348 entry daha
  • geçen cuma tecrübe ettiğim; zaten bir süredir üzerine en fazla düşündüğüm kavram olan ölüm hakkında daha da derin düşünmeme, ölümü ve kalımı cenaze sahibi olarak ikinci kez en yakından gözlemlememe neden olan hadise. ama bu entryde ölüm ve kalım üzerine düşüncelerimden bahsetmeyeceğim. onu başka bir entryde yazarım belki. ben burada anneannemden bahsetmek istiyorum.

    anneannemin üzerimdeki etkisinin genlerimin %25'i dışında yok denecek kadar az olduğunu düşünüyordum. biraz bundan sanırım ölüm haberini aldığımda pek üzüntü hissetmedim. ayrıca 90 yaşındaydı. geçen sene kalça kemiği kırılıp, ameliyat olduğundan beri tekrar ayağa kalkamadı. kaldı ki ameliyat öncesinde de yıllardır kendi işini iyi kötü görebiliyor olsa bile bastonla zar zor yürür haldeydi. yine ameliyattan 1 sene öncesinden beri, yani 2 seneden beri yaşlılık nedenli bunaması vardı. bilinci gidip geliyordu. zaten beklediğimiz, kurtuldu denilen ölümlerden oldu yani.

    hayatımda canlı gözlerle gördüğüm ilk insan ölüsü oldu anneannem. yıkanıp, kefenlendikten sonra yakınları morgda görebiliyormuş ölüleri. bunu ilk defa öğrendim. dedim ya bu daha ikinci cenaze sahipliğim. birincisinde dedem alelacele, erkenden defnettirmişti babaannemi. cenaze beklemezmiş. namazına son anda yetişebilmiştim. bu sefer cenaze günü sabah erkenden memleketteydim. bütün süreçte de orada bulundum. hastaneye gitmek istemedim önce. kafamda canlı haliyle kalmasını istediğim için falan da değildi gitmek istememe sebebim. gitmek istemedim çünkü artık anneannem değildi ki orada yatan. insanların ölü bedenlere hala canlıymış gibi muamele etmesine anlam veremiyorum. ölmüş artık; homeostasis sona ermiş. o bedeni benim anneannem yapan her şey bitmiş. gidip son kez görmenin ne anlamı var o halde diye düşünüyordum. zaten cenazede bulunmayı da anneanneme son görev olarak görmüyordum. yakınlarıma destek için oradaydım. ölen ölmüştü. ölümün ağırlığı kalanlar içindi.

    yine de bir şekilde morgun önünde buldum kendimi. bütün kuzenlerim oradaydı, ben de gideyim madem demiştim. morgun önünde cenazenin çıkmasını beklerim, içeri girmem diye düşündüm. sonra ısrar ettiler. gir bir şey olmaz; hasta yatağında uyuyor gibi görünüyor zaten dediler. ölüsünü görmemin kafamdaki anneannem görüntüsünü bozmasından, hayatım boyunca anneannemi o şekilde hatırlayacak olmaktan endişe ettiğimi sandılar. öyle değildi. sadece anlamsız geliyordu. anneannemin ölü bedenini görmekten imtina ediyormuş gibi algılanmak istemedim. girdim ben de.

    en son giren de ben oldum bu yüzden. kefeni bağladık dediler; olsun açarız dediler; açtılar. anneanneme son kez baktım. gerçekten de hasta yatağında uyuyor gibiydi. kafamdaki son anneannem görüntüsü zaten aşağı yukarı böyleydi. hatırladığımdan biraz daha beyazdı sadece. sağlığındaki gibi yumuşacık görünüyordu teni uzaktan ama ölümün üzerinden 15 saat geçmiş bir beden yumuşacık olamazdı. rigor mortisi merak ediyordum; dokunmak istedim ama dokunmadım. bir yandan rigor mortisi düşünüp, içimden bir fatiha okurken birden bir şey oldu ve kafamın içinde yoğun bir şeyler hissetmeye başladım. düşünceler akın ediyordu. anneannem hakkında daha önce nedense hiç farkına varmadığım şeyleri, cansız suratına, katı olduğunu tahmin ettiğim tenine bakarken fark etmeye başlamıştım. o an için durdurdum düşünceleri. fatiha bitti ve dışarı çıktım.

    kimseye bir şey söylemedim. zaten cenaze sürecinde hala bir sürü yapılacak iş vardı. kimsenin beni dinleyecek hali de yoktu. benim de yapacak çok işim vardı; o an oturup düşünmeye vaktim yoktu. istanbul'a dönene kadar da hiç düşünmedim. yine de çok garip hissediyordum kendimi. hislerini belli etmeme konusunda anneannemden miras bir yeteneğim vardır zaten. belli etmedim. eve döndükten sonra düşündüm. sonra da yazmak geldi içimden.

