebilecektir.
    doinel aslında çok mutlu bir çocuktur ve kesinlikle kötü biri değildir. hatta annesi babasıyla birlikteyken coşkulu bir sevinç duyan, üvey babasının şakacı tarzına eşlik edebilen esprili, biraz da muzip bir çocuktur. ancak içinde bulunduğu şartlar, aile ortamı ve okulda gördüğü kötü muamele onun da şartlara uyum sağlamasını beraberinde getirmiştir. o da aynı büyükleri gibi sıkıştığı her anda kolayca yalan söyleyebilmekte, küçük aşırmalarla başladığı hırsızlığı ciddi boyutlara taşıyabilmekte, sigara ve bulabildiğinde alkollü içki içmektedir. onun kendisini ailesinde konumlandırdığı yeri görmek ve ruh halini tasvir açısından psikolog ile rahat bir tarzda yaptığı konuşmadan bir örnek verebiliriz:

    -ailen senin yalan söylediğini bildirdi.
    -şey, arada sırada yalan söylerim; fakat aileme doğruyu söylediğim zaman bana inanmadıkları için yalan söylüyorum.
    -anneni neden sevmiyorsun?
    -çoğunlukla annemin beni sevmediğini söyleyebilirim. ortada bir neden yokken sürekli bana bağırıyordu, evde kavgalar oluyordu. annemin beni evlenmeden önce yaptığına kulak misafiri oldum. sonra annemin kürtaj yapmak istediğini öğrendim, anneannem buna karşı çıktı. işte, anneannem sayesinde hayattayım.

    antoine doinel okula tavırlıdır fakat okumaya meftundur. bulduğu veya yarattığı her fırsatta sinemaya kaçan, kitap okuyan, edebiyata ve sanata meraklı olan kültürlü bir çocuktur. çok sevdiği ve romanlarından etkilendiği balzac adına evin içinde bir köşeye sunak yapıp içine mum yakacak kadar balzac sevdalısıdır. onun bu yönlerinin okulda öğretmenleri tarafından keşfedilerek yeteneklerinin gelişimine yönelik yönlendirileceği yerde ceberut ve gerekli pedagojiden yoksun öğretmenler tarafından yeteneklerine ket vurulmaktadır. öykü ödevini bir gece önce okuduğu balzac’ın bir romanından ilhamla oldukça edebi bir üslupla yazması karşısında, onun sahtekarlık yaptığına hükmeden öğretmeni tarafından sertçe cezalandırılacak, herkesin içinde rencide edilecek; sığındığı yer ise her zamanki sinema salonu olacaktır. onun edebiyat aşkı öğretmenleri tarafından bu şekilde karşılanırken sinema sevdasının annesinde bulduğu akis ise ‘’kendini sinema salonuna kapatıp gözlerine zarar verdiği’’ şeklindedir.

    doinel için hayat, okulu kırdığı bir gün arkadaşıyla şehirde aylak aylak gezerken annesini yabancı bir erkekle öpüşürken görmesiyle hızlanır. ertesi gün okul kapısında dün neden gelmediğine dair kendisini sıkıştıran sert mizaçlı müdüre mazeret olarak, artık defterden sildiğini gösterircesine, annesinin öldüğünü söyleyiverir. tabii bunun bedeli okula gelen üvey babası tarafından tüm sınıf arkadaşlarının içinde sertçe tokatlanmak olur. gördüğü bu muamelelerin ruhunda açtığı yaralar, hayat dolu, neşeli çocuğun giderek durulmasına, agresifleşmesine yol açacaktır. evden kaçıp tekrar dönmeyeceğini bildirdiği mektubunu okurken babanın mektuptaki imla hatalarına odaklanması, annenin de ‘’okul idaresine neden babasının değil de kendisinin öldüğünü söylediğini’’ sorgulayarak sık sık adamın okumasını kesmesine bakarak çocuğun anne ve babası nezdindeki yerini anlayabiliriz. onlar için çocuğun bir böcek kadar bile değeri yoktur…

