• bu gece derin derin nefesler aldım oturduğum yerde. yediğim, içtiğim veya soluduğum bir şeylerdi muhtemelen iç organlarımın yerinden sökülmesini andıran sancıların bedenimde yerleşmesine sebep. en naif yaklaşımla, dışarıdayken tiryaki misali mideye indirdiğim çayın kalitesizliğine bağlıyordum kanıyormuşçasına kasılan midemi ve ona eşlik edip terler döken vücudumu.

    peki ya bu titreme? diken diken olan tüylerim? 1-2 dakikada bir gelen ani bir sızlama sonrasında kararan gözlerimin sebebi neydi? çocuk gibi dudak büzüşler, ne bileyim o hıçkırıklar, neydi ulan bunların sebebi peki? 3 kıçı kırık fincan dolusu çay insanı yerden yere vurabilir miydi? 3 kıçı kırık fincan dolusu çay yüzünden bir insan böyle çaresiz kalır mıydı? kalırdı belki, ya da ben dönüp de kendime bakamayacak kadar korkak ve acizdim.

    sormaya çalışıyorum mesela şimdi, "neden?" demeye uğraşıyorum ama soruyu bile tamamlayamayacak kadar bitkin olduğumu fark ediyorum soruya yeltenince. bunca şey yapabiliyorken kendime sebep aradığımda çaresiz ve bitap görüyorum bünyemi. yazarken bile konuya girmeyi reddedecek kadar dolambaçlılık arzu ediyor olmamdan zaten her şey bellidir aslında. kaç bakalım, nereye, ne zamana kadar kaçabilirsin ki? sen ne kadar kaçsan da, gerçek ne kadar uzakta olabilir ki? sadece bir "an" kadar mesafe var gerçekle aramda. o gerçek düşüncesine erişmek için, midemdeki kanamanın ve yanaklarımdan her an süzülmesini beklediğim o şeyin var oluşuna şahit olmak için sadece bir an'a ihtiyaç var. ve ben hala konuya girmiyorum.

    bir derin nefes daha... midemdeki kasılmaları artırması için içecek bir şeylere ihtiyaç var. en ağırını, en acısını bulmam, en kötüsünü tatmam lazım. ağzımdaki bu tattan daha kötüsünün de var olabileceğini görmem lazım. belki yaşayan vardır bunu ama anlatmadan ifade etmek de zor tabi. karşınızda bir beyaz cam, bit metin kutusu, önünüzde de bir araya geldiklerinde anlamlı bir birikintiye neden olan düğmeler var. dokundukça içinizden bir şeyleri atıp yığabiliyorsunuz beyaz camın arkasına. yığmaya başlıyorsunuz ve en başta her şey çok normal. biraz yazınca kollarınızın uzamaya başladığını, sırtınızın kamburlaştığını hissediyorsunuz. gözlerinizin algıladığı derinliğin değişmesi değil sizi şaşırtan, ellerinizin başıboş olması. o anda ne varsa aklınızda, elleriniz sizden bağımsız bir şekilde beyaz camın arkasına iteleyiveriyor. derinlik algısı değiştikçe bedeninizin hafif hafif titrediğini, önünüzdeki tuşların giderek sizden uzaklaştığını ve etrafınızı saran hücrenin duvarlarının genişleyip sese daha bir derinlik geldiğini fark ediyorsunuz. sesler derinleşiyorken bir anda boğulmaya başlıyor ve garip çınlamayla birlikte her şey uzağınızda kalıyor. sarhoşluk gibi bir hal içindeyken onlarca metre ötenizdeki klavye ile hala bir şeyler anlatırken buluyorsunuz kendinizi. halüsinasyon kadar keskin değil, sadece algıdaki yanılsama bu muhtemelen, çünkü olmayan bir şeyi var sanma değil, var olanı yanlış algılamadan ibaret her şey. bu tuşlar sizden 30cm uzakta belki, ama zehirli bir mantarın etkisindeymiş gibi 30 metre olarak algılıyorsunuz. işte bu durumda bahsediyorum, yani öldüğüm andan.

    işte, kaçırdım ağzımdan. inanamıyorum kendime, klavye bana yaklaşıyor ve sanırım bu noktadan itibaren, kaldığım yeri koruyarak konuşmam gerekiyor.