    çocukluğum boyunca anneannemin hiçbir zaman beni torunu olarak kucağına alıp sevdiğini hatırlamam. hayatım boyunca herhangi bir sevgi sözcüğü kullanarak beni çağırdığını hatırlamam. komşu çocuğuna ne kadar sevgi duyup gösteriyorsa, bana da o kadar gösterirdi. bu yüzden annem ve dedem başta olmak üzere yakın akrabalarımın yaşadığı üzüntü dışında yokluğu benim için o kadar da büyük bir anlam ifade etmiyordu. ama işte düşündükçe aslında hayatıma ve karakterime en çok etki eden insan olabileceğini hissetmeye başladım.

    bana hiç yakınlık göstermemesinin sebebini dışarıda yaşayan tek çocuğundan olmama bağlıyordum. annemler 5 kardeş. hali vakti yerinde, ilçenin en bilinen ailelerinden birinin çocukları olarak hiç geçim sıkıntısı yaşamamışlar. hiç gelecek kaygıları olmamış. o yüzden dayılarım ve teyzelerimin okumak için de pek motivasyonları olmamış. aralarında bir tek annem üniversite okumuş ve öğretmen olmuş. memur babamla birlikte üniversiteden beri memlekete hiç dönmemişler. diğer kardeşlerin bütün hayatları memlekette geçmiş. o yüzden diğer tüm torunları hep etrafındayken, anneannem için ben ve kardeşim bayramdan bayrama gelip elini öpen, göz aşinalığı komşunun çocuğu kadar bile olmayan iki çocuk olmuşuz.

    bu nedenle de çocukken bazen bu duruma üzülsem de, aklım ermeye başladığından beri normal karşılamışımdır hep bu durumu. onlar hep yanında olanlar, bense senede bir gelip elini öpen torunum; ya ne olacaktı demişimdir. zaten muhtemelen yine aynı sebeple daha yatağa düşmeden önce, kafası gidip gelmeye başladığında ilk unuttuğu torunu da ben oldum. diğer torunlarını son gününe kadar iyi kötü tanırken, bu arada kaç kere ziyaretine gitmeme rağmen beni iki sene önce kafasından silmişti. annem yanındayken ve onu tanıyabiliyorken bana; "ee anangil napıyor" diye 10 dakika arayla tekrarlamalar, benim arkamdan anneme kimin oğluydu bu diye sormalar falan filan derken anneannemin zihninde iki senedir yoktum zaten ben.

    böyle olunca da 4 sene önce, 30 yaşımda babaannemi kaybedip hayatımda ilk kez cenaze sahibi olduğum kadar etkilenmeyeceğimi düşünüyordum bu ölümden. ama öyle olmadı. babaannemin üzerimde emeği çok fazladır. çocukluğum boyunca okullar açılıp, annem işe başladığında hep babaannem gelip baktı bana. o yüzden onunla aramızdaki bağ çok daha kuvvetliydi. ama cenazede diğer kuzenlerimle anneannem hakkında, onunla olan ilişkilerimiz hakkında konuşunca ölümünün bana hissettirdikleri kuvvetlendi ve sonuç olarak bu beni babaannemden bile daha fazla etkileyen bir cenaze oldu.

    kuzenlerimle konuştuğumuzda hepsinin esas olarak sadece dedemin ne kadar üzülüyor olduğundan bahsettiğini ve buna üzüldüklerini gördüm. anneannemin bundan sonra olmayacak olması kimseyi o kadar etkilememişti. hayatlarını onunla aynı avluya bakan evlerde geçiren dayımın çocukları bile anneannemin gidişinden o kadar etkilenmiş görünmüyorlardı. dediğim gibi, anneannem ölerek kurtulmuştu. ama konuşmalarda hissettiğim bundan kaynaklı bir hazırlık ve rahatlama değildi. fark ettim ki anneannem en yakınındaki torunlarıyla bile sağlam bir bağ kurmamıştı.