    filmdeki çocukların hepsinin ailesi benzer yapıdadır. ıslahevine düşen çocukların anne babası da farklı değildir. onlardan birinin ‘’evde ne zaman ağlasam babam kemanını alır ve ağlamamı taklit ederdi alay etmek için’’ şeklindeki sözleri nasıl bir ailenin elinde büyüyerek oralara düştüğünü betimler. sosyo-ekonomik açıdan alt sınıfta yer alan ailelerin çocuklarıyla ilişkileri bu meyanda olduğu gibi zengin ailelerinki de farklı değildir. bu anlamda okuldan beraber kaçtığı arkadaşı rene’nin ailesi de fransa'nın diğer yüzünü temsil ediyor. olabildiğince zenginler fakat baba kumar tutkunu iken, gününü kocasıyla karşılaşmamak üzere planlayan anne ise alkoliktir. her ikisi de fakir ailede olduğu gibi çocuğa karşı ilgisiz ve kötü anne babalar. çocuk da kendisine yaşatılanlara inat keyfince yaşıyor, mirasından avans çekerek yani evden para çalarak, eve aldığı arkadaşıyla evdeki şarap ve puro stoklarını eriterek anne ve babasından intikamını alıyor. yalnız, zengin bir ailede büyüyen rene, doinel’e göre daha bir özgüvenlidir ve haksızlık karşısında kendini ifade edebilen biridir. doinel, öğretmene karşı her zaman tutuk ve sessiz iken arkadaşı öğretmene karşı ‘’bu yaptığınız kanunlara aykırı’’ türünden kurduğu cümlelerle en azından hakkını arama girişiminde bulunabiliyor.

    bu noktada çocukların okuduğu okula ve eğitim sistemine göz atmalıyız. tarihi binası, sadece erkek öğrencilere eğitim vermesi, cezayı merkeze alan disiplin anlayışı ve öğretmen-öğrenci arasındaki derin mesafe gibi yönleriyle tarihteki yatılı cizvit kolejlerini andıran okulda, öğretmeni ‘’devlet otoritesinin temsilcisi’’ ve ‘’yargılayıcı’’ rolleriyle arzı endam ederken görüyoruz. bugün hala uygulanan sınıf içi ritüeller de kilise okullarından kalma değil midir zaten? öğretmen sınıfa girdiğinde tüm öğrencilerin ayağa kalkması ve öğretmen işaret edinceye kadar oturamaması, öğretmene üstünlük katma ve otorite makamında olduğunu anımsatma amaçlı olarak öğrenciler zemindeki sıra masalarda otururken öğretmenin yüksek kürsüden sınıfa hakim olması, öğrencinin gözetlenebilmesi için her zaman aynı yerde oturması, sessizliğin kutsanması, ceza odaklı disiplin algısı ve şiddet…

    doinel’in okulunda çocukların ciddiye alamadığı ve açık yakaladıkları anda kepaze etmekten çekinmedikleri öğretmenler işlerini büyük bir ciddiyetle fakat çocukların hayatına çok kötü tesir ederek yapıyorlar. çocukların duygu dünyasından bihaber şekilde bildikleri ezberleri dayatıyorlar. sisteme uymayan, aykırı davranan çocukları da harcamaktan imtina etmiyorlar. zaten modern eğitim sisteminin genel yaklaşımı budur; değiştirip dönüştüremediği, kalıplara uymayan öğrenciyi kazanma yoluna gitmek yerine problemli öğrenci nitelemesiyle fişler ve sistemin dışına iterek harcar. doinel’in başına gelen de böyle bir şey. oysa asıl problemli öğrenci, okula tam bir uyum sağlayabilen öğrenci değil midir?

    truffaut’nun filmini çektiği yıllar fransa’sının atmosferine bakacak olursak; 2. dünya savaşı’ndan galip çıkmasına rağmen epey hırpalanarak çıkan, başkenti paris yıllarca alman işgali altında kaldığı için büyük bir prestij kaybı yaşayan fransa hem savaşın tortularını atmaya çalışmakta, ekonomik sıkıntılardan kurtulmaya çalışmakta hem de elinden çıkmakta olan sömürgelerinin yarattığı bunalımları yaşamaktadır. işlerin kilitlendiği bir noktada göreve çağırılan efsane fransız devlet adamı charles de gaulle, beşinci cumhuriyeti ilan etmiş, güçlü cumhurbaşkanlığı modelini getirmiş, toparlanma sancıları çeken fransa’yı eksenine oturtmaya çalışmaktadır. filmini, de goulle iktidara geldikten bir yıl sonra çeken truffaut, öğretmen karakterine ilginç bir cümle kurdurur. ceberut öğretmenin, hallerinden memnun olmadığı, laftan sözden anlamadığını düşündüğü öğrencilere kızarak hışımla kitabı fırlattığı esnada sorduğu ‘’on sene sonra ne olur şu fransa’nın hali’’ sorusuyla her türlü baskı ve otoriteye başkaldırı hareketi ile bir döneme damgasını vuran 68 kuşağına dair bir öngörü tespiti yaptığını söyleyebiliriz.