    zulmeden güzellikte saçları vardı. kalabalığın içinden uzanan, etrafta ne var ne yok bağlayan, kokusu alışkanlık yapan saçlardı onunkiler. uçları sırma sırma işlenmişti ve sadece gün doğumunda değil gün batımında, gün ortasında, günün her vaktinde gözümü alıyorlardı. hiç gece göremedim onları ben. gece vakti kutsal ayışığı altındayken neye benzediklerine dair hiçbir fikrim yok ve sanırım olmayacak da. saç tellerinin her biri için saçma sapan şiirler, şarkılar, ne bileyim bişiler yapmak istedim, ama beceremedim. ruhum odun, ruhum basit, ruhum ağır aksak, olmadı bu yüzden. ayşe kulinvari anekdotlar üretemedim saçları için. sadece ucu bucağı olmayan, her biri başlı başına birer destan olan hayaller kurabildim. her birinde binlerce kez ölüp yeniden dirildim. her bir hayalde farklı karakterlere ve mizaçlara bürünüp karşısına binlerce farklı yüzle çıktım. hepsinde varlığımı onunla süsledim, var oluşa onunla güzel bir anlam ekledim. var oluş tek başına asla anlamsız değildi, bu kadar küstah olmadım hiç ama onunla birlikte var oluşun anlamı artıyordu.

    gün doğuyor ve ben yazmaya devam ediyorum bak şimdi. şu yazdıklarıma dönüp bir baktım ve utandım. yahu senden bahsediyorum ve kullandığım sözlere, kurduğum cümlelere bak, utanç kaynağı hepsi. senden bahsediyorum ve cümlelerdeki sıradanlığa, kelimelerin özensizliğine, benzetmeler ve ifadelerin zayıflığına bak. içimde bulunan hayatıma dair en yüksek değerleri kanatları altına almış yegane duygunun hedefi olan kişiden bahsederken, sanki günlük hayatında notlar tutan bir ayakkabıcı, ertesi günkü gazeteye makale hazırlayan bir gazeteci veya okul yemekhanesine menü hazırlayan sekreter kadar duygusuz ve sadeyim, yalınım. ama makul karşılıyorum bunu. öylesine yalın ve sadesin ki, o kadar çok “sıyrılmışsın” ki süs ve püsten, seni düşünürken bile akışı daraltıp düşüncelerimi daracık bir koridora sığdırmaya uğraşır oldum. sana sade olduğunu söylemeye bile korkuyorum bir yandan. sade dediğimde bir çok insanın aklına gelen o “kıt” veya “yetersiz” sıfatlarını değil, hiçbir ilaveye gerek olmayan ve olduğu haliyle, yalınlığıyla dahi arzu nesnesi olabilen birini anlatmaya çalışıyorum. aslına bakarsan seni ben yaratıyorum sana haber vermeden. bedenine iliştirdiğim her bir bez parçasında, sende olduğunu sandığım, olmasını istediğim bir sıfat var olanlarla birlikte. her bağladığım bez parçasıyla bir umut daha bağlıyorum varlığına.

    çok arabeskim konuşurken. karşında olduğum kadar dik ve “dominant” olamıyorum seni düşünürken. biraz önce “onunla ilgili düşüncelerim” vesaire derken, birilerine bir şeyler anlatıyorken, şimdi seni aldım bak karşıma ve sana bir şeyler anlatır haldeyim. hep bunu yaptım zaten gizli gizli, ama sen göremedin imkansızlıklardan. hep bir şeyler anlattım insanlara, sen duy istedim, sen gör istedim, gör ama bilme istedim. bilmiyorsun evet ama görmediğin için.