    yaşlı teninin aksine anneannem çok katı bir kadındı. duygularını hiç belli etmezdi. insanlar yaşlanınca genelde duygusallaşır değil mi? saçma sapan nedenlerle bile duygulanıp ağlayan yaşlılar görürüz. mesela babaannem sağlığında, iftar öncesi televizyonda kuran okunurken bile duygulanıp ağlayan bir kadındı. ama ben anneannemin hiç ağladığını görmedim. üzüldüğünü gösterdiğini bile hatırlamıyorum. sadece bana değil, kendi çocuklarına ya da dedeme bile sevgi sözcüğü kullandığını ne kadar düşünsem de hatırlayamadım. güldüğü anılar bile çok nadir kafamda.

    okuma yazması yoktu. okula gönderilmemişti. ama çok becerikli ve gözü pek bir kadın olarak bilinirdi sağlığında. benim de çocukluğumdan hatırladığım, sağlığı bozulana kadarki anneannem öyle bir kadındı. canı acımaz, acısa da belli etmezdi. hiç yakındığını duymadım. korkmaz, tiksinmez, bahçe içindeki eve fare, yılan falan girse gözünü bile kırpmadan öldürüp, kaldırıp çöpe atardı. ağır bir şeyin kaldırılması gerekirse kaldırır, zor bir iş yapılması gerekirse yapardı. evin kurbanını bile o kesermiş gençliğinde. ama içini kapatmıştı. insanın duyguları olmaz mı? anneannemin yok gibiydi. varsa bile hiç göstermiyordu.

    işte anneannemin bu duygusuzluğu bütün anne tarafıma sirayet etmişti. dönüp bir baktığımda akrabalarımın arasında gördüğüm tek şey sevgisizlik. anneannem çocuklarını sevmiyor değildi muhakkak. sadece göstermiyordu ya da gösteremiyordu. bu nedenle annem ve kardeşleri anne sevgisini yeterince hissetmemişler, öğrenememişlerdi. sevgi nasıl gösterilir bilmiyorlardı. kimi gerçekten sevip, kimi sevmediklerini anlayamıyorlardı. sevmeleri gerektiğini düşündükleri insanlara sevgi gösterdiklerini sanıyorlardı ama ya beklemeleri gerektiğini düşündükleri karşılığı bulamadıklarında bütün bağları hayal kırıklığıyla düşünmeden kesip atıyor, ya da sevgi gösterisinin ölçüsünü kaçırıyorlardı.

    mesela iki dayımın çocukları birbirleriyle 10 sene önce boktan bir sebeple küstüler ve hala konuşmuyorlar. bunlar altlı üstlü evlerde, birlikte büyümüş insanlar. ama 10 senedir hala birbirlerinden nefret ediyorlar. dayım teyzemle yine benzer boktan bir sebeple yıllardır konuşmuyor. onu geçtim annemin, benim 34 senelik hayatım boyunca hiç görmediğim, hala hayatta olan bir dayısı var. bizzat rahmetli anneannem öz kardeşine 40 sene önce yine boktan denilebilecek bir sebeple küsmüş, geçen hafta son nefesini verene kadar da bir daha görüşmemiş. küslük gerekçesi her ne olursa olsun insan kardeşine karşı bu kadar uzun süre nasıl yumuşamaz? anneannem yumuşamamıştı. çünkü anneannem bir yeni ölü gibi katıydı. onun gazıyla annem, dayılarım, teyzelerim 40 sene önceki dava üzerinden hala ne kadar haklı olduklarını aralarında konuşup, öz dayılarıyla görüşmemeye devam ediyorlar.

    dedemin anneannemin vefatına verdiği ilk tepki çok konuşuldu misal cenaze boyunca. 70 senelik eşini kaybetmiş yaşlı bir adamın iç parçalayan feryadı tüm mahallede inlemiş haberi ilk aldığında. ahh müzeyyen demiş; anam yoktu, babam yoktu bir sen vardın benim hayatımda. cenaze günü herkes bunu anlatıp ağlıyordu. benim de gözlerimi en çok dolduran annemden duyduğum dedemin bu sözleri oldu. ama sonra cenaze defnedilirken aile kabristanında dedemin babasının ölüm tarihini mezar taşında gördüm; 1970.

