2 entry daha
  • bülent tokgöz. romanlarını şahitliğe çağıran şair. gelmiş buralardaymış. heybesinde kısa ama sıra dışı ömrünün hâsılası sayılabilecek, tuğla ebatlarında otobiyografik roman niteliğinde kitaplar ile birlikte gelmiş. ‘’suskunluk suikastına’’ maruz bırakılan, yok sayılan, görmezden gelinen, ilgilisi için ‘’hazine değerinde’’ beş kitap. bu kitaplar sırasıyla şu isimlerden oluşuyor:

    1-gençliğimi şahitliğe çağırıyorum
    2-ahir zaman mücahidleri
    3-rüyalar mevsimler gölgeler
    4-yorgun yabancı savaşçı
    5-elveda sevgilim veziristan

    neler yok ki bu kitaplarda. mesela iyi kötü bir üniversite okuyan, okuduğu süreçte islamcılık yapan, mezun olduktan sonra iyi kötü bir memurluğa veya bürokrasiye kapağı atıp üniversite dönemi islamcılığının ekmeğini yiyerek caka satan birinin hikâyesi yok. veya etliye sütlüye mümkün mertebe karışmadan ömür sermayesini entelektüel ortamlarda sadra şifa olmayan tartışmalarla tatmin olarak tüketen bir eski islamcının hikâyesi de yok. söylediği her şey fos çıkmış, ıskaladığı hayatın hayal kırıklıklarını mazisine ait ne varsa küfrederek telafi etmeye çalışan bir cambazın tutarsızlıkları da yok. devlete haddini bildirip devrimin kutlu ateşini yakmak için yola çıkıp ilk gözaltında, gördüğü ilk işkencede veya kısa süre ziyaret ettiği cezaevinde topukları üzerinde gerisin geri dönen, bununla da kalmayıp çevresine böylesi bir çarkın neden gerekli olduğunu felsefesini yaparak yutturmaya çalışan eski kulağı kesiklerin el çabukluğu da yok. sıradan kent yaşamının steril ortamında her şeyden kopuk, en basit zihinsel çabadan azade şekilde gündelik politikanın yönlendirmesiyle boşlukta salınan, ekmeğinin peşindeki vatandaş rıza’nın hikayesini de barındırmıyor bu kitaplar…

    peki ne var bu kitaplarda? dini yalnız o’na has kılmak ve halis bir kul olmak hedefiyle yola çıkan, bu yolda gerekirse tarihe kanıyla küçük bir itiraz notu düşerek yaşadığı hayatı anlamlı kılmak isteyen genç bir islamcının kızgınlık, küskünlük, yalnızlık, hayal kırıklıkları ile dolu hikâyesi var. islam evine islamcılığın bacasından giren fakat islam’ın giriş kapısını ancak yirmi küsur sene sonra islamcılıktan çıkarken güç bela el yordamıyla bulabilen, islamcılıktan hiçbir şey alamadığını bilakis islamcılığa sadece verdiğini, gençliğini verdiğini dile getiren bir yolcunun hikâyesi var. ama gerçek anlamda bir yolcunun, göçebenin, muhacirin hikâyesi. 90’lı yıllar türkiye’sinde ankara ve istanbul’da okuduğu üniversitelerde eylem, forum ve mitinglerde islamcı mücadelenin gözü kara neferliğiyle başlayan bir yolculuk. vatansız, milliyetsiz, devletsiz, kozmopolit, kimliksiz ve karaktersiz hale getirildiğini düşündüğü islamcılığın zayıflıklarını aşmak uğruna alternatif olarak gördüğü cihad yollarına düşmesinin güçlü analizlerle dolu hikâyesi. küresel cihadın ilk durağı olarak önce bosna tecrübesi, türkiye’ye dönüş sonrası alınan silahlı mücadele kararı ile gelen eylemler, işkenceler ve hapishane sürecinin ardından keşmir ve afganistan duraklarıyla devam eden cihadın içerden ama farklı okumalarıyla dolu mahrem öyküsü. sonra yine eve dönüş, yargılanma sürecine paralel taşra sıkıntısı ve bir müddet soluklanma… ve ardından geçmişine ait kimsenin, hiçbir hatıranın, eski hatanın olmadığı, puslu da olsa taze başlangıçlar yapabileceği uzaklara gidişin çileli yolculuğu… uzun yıllar pakistan ile afganistan arasında devletsiz bir bölge olan veziristan’da, islam’ın ve ümmetin izzeti için dövüşülecek menfez olarak gördüğü el kaide saflarında devam eden bir serüvenin çarpıcı hikâyesi var bu kitaplarda.

    hikâye demişken salt olay örgüsünden oluşan basit bir otobiyografi anlaşılmaması gerektiğini, ciddi analizlerle dolu bir eserle karşı karşıya olunduğunu belirtmeliyim. dünyanın en çok merak edilen ve belki de en çok çekinilen (veya öyle gösterilen) bir örgütü içerisinde yıllarca mücahid olarak savaşmış, yönetim organlarına yazdığı raporlarla savaşa yön vermeye çalışmış birinin gözlemleri, tecrübeleri ile dolu kitaplar. ortaçağ koşullarının yaşandığı bir coğrafyada, cehennemî zorluklarla, malarya belasıyla ve en az onun kadar yıldırıcı müslümanların karakter problemleriyle imtihanla dopdolu; tepelerinde gezinen amerikan ordusu destekli pakistan casus uçakları tarafından her an yerle bir edilme tehdidi altında ölümle burun buruna, en yakın dostlarını şehit vererek geçirilen yılların hâsılasını barındıran kitaplar. ‘’pakistan’ın girift ve esrarengiz labirentlerinde’’ politik denklemlerin, kaide içerisinde dönen fırıldakların, çıldırtıcı bürokratik ayak oyunlarının, pişmemiş mücahidlerin pişirdiği bir karakterin kaleminden; sağduyudan, akıl ve iz’andan kopmamış bir zihinden süzülen değerlendirmelerle dolu kitaplar.

    yazılma serüveninin de en az kitapların içeriği kadar kahırlı ve meşakkatli şartlarda gerçekleştiği romanlarda yazar, bizi de beraberinde çıkardığı yolculuğunun her bölümünde tarihi, siyasi, sosyolojik analizler, antropolojik, etnolojik tespitler, dini-mezhebi tartışmalar yapıyor. gücünü sahadan alan yorumlarını, sağlam ve etkili edebi üslubunu kullanarak, kılı kırk yararak uydurukça kelimelerden