    ara vere vere, midemi sakinleştirmeye uğraşarak yazıyorum. ne getireceğini, ne kazandıracağını bilmediğim bir yazıyla resmen boğuşuyorum. ip canbazı gibi, iki karpuzu koltuğunun altına sıkıştırmaya çalışan biri gibi, kumda koşmayı deneyen gibiyim. elime bir şey geçip geçmeyeceğini bilemiyorum, aslında biliyorum, ama kendi gerçeklerimden oluşan o duvara çarpıp da yere yığılabilecek kadar güçlü duramıyorum şu anda. bunları okusan ne olurdu onu düşünmeye çalışıyorum, tahayyülü gerçekten zor. bana çok lanet edecektin belki görsen, çok kızacaktın ve hiç acımayacaktı belki. yani ben buradan bas bas bağırıyorken hep habersizdin sen bu düşündüklerimden. bu nedenle çekiyorum acının en büyüğünü zaten, yalanlarımdan dolayı. bu kadar çok sıkıntı çekmişsem hepsi bu yalanlarımdan işte. ya da belki yalan değil bunlar, itiraf edemeyiş, halinden memnun oluş, ileri adım atamama, ne bileyim belki kaybetme korkusu, ya da hayalinle dahi yetiniyorken geldiğim bu noktadan aşağı düşersem kesinlikle bir daha ayağa kalkamayacağıma dair bir düşünce, his, önsezi. ne olursa olsun, yalancıyım karşında ve hiçbir açıklamam yok. yalandan ibaret suskunluklarım. söylediğim hiçbir şey yanlış değil evet, ama eksik. ah evet, yalan değil, eksik. üstü tamamlanmayan yarım kokteyl bardaklarında sundum düşüncelerimi önüne. üzerine buz ekledim, yerine göre şemsiye taktım, kimi zaman sulandırdım, kimi zaman başka bir bardakla birleştirip hiç tam bir bardak koyamadım önüne, üzgünüm. bunun için beni affetmeni beklemek çok büyük bir ahmaklık ve saflık olur. yalancıyım ben ve sanırım sonucu ne olursa olsun, bunun acısını çekerim yok oluncaya dek, sen veya ben.

    en başa dönmek istiyorum, hep en baştaki heyecanı yakalamak ve belki de tanımamış olmak. daha az acı çekerdim sanırım. aslında sadece trajikleştiriyorum her şeyi. varlığın yüzünden o kadar mutluyum ki, her şeye, her olaya göğüs geriyor ve direniyorum. sırf varsın diye ayakta duruyorum, sırf varsın diye ses çıkarmayıp içime atabiliyorum geçmişte fırtınalar koparmama neden olan meseleleri. değiştiriyorsun beni belki günden güne, ne bileyim belki olgunlaşıyorum.

    olgunlaşmak deyince aklıma gelenler var, araya girmek lazım. olgunlaşmak; daha çok kaybetmektir hep, daha çok kaybetmiş olmak. kayıpları olağan karşılamaya başlamak, kayıpların olağanlığına olan alışkanlıktan dolayı kayıpları umursamamak demek. ben bu nedenle olgunlaşmaktan çekiniyorum hep. olgunlaşıp, gereğinden fazla olgun olup, seni kaybettiğimde bunu olağan karşılamaktan korkuyorum. bu kadar olgun olmak istemiyorum, ham kalmak, ham davranmak, ham yaşamak istiyorum. kaybettiğimde yok oluncaya kadar gözyaşı dökebilmek istiyorum, metin olmak değil.

    nefesim sıcak geliyor. midemdeki yangın, yukarı doğru yükseliyor yavaş yavaş. sebebini bilmediğim bir şeylerin beni sarıyor olması fikri her zaman böcekten bile daha korkutucuydu. sebebini bilmek istedim hayatımın herhangi bir anını kaplayan her türlü olayın, her durumun, her duygu ve düşüncenin. mantıklı olmakla suçlandığım dönemlerin bir numaralı alışkanlığıydı mesela derinlemesine her hadiseyi irdeleyip bundan bir sonuç ve sebep elde etmeye çalışmak. yaşadığım her anın bir anlamı olacağına, bunun olmak zorunda olduğuna inanır, ona göre her anı bir anlama bağlamaya çalışırdım. ya şimdi ne oluyor peki? bunca zaman yaşadıktan ve her şeyi bildiğini hissetmeye başladıktan sonra, baştan aşağı var olan bir değişim mevcut ve ben bunu senden başka hiçbir nedene bağlayamayacak kadar basiretsiz, içgörüsüz, huzursuz ve çaresizim sanırım. bu çaresizlik edebiyatının bıktırıcılığını çok iyi biliyorum aslında. emokidlerin besin zincirindeki en alt ve en büyük halkayı temsil ediyor aslında ama vazgeçmek mümkün değil bundan. getirisi yüksek, trende uygun, yaptıklarının makul ve/veya mazur görülmesini sağlayacak kadar güçlü bir edebiyat. buradan bütün yalanlarımı çaresizliğe bağlayıp kalkıp gidebilirim tabi ki, ama sanırım ki böyle bir davranış, haysiyetsizlik etiketini çok uzun vadeli olmayan bir aralıktan sonra üzerime yapıştıracaktır. ve işte şimdi vücudumu saran bu çaresizliğin sebebini bilmiyor, kahroluyorum. sen yapmadın tabi ki bunları, sen asla hiçbir şeye sebep olmadın. tümü benim neden olduğum hadiseler. kendi kendimi yiyip bitirdim ben hep mesela. kendi kendimi yiyip bitirdiğim için bitti midem. ellerim, sana dokunmaya çalışmamak için ya birbirlerini tutup engel oldular kendilerine, ya da ceplerimdeydiler kaçmak için, bu nedenle hep ateş topuydular. zihnim, sana karşı hislerimi klasik roman tandansında ifade ederek okuyucuya fetiş unsuru sağlayabilmek adına çok çalıştığı için çekti o ağrıları. ve yine amiyaneyim, yine basitim ve şu anlattıklarıma bak, sadece laf kalabalığı, başka bir şey değil.