    truffaut belki eğitim sistemi eleştirisi yapmak için yola çıkmadı filmini çekerken ama öyle can alıcı tespitler yapıyor ki sisteme dair derinlikli analizler yapabilen biri olduğunu anlayabiliyorsunuz. mesela çocuk, ders dinlemeyi başaramadığını, okulu bırakıp kendi parasını kazanmak istediğini söylediğinde anne buna karşı çıkar. kendisinin liseyi bitiremediği için çok pişman olduğunu, üvey babasının ilkokul mezunu olduğu için terfi alamadığını, okulda hayatta işe yarar pek bir şey öğretilmediği gibi ıvır zıvır bilgiler verildiğini ama okulun gerekli olduğunu bir çırpıda sıralar. sıradan bir velinin bu yaklaşımının özeti şudur: diploma şart. bunu söyleyenin, çocuğun okuduğu kitabı çalarak götürüp satan bir anne olduğunu göz önüne aldığımızda annenin derdinin çocuğun bir şey öğrenmesi, bilinçlenmesi, kültürlenmesi filan olmadığı, önemli olanın eğitimin sonunda verilecek olan, devletin tekeline aldığı ve bir takım kilitli kapıları açmaya yarayacak mezuniyet belgesi olduğunu anlayabiliyoruz.

    filmin en çarpıcı bölümü, doinel’in, arkadaşıyla iş kurmak amacıyla babasının iş yerinden çaldığı daktiloyu satamayınca yerine geri koymaya gittiğinde yakalanarak babası tarafından karakola teslim edilmesi süreciydi. çocuk haline bakılmaksızın yetişkin suçlularla aynı mekana kapatıldığı, ortam kalabalıklaşınca daracık bir kafese hapsedildiği, koca adamlara davranıldığı gibi sert davranışlara maruz kaldığı görüntüler günümüz insanını hüzünlendirecek cinsten görüntülerdi. yalnız, bunu koca adam gibi davranan çocuk da dahil hiç kimsenin yadırgamadığını belirtmek gerekiyor. zira o günün çocukluk kavramı ile bugünkü çocukluk anlayışının aynı olmadığının altını çizerek tarihteki ve günümüzdeki çocuğa göz atmalıyız.

    okul kavramına kökten karşıtlığı ile bilinen toplumbilimci ivan illich, şu anki mevcut çocukluk kavramının yakın bir zamanda geliştiğini, çocukluğun çoğu tarihi dönemde bilinmediğini söyler. ona göre çocukluk burjuvaya ait bir kavramdır. gerçekten de sanayileşme ve kentleşme sonrası üretim araçlarının değişimiyle komple bir yaşam tarzını değiştiğini; evlilik, aşk, aile, ev kavramları gibi çocukluk kavramının da dönüşüm geçirdiğini görüyoruz. merhum kürşat bumin’e göre anne baba ve çocukları ile yeni mimari tarzda inşa edilmiş evlerinde yaşayan, evliliği yücelten, sadık eş imajını geliştiren ve evlatlarını ‘’seven’’ burjuva ailesi farklı bir model geliştirmişti. ailede erkeğine tanrı gibi itaat eden, ondan korkan kadın anlayışı da, anne babasının doğar doğmaz sütanneye sonrasında da yatılı okula vererek yakınlık kurma gereği duymadığı çocuk anlayışı da değişiyordu. artık baba evdeki otoritesini anne ile paylaşırken çocuklar da anne ve babaları tarafından sürekli ilgilenilen, sevilen bir konuma geliyordu. bir yüzyıl öncesine kadar çocuk için ayrı giysi, oyun ve yasanın söz konusu olmadığını, köylü, işçi ve soylu çocuklarının babaları ne giyiyorsa onu giydiğini, ne iş yapıyorsa onu yaptığını dile getiren illich, çocukluğun keşfiyle de kitlesel eğitim yapan okulların icat edildiğini dile getirir.