    dedem 40 yaşında, 5 çocuklu bir adammış yani babası vefat ettiğinde. babam yoktu denebilecek bir durum değil bu. tamam öz annesi çocukken vefat etmiş ama büyük dedemin ikinci eşi hiç de öyle fena bir anne olmamış. büyük babaanneyi ben de gayet net hatırlıyorum. 15-16 yaşlarındaydım öldüğünde. çok da iyi bir kadındı. annem ilk görev yeri olan kars'a tayin olduğunda dedem kızını tek başına kars'a göndermeyeceğini söylemiş. ben giderim onunla demiş ve dedemi ikna etmiş. annemle orada 2 sene yaşayıp, yemeğini yapmış, çamaşırını yıkamış, koruyup kollamış. o yüzden annem çok düşkündü üvey babaannesine. öz babaannesini hiç tanımadığı için onu babaanne bilirdi. dedem de hiçbir zaman üvey annesine saygıda kusur etmezdi. zalim üvey annenin elinde büyümüş mağdur çocuk hikayesi de yok yani.

    ama işte sevgi nasıl gösterilir bilmeyen dedem, belli ki acısını göstermeye çalışırken bile ölçüyü kaçırıyordu. bunu şov için, sırf drama olsun diye yapmadığına eminim. eminim çünkü 70 senelik hayat arkadaşlığı az bir şey değil. derinden üzüntü duyduğundan şüphe etmiyorum. anneanneme olan sevgisinden ve bağlılığından da şüphe etmiyorum. ama işte sevgisini, dolayısıyla üzüntüsünü nasıl göstermesi gerektiğini bilmediği için işi istemeden dramaya döküyordu. bundan da eminim çünkü kendimden biliyorum.

    anneannemin sevgisizliği çocuklarına da sirayet etmiş demiştim. duygularını gizleyen, sevgisini doğru şekilde gösteremeyen bir anne çocuklarına da bunu öğretemiyor. ve muhtemelen bu duygu sadece anneden öğrenilebiliyor. annesinden öğrenemeyen kız çocuğu da haliyle kendi çocuklarına öğretemiyor ve bu durum böyle silsile halinde gidiyor. resmen genetik bir epidemi değildir de nedir bu? anneme, dayılarıma, teyzelerime, kuzenlerime ve en önemlisi kendime bakıyorum; bütün sülaleyi pençesine almış kasıp kavuruyor bu hastalık. çaresi nedir bilmiyorum ve gerçekten bunu bilmek istiyorum. bana olan oldu, bari çocuklarıma bulaşmasın istiyorum.

    işte bunları düşünerek kızdım önce anneanneme. neden anneanne dedim; neden bu kadar katıydın ki? ama düşününce muhtemel nedenini bulmak da çok zor olmadı.

    fakir bir ailenin çocuğuymuş. çocukluğu yoklukla geçmiş. küçük yaşta dedemle evlendirmişler ve zengin bir ailenin ilk gelini olmuş. evlendikten sonra neler yaşamış bilmiyorum. anneannemin evliliğinin ilk zamanlarından kalma dramatik bir hikaye hiç duymadım. mutlu hikayeler de hiç duymadım. ucu bize dokunuyorsa kötü hikayeler anlatılmaz genelde bizim ailede. ama varlıklı bir ailenin içinde, geldiği aileyle kıyaslayarak kendini aşağı hissedip, bu hislerle belki de onlara içten içe bilinçsiz bir kin besleyebileceğini, bu kin belli olmasın diye hislerini köreltebileceğini, kendini kapatarak kendince bir savunma mekanizması geliştirmiş olabileceğini çok mantıklı bir muhtemel senaryo olarak gördüm. geçti kısa süreli kızgınlığım. ne olmuşsa olmuştu. bu onun suçu değildi. ama olan olmuştu ve sülalenin üzerine 70 senelik bir lanet olarak çökmüştü.