    o kadar mutluyum ki aslında, yaptığım bütün bu laf kalabalığının altında “ulan bakın, bir kadın var ve ben ona, dünya üzerinde başka hiç kimsenin bir insana karşı beslemediği yoğunluktaki bir sevgiyle bağlıyım” mesajı yatıyor. ama bunu açıktan söyleme alışkanlığına sahip olmadığımdan, senin yüzün gözlerimin önündeyken içimden sürekli tekrarladığım halde bir türlü dile getiremediğimden, omuzlarını sarkıtıp da hüzünlü bir şey anlattığında buna mantıklı çözümler getirdiğim halde içimde seninle birlikte ağlamayı alışkanlık haline getirdiğimden, burada da kalkıp “öküz gibi seviyorum ulan” diyemiyorum, ve bu yüzden utanıyorum. bu kadar çok yalan söylediğim için acı çekiyorum.

    çok büyütüyorum aslında seni, yani bir yandan bakarsan ahmet selçuk ilkan çok haklı. “dünya üzerindeki tüm mezarlıklar, en büyük arzuların yöneltilmiş olduğu ulaşılmaz insanlarla doludur” diyor evet ve aslında öyle orta yollu değil, büyük hacimli bir tokat atıyor insanın yüzüne. çok ağır konuşup, hafifmiş gibi gösteriyor. seni hep çok büyütüyorum, hayatımın boş kalan her noktasını kaplayabilmeni sağlayacak kadar çok büyütüyor, ama gece camdan ayakkabılarının terliğe, arabanın balkabağına dönüşme saati geldiğinde gerçekliğin o sert ve kalın duvarına çarpıyorum burunlamasına. bilmiyorsundur gittiğinde neler olduğunu, ama anlatmak da istemiyorum yeri ve zamanı gelmeden. aslına bakarsan senin dışında herkes biliyor, ama seni bilmedikleri için kimse gelip de anlatamıyor. ne zor bir bilsen seni hayatımdan bu kadar uzakta ama bu kadar içinde tutmak. en ufak bir temas dahi ölümcül benim için. hayatımda seninle ilgili düşüncelerimin söylem halini aldığı herhangi bir an ile varlığının dahil olduğu bir başka anın kesişmesi, ölümden beter olabilir benim için. çok korkuyorum bana dönüp “bunları mı düşünüyordun en baştan beri?” dediğinde utanarak “evet” deyip, karşılığında da “yalancı” yanıtını almaktan. tek korktuğum bu aslında. kaybol mesela, ya da uç, silin gözümün önünden, ya da git hayatımdan de bu değil korktuğum. yalancı demediğin sürece ne yaparsan yap, yalancı deme. anlayamayacaksın diğerleri gibi, ama daha önce de söylediğim “herkesin, yaptığı her şey için başkalarının asla anlayamayacağı makul bir sebebi olduğu” fikrini aklından çıkarma lütfen. ve –emin olduğum gibi- günün birinde karşına çıkıp da “bak ben sana köpek gibi aşığım” diyemeyeceğimden, bu yazıda kendini bul yeter bana.

    işık geldi odama artık, yazmak zorlaşacak. daha gerçekçi saatler başlıyor, daha ciddi, daha ayakları yere basan zamanlara girdik artık. senden bahsetmek zorlaşacak, seni aklıma getirdiğimde avuçlarımın yanmasını beklemek mantıklı olmayacak ve seni düşündüğümde kafeine bağladığım çarpıntıları yaşamam giderek zorlaşacak. gündüzün koruması altına girecek ve mantıklı davranışlar gerçekleştirme konusunda büyük kolaylık yaşayacağım. gelir/gider karşılaştırmasını ve kar/zarar oranını hesaplamayı daha iyi becerip, davranışlarımın getirisi ile götürüsü üzerinden kendime yön verebilecek kadar güçlü olacağım. bu, her ne kadar sana karşı düşünce ve hislerimi değiştirmeyecek olsa da, bunların ifade edilişi üzerinde oldukça büyük bir değiştirici güce sahip olacak.