    çocukluğu keşfeden orta sınıf aileler, önceleri çocuklarına özel hocalar ve özel okullar yardımıyla eğitim gördürürken sanayi toplumunun gelişmesiyle çocukluk, okul kanalıyla seri üretimi yapılabilir hale ve kitlelerin ulaşabileceği bir sınıra getirilmiştir. illich, bu anlamıyla okulun da modern bir fenomen olduğunu söyler. çocukluk kavramı beraberinde okulları getirdi. oluşturulan çocuk kavramıyla, ulus devletler tarafından itaatkar vatandaşlar, uslu işçiler üretmek ve toplumu endoktrine etmek gibi amaçlarla kitlesel ve zorunlu eğitim veren modern okullar dizayn edildi. böylece çocuk ve yetişkin dünyasının bir arada değil art arda olması gerektiğini savunan bir hayat anlayışı tarafından çocuklar, yetişkinlerin dünyasından uzaklaştırılmış oldu. bugüne geldiğimizde abd’de 60 milyon, türkiye’de yaklaşık 25 milyon çocuk kapatıldıkları okullarda tüm gün dış dünyadan izole şekilde, amaçlı bir tedrisattan, ‘’aptallaştıran’’ bir eğitimden geçiriliyorlar. ayrıca buna paralel olarak zorunlu okul sisteminin süresi uzadıkça çocuk kalma süresinin de uzamakta olduğunu, ergenlik yaşının 25’lere doğru tırmandığını belirtmekte fayda var. bugün 20 yaşında olan bir gencin önceki jenerasyonların 14 yaşı gibi davrandığını, 14 yaşındakinin 9-10 yaşlarında gibi davranışlar gösterdiğini saha araştırmalarından yansıyan sonuçlardan ve şahsi gözlemlerimizden biliyoruz. ayrıca hiçbir dedikleri geri çevrilmeyen ve ev içinde de sosyal hayatta da en küçük sorumluluk almadan yaşayan çocuğun ailede evin reisi konumuna yükseldiğini es geçmeyelim. anneyi de babayı da yöneten çocuk, çocuk kalmaktan vazgeçmek, o imtiyazını kaybetmek istemiyor.

    tekrar filmimize dönelim artık. çocuk kahramanımız antoine doinel gelişmiş bir sanayi toplumunda, önemli bir başkentte yaşamakla birlikte henüz çocuk hakları bildirgesinin yayınlanmadığı, çocukluğun bugünkü manada önemsenmediği bir dönemde yaşıyor. çocuk hakları sözleşmesinin yayınlanmasına 30 yıl kala yaşayan doinel, kendisine reva görülen davranışları içselleştirmiş gözüküyor. fakat biz yine de kapatılacağı hapishaneye götürülürken bindirildiği polis aracının demir parmaklıklarından çocukluğunun geçtiği sokaklardan, soluk almak için sürekli gittiği sinemanın önünden geçerken sessizce ağlayan, filmdeki yetişkinlerin birçoğundan dayak yiyen 12 yaşındaki yalnız antoine doinel'in yaşayamadığı çocukluğuna kıyamayıp hüzünlenmeyi tercih edelim.

    sözün burasında çocuğa geleneksel yöntemlerle yaklaşan 1950 fransa’sının; babaya, kötü davranışlar yapan çocuğunu yargılamadan hapsettirme yetkisi veren 1639 fransa’sına bu anlamda da benzediğini belirtmeliyim. daktilo çalan ama iade etmek üzereyken yakalanan doinel, bizzat babası tarafından yargıya teslim edilecek, ıslahevine gönderilmesi için imza verilecektir. dolayısıyla 12 yaşındaki doinel, güveneceği kimselerden yoksun, yapayalnız kaldığı bir dünyada ayakta kalmaya çalışacaktır. kendisine kıyan büyüklerine inat hayata tutunacak, kapatıldığı her mekandan kaçacaktır. bilhassa ıslahevinden kaçışı ve koşusunun finali çok çarpıcıdır. uzun koşusunu yaparak, o yaşına kadar hayaliyle avunduğu denize ulaşan antoine doinel, ürkerek ve acemice yaklaştığı denizde, suyun içinde birkaç adım attıktan sonra döner ve anlamlandırması zor bir ifadeyle izleyiciye bakar ve ekran donar. ailesinin, okulunun ve toplumun gadrine uğrayan, dışlanan, kapatılan doinel artık özgürlüğüne kavuşmuştur. önünde uçsuz bucaksız bir okyanus vardır artık özgürce kulaç atabileceği. bundan sonrası dünya sinemasında çığır açacak yönetmenlerden biri olmak veya iyice dibe batarak kayıp neslin bir parçası olmak tamamen onun iradesine kalmıştır…

    ismini fransızların kullandığı ''okulu kırmak'' gibi bir deyimden alan film, gerçekçi yapısıyla dönemin sosyal dokusuna ve eğitim sistemine dair pek çok meseleyi ele alıyor. içeriğindeki konular kadar sinema dünyasına katkılarıyla da değerli olan filmi belki de benim açımdan unutulmaz kılan unsurların en önemlisi çocuk oyuncu jean-pierre léaud'un inanılmaz oyunculuğuydu. kaan müjdeci'nin sivas'ında aslan karakteriyle doğan izci'nin hala ara sıra açıp izlediğim olağanüstü çocuk oyuncu performansından beri böyle sahicilik ve güçlü oyunculuk izlememiştim.
99 entry daha
hesabın var mı? giriş yap