    çocuk için baba sevgisinin ihtiyaç olmadığına dair bir düşüncem vardır. baba sevgisi önemsizdir demiyorum ama baba sevgisi bonustur. olursa süper olur; olmasa da anne sevgisiyle eksikliği telafi edilebilir. ancak anne sevgisi telafi edilemez. anne sevgisi bir çocuk için hayati bir ihtiyaçtır. mahrum kalmak bir sürü bazen önemsiz görünen ama en derinden, insanın dibine dibine çalışan travmatik karakter çatlaklarına neden olur. bu yüzden sülalemin erkek bireyi olarak çocuklarımı bu salgından korumam mümkün görünüyor teoride. sevgiyi bilen bir kadınla evlenmem bu sorunu çözmek için çok mantıklı bir yöntemmiş gibi geliyor kulağa. ben öğretemesem de çocuklarım annelerinden sevgiyi anlamayı, göstermeyi öğrenebilirler. ama gerçek hayatta o da öyle olmuyor işte.

    biliyoruz ki erkek annesine benzer kadınlar arıyor hayatında; kadınsa babasına benzer erkekler. annesinin sevgisini gerçekten hissetmemiş ki erkek... bilmiyor ki kimin gerçekten sevdiğini, kimin tıpkı kendisine benzer şekilde seviyor gibi yaparak, ya da sevdiğinden emin olamamaktan utanarak, bu anlaşılmasın diye işi şova döktüğünü. nihayetinde kişi kendinden biliyor işi. gerçek sevgi inandırıcı gelmiyor, beceriksiz sevgi gösterileri aşina görünüp çekici geliyor. gidiyor yine sevemeyenini, sevgisini doğru bir şekilde gösteremeyenini buluyor, ya da sevebilenin sevgisine inanamıyor. sonra da hatalar hatalar...

    evlilikler ve çocuklar vasıtasıyla hızla toplumun geneline yayılıyor sanki bir de bu hastalık. ondandır belki mutsuz bir toplumun içinde mutsuz bunca modern insan. peki var mı bunun bir çözümü gerçekten?

    bir kız tanırdım eskiden, hayat berbat demesi gerekirken demezdi. hayatımda yakından tanıma şansına sahip olduğum en talihsiz hayat hikayelerinden birine sahip olmasına rağmen taş gibi ayakta kalmıştı. zaten bu yüzden çok ilgimi çekmişti. sevgiyi öğrenememiş, öğrenme şansı bulmamış olduğu varsayımıyla hareket ederdim hep. benim gibi olduğunu sanırdım ama yanılmışım. o öğrenmiş. daha çocukken onu bağrına basan bir taraftar grubu ona sevginin ne olduğunu öğretmiş meğerse. ne aradığını çok iyi biliyormuş aslında.

    belki de budur bunun çözümü diye düşünüyorum şimdi. kendini ispatlamak zorunda kalmadan, kendisine gelen kişileri şartsız şurtsuz kabul eden topluluklardır sevgiyi annesinden öğrenemeyenlere bunu öğretebilecek olan. ben hayatımda girdiğim her yeni ortamda kendimi en başından ispatlamak zorunda hissetmiştim. anneannem de muhtemelen gelin gittiği evde kendini ispatlamak zorunda hissetmişti.

    bir kız daha tanırdım eskiden bana benim hissedemediğim ve gösteremediğim sevginin aslında her kapıyı açabileceğini bana ispatlamaya çalışan. gıcık olmuştum bu meydan okumasına. kabul etmedim söylediğini. gerçek hayat öyle sandığın gibi bir yer değil dedim ısrarla. ona söylediklerinin tam tersini ispatlamayı görev edindim. sonra ispatladım. umarım hastalığımı ona da bulaştırmamışımdır.

    işte böyle büyük etki etmişti anneannem karakterimin üzerine. dediğim gibi bu onun suçu değil. eminim o da böyle olsun istemezdi. boşanmama o da çok üzülmüştür mesela. ya da bilse ilişkilerimde yaptığım hatalardan kaynaklı diğer hayal kırıklıklarımı, onlara da çok üzülürdü. çok kızardı sonra bana eminim. ben de kendime kızıyorum zaten. akıllı ol üzme insanları da, kendini de derdi. güzel kızardı anneannem ve doğru kızardı genelde. ama sevdiğini göstermeden göçtü gitti 90'ına geldiğinde; her canlının önünde sonunda gideceği yere. 5 çocuk, 17 torun ve şimdilik 13 torun çocuğuyla genetik aktarım görevini başarıyla yerine getirerek gitti hem de.

    mekanın cennet olsun anneanne. sen canlıyken göstermedin ama ben öldüğünde gördüm senin aslında sevdiğini. ben de seni seviyorum anneanne.
206 entry daha
hesabın var mı? giriş yap