    susmuyorum ben dikkat edersen. sustuğumda o girdaba kapılıp da içine sürüklenmekten korktuğum için olabildiğince çok şeyden bahsediyorum. her şeyi ayrıntılı anlatıyor olmamın nedeni, sana her şeyden fazla değer veriyor olmam muhtemelen. o kadar çoksun ki bana, senin karşındayken sadece varlığının yeterli olduğu düşüncesinden hareketle tam ortanda kaybolmamak adına düşünce akışımı genişletip hızını yavaşlatıyorum. sana dair düşünceleri arada kaybedebilecek kadar geniş ve yoğun bir akışa sahip olduğum takdirde, her ne kadar bu da çok ütopik olsa da, bir şekilde senin çekim gücünün karşısında sabit bir çapa ile demirlenmiş halde kalabilme şansına sahip oluyorum. fındık kabuğunda okyanus aşmaya çalışan zavallının pasifiğin göbeğindeki hali gibiyim sen bana bakarken. gülüyorsun, ben seninle birlikte gülüyor ama kontrolümü kaybediyorum, sürekli masaya tutunuyorum sen görmesen de.

    seni övmek hep bedenini övmek gibi sanki ilk başta. dudaklarına, gözlerine, saçlarına milyonlarca satır yazmak gibi. en sıcak fotoğraflara dokunup parmak uçlarından yanık kokusu yayılması gibi aslında bunları yazarken yaşadıklarım. ben seni düşündükçe, seninle ilgili bir şeyler anlattıkça, senden habersiz seni gösteriyorum herkese evet. senden habersiz bir şekilde herkese seni haykırıyorum ve bir tek sen habersizsin bundan. bu yüzden de suçluyum. ama senden bahsetmek, sana dair ayrıntıları anlatmak, parmak uçlarımı yakıyor, kokusunu çekiyorum et ve kemik yanığı olarak. çok mutluyum, çok acı çekiyorum, çoksun sen hayatıma.

    neydi epik bir aşk ve buna dair masal?

    tesadüf olamayacak kadar sıra dışı anların serpiştirildiği bir aşk hikayesiydi epik aşk. dinleyenlerin gaza gelmesini sağlayan, dinleyenlerin “olmaz bu kadar” demesine neden olabilecek kadar ibretlik, bir insan için olağan kabul edilen sınırların ötesinde bir içeriği barındıran, hikaye gibi hayata yakın ya da masal gibi hayattan uzak olmayan, ikisinin arasında, ikisinden de izler taşıyan bir aşktı epik aşk. epik aşkın masalı ise, bunun hayattan olabildiğince uzak olan ve dinleyenlerin gerçekleşme ihtimalini kabul etmeyeceği bir masaldı.

    seni nasıl tanıdığımı, hayatımın tepesine nasıl tırmandığını, yüklediğim anlamları, sonra ilk konuşmamızı, sonrasında gelişenleri düşünüp olağan bir insan hayatıyla karşılaştırınca dahi epik aşk oluveriyor kendiliğinden. tesadüf diyorum, tesadüf olamayacak kadar güzel bir akış mevcut. hikaye diyorum, hikaye çok gerçekçi kalıyor yanında, masal diyorum, masal gibi ayakları yerden kesik değil. epik evet, epik… peki masal bunun neresinde? masal bunun geleceğinde. beni öldüren, bugün ölmemi sağlayan şey, bu epik aşkın masalı işte. yarını, 3 saat sonrası, 10 gün sonrası beni öldüren. bu epik aşkın masalına son yazmak için çırpındıkça ölüyorum. çünkü hiçbir son gökten elma yağdıramıyor. hiçbir muhtemel bitiş beni murada, seyirciyi kerevete göndermiyor. bu arada şu anda deprem oluyor, ya da ben yıkılıyorum, bilemedim tam. epik aşkınla o kadar şiddetli bir birliktelik arzusuna yöneldim ki, varlığın veya varlığına dair hayal nedeniyle, sahip olduğum her şeyi bir kenara bırakmış buldum her sabah uyandığımda kendimi. akşamları sen yatıp da karanlığı bıraktığında ardında, epik kısım bitip masal kısmı başlıyordu. sabaha kadar masallar anlatıyordum kendime ve o gün ürettiğim masalın sonuna bağlı olarak günümün geçişi belli oluyordu. kimi zaman huysuz oluyordum sen kaçıp gidince, kimi zaman tüm günüm neşeyle geçiyordu yanımda kalınca. ama bugünlerde hep ölüyorum, dün ölüp bugün diriliyorum. yarın mesela yeniden dirileceğim ama bugün ölmem lazım bunun için.

    bak anlattım bitti bile aslında hepsi. yani hepi topu bir paragraftı bütün düşüncem, ama araya senden biraz serpiştirmek için çırpınıp durdum uzun uzun. bu yazıyı gün gelir de okursan kendini bul diye, ben hala itiraf edememiş olursam anla diye yazıyorum ısrarla. senden parçaları o kadar gizli koydum ki aralara, burada bahsettiğimin sen olduğunu yazıyı okuduğunda asla anlayamayacaksın son cümleye gelinceye dek.

    tanımıyorum kendimi. en klasik roman numaralarına başvuran, seyirci tribününe oynayan adam oldum farkında olmadan. hep ikincil kazançlar uğruna süslü cümleler üretir hale gelmişim hiç fark etmeden. eski yazdıklarıma baktığımda utanıyorum resmen. araya senden parçalar sığdırabilmek uğruna, konuyu sana getirebilmek için bin takla atmışım her yazdığımda. insanlar monologlarıma katlanmak zorundaymış gibi düşünüp, sürekli seni almışım ağzıma, seni anmışım senden habersiz ve izinsiz.

    yanında kendimi kaybetmemi fark etmiş olmandan korktum uzunca bir süre. yanındayken konuşmalarımdaki çağrışım kopukluklarını, konular arasındaki hızlı geçiler ve o esnada sarf ettiğim süslü sözlerden dolayı bir şeyleri gizlemeye ve kendi dikkatimi dağıtmaya çalıştığımı fark etmemiş olmanı umdum. kendi dikkatimi dağıtmak, zira dikkatimi senden alıp sözlerime yönelttiğimde, “seni bir insanın sevebileceğinden hep daha fazla seviyorum, bu aşk, bu sevgi, ya da her ne boksa bu şey beni tüketiyor” dememek için hububat fiyatlarından bile bahsettim yanında. dinledin sen hep, ya ben çok konuştum ve susturdum seni, ya da dinlemeyi sevdin, ama ben hiç o mütevaziliği aşıp da “beni dinlemeyi sevdiğin” fikrine ulaşamadım.

    ne kadar aşağı çekiyorum kendimi bir bilsen. sen kendini olağan gösterdikçe seni yüceltip kendimi aşağı çekiyorum. sen ne kadar çok yakınırsan yalnızlıktan, ben senin benim yanımda olma fikrinden o kadar uzaklaşıyorum değersizlik takınarak üstüme. sen ne kadar çok yakınırsan çektiklerinden, ben o kadar fazla ekliyorum çektiğim sıkıntıya ve hep “senden kötü haldeyim aslında” demeye çalışıyorum kendini bir gıdım daha iyi hisset diye. sen bütün söylediklerimi abartılı ve “moral düzeltmeye çalışan insandan çıkan söz” olarak algılarken, ben onların hepsini kifayetsiz buluyorum. sana dünyanın en güzel kızı ağlamasın dediğimde sen bunu o ana uygun bir söz gibi algılarken, ben o an için dahi yetersiz buldum. en kırmızı elmaya “yeşillikten çıkmış” demek elmanın kızıllığını ne kadar anlatabiliyorsa, sana “bildiğinden çok daha güzel ve değerlisin” demem o kadar anlatıyordu aslında taşıdığın o güzelliği. moğolları arka tarafta bırakan duvar için “eh işte, etrafını dolaşmak mantıklı değil” demek ne kadar yeterliyse uzunluğunu anlatmak için, o kadar yeterliydi “sahip olduklarından daha fazlasına layıksın” demem kıymetini anlatabilmek için. ve o kadar zordu ki senin benim hakkımdaki olumlu yorumların için o anda kast etmiş olduğundan daha bencil bir anlam çıkarabilmek, hiç üstüme alınmadığım o sözleri üzerime rahatlıkla alınabilmem için yapabilecek bir şey göstersen, sanırım ne olduğuna dahi bakmaksızın hayatımı adardım yapabilmek adına.

    peki neden ölüyorum ben bu masalla? neden bu sonlar bu kadar öldürüyor beni? hiçbir çaba göstermeden sahip olmak istediğim bir ünvanın avuçlarıma bırakılmaması yüzünden bu kadar çığırtkanlık yapmanın delikanlılığa sığan yanı ne? neden hala bir çocuk gibi ağlayıp sızlanarak ileri adım atabileceğime dair saçma saplantıdan kurtulamıyorum? neden hala gerizekalı özenti edebiyatçılar gibi duygu sömürüsünden medet umuyor ve şahıslar arasında kalması gereken her türlü yaşamsal unsuru halka açık hale getirerek bundan prim kapmayı arzuluyorum? neden joker gibi her aklımdan geçen cümlenin bir yerine seni veya adını iliştiriyorum? neden içiyorum seni? neden seninle besleniyorum? neden hala buradasın? ve asıl önemlisi, neden hala gerçek soruyu ve gerçek cevabı ortaya koyamayacak kadar korkağım. sözlerin bir şekilde rahatlatmasını bekliyordum. bu kadar çok şey yazdıktan sonra rahatlıkla bağırabilmeyi ummuştum, karşında olmasa bile yazdığım metnin bulunduğu yerde bağırabilmeyi ummuştum ama olmuyor, bağıramıyorum. sesim o kadar kısık ki, kendim bile duyamıyorum. kendime bile sağırken bu konuda, senin beni dinlemeni bekleyemeyecek kadar da gerçekçiyim.

    şöyleyim, böyleyim… bitmiyor kendimden bahsetmelerim. içebakış cumhuriyetinin sınırlarını çok keskin çizmemiş olduğumdan, sürekli bir genişleme, sürekli kendini irdeleme ve inceleme gündemde. ancak somut bir sonuç, elde kalan bir kazanç, elle tutulur bir değişiklik olmuyor hiç. hep aynı teraneyi farklı kılıflarda satıp, karşılığında aldıklarımın sarhoşluğuyla sabahı buluyorum. sabah olup güneş popomu kızartmaya başladığında, aynı hikayeye geri dönüp, senin dahil olduğun epik masalın bana kazandırdıkları ile beslenerek hayatımı sürdürmeye çalışıyor, ama ölüyorum ağır ağır. o kadar çok şey kaybediyorum ki zamanla birlikte, geri dönmesi mümkün olmayan hasarlarım kanamaya, acılarım bıçak yaralarının verdiği acılara dönmeye, bedenim küçülmeye, düşüncelerimse genişleyerek yok olmaya gidiyor koşar adım. küçük bir kartvizit var masamın üzerinde, bir pideciye ait. yazdığım her paragrafın sonuna geldiğimde o kartvizite bakıyor ve “yine söyleyemedim” diyorum, tıpkı şimdi olduğu gibi.

    dönüyorum olduğum yerde, bir adanın etrafında, ya da belki bir kaldırım taşı. nerde olduğuma bakmıyorum ki bileyim. bir adım atıyorum, sana yaklaştığımı ve itirafa adım attığımı fark ettiğimde sola dönüyor, bir adım atıp senden uzaklaştığımı fark ettiğimde yine sola dönerek sana yeniden yaklaşmaya çalışıyorum. hala senden uzaklaşıyorum oysa ki, hala adımlarım senin bulunduğun çemberin dışına yönelik. işte o zaman sen bir şekilde sesleniyorsun zaten, bir şekilde kendini ve varlığını hissettiriyorsun ben “yok galiba” diyecekken ve yeniden sol yapıyorum. iskele hep sana yakınsıyor, iskele hep karışık suların üzerinde. çalkalanıyorum, çalkantılıyım. kendi denizimdeki bir adadayım, denizin sahibi benim, ama adayı kontrol dahi edemiyorum. etrafını adımlarken, biraz önce geçtiğim yerlerdeki ayak izlerini silen bir denize sahibim. çalkantılarım o kadar taşkın ve arsız ki; etrafımdaki insanlara sıçrıyor, onları da ıslatıyorum çalkantılarıma ortak olmaları için. dönüp uzaklaşıyorlar ve hatta bazen kaçıyorlar, ama asla tükenmiyorlar. her zaman bu suyu sıçratacak birilerini buluyorum. seni ıslatmam gereken suyla başkalarını ıslatıyor, sana bir damla su kondurmuyorum korkumdan. denizi fark etmenden korkuyorum. içimdeki dalgaları görmenden korkuyorum. bu kadar şiddetli olduğumu fark etmenden ölesiye korkuyorum. ama korktukça ölümden kurtulmuyor, ölüme daha çok yaklaşıyorum. ve o kartvizit, hala hiçbir şey itiraf etmediğimi söylüyor “kuşbaşılı, kıymalı kaşarlı” diyerek.

    zaman artık eskisinden daha hızlı geçtiği için acımadı hiçbir yerim belki son zamanlarda. ya da sensizliğe dair paranoyalarımla uğraşmaktan zaman bulamadım bilmiyorum. zaten ne dediğimin, ne yaptığımın çok da anlamı yok. baksana biraz önce sancılarla kıvrandığımı anlatan ben, acı çekmiyorum diyecek kadar dönek ve ikiyüzlü olmuşum. kendimi mi kandırıyorum, yoksa seni mi, onu da bilmiyorum. eskiden bu kadar kolay “bilmiyorum” demezdim. her şeyi bilirdim, her şeyden haberim vardı ve her konuda mutlaka söyleyecek bir şeyler bulabilirdim. ama artık bilmiyorum demek daha kolay ve daha akılcı geliyor. hayatın gerçekçi yönüne dair ne kadar az konuyla ilgilenirsem, seninle ilgili düşünceler için o kadar çok zamanım kalacak. hayatın bana yüklediği sorumluluklardan ne kadar çok kaçarsam, sana o kadar çok zaman ayırabileceğim. ama ne büyük bir ironidir ki; ben hayatın gerçek yanından ne kadar uzaklaşırsam, zamanın da getirdikleri ile, sen o kadar yaklaşıyorsun hayatın gerçeğine. uzaklaşıyoruz farkında olmadan belki, bir yerinden tutulup da yetişilebilecek bir tren değil kaçan aslına bakarsan. o kadar büyük bir ivmeyle uzaklaşıyorsun ki benden, sadece bir yaz tatili değil giren araya, dev bir buzdağı sanırım. ne zaman bodoslama çarpıp dibi boylayacağımı bilemiyor, tahayyül sınırlarımı bunun için genişletemiyorum. dip kavramını hep embesil emokidlere rezerve ettiğimden, sahiplenemiyorum dibe vurmayı bir türlü. burnumun ucunda olsa bile burnumu kıvıracakmışım gibi geliyor nedense. kaşarlı, kuşbaşılı, ama hala itirafsız.

    o kadar uzun süredir kapalı ki şu karşımdaki perdeler, senin yanına gelmek için dışarı çıktığım zamanlarla kısıtlı sanki onların açıldığı günler. başka günlerde güneşi kabul etmez gibiyim yanıma veya yöreme. güneşten kaçacak ne var deme lütfen, olmuyor, yapamıyorum. bir gün içinde olup da günün sensiz olmasını, olası en arabesk haliyle reddediyorum, yadsıyorum. farklı uğraşlarla, gereksiz işlerle süsleyip zamanımı, vakitlerimi ve saat başlarımı sana ayarlıyorum. günlerim seninle başlayıp, seninle biter hale geldi açıkçası. ama, bunca çeşit arasından kuşbaşılı mantarlıya kadar gelmiş olmama rağmen pide listesinde, hala kalkıp da ben seni, senin bildiğinden çok daha fazla seviyorum diyemiyorum şu anda yaptığım gibi.

    sıkıldım uzatmaktan. sıkıldım uzamaktan, ve sanırım cesaretimi toplamam gerekecek. bu hamle, avuçlarımdan, hiç avuçlarımda olmamış bir elmasın kanatlanıp uçmasına sebep olabilir biliyorum, ama ben şu halimle, epik bir aşkın masalı yüzünden her gün bin kez ölüyorum. ufacık bir kez de hançerlenip ölmüşüm çok değil.

    sen, kim olduğunu hala çözememiş olabilirsin, garipsemem. sanırım şimdi bir ipucu vereceğim ve bir çok kişi ile birlikte “hmm bu ben olabilirim” diyeceksin. çünkü günlük hayatım için son dönemde çok sık tekrarlanmış olan bir şeyin buraya yansıması. ancak ikinci bir ipucu daha var içinde ve bir tek sen anlayabilirsin sanırım bunu. garip olansa bunu hiçbir zaman okuyamayacak olman.

    bak zamanın olursa şunu mutlaka dinle:

    bluex (in the mood for love ost)

    hmm, hay allah ya, neden sürekli sana bir şeyler tavsiye edip duruyorum ki ben? bana ne?

    bu kez hak ederek ölmek istiyorum.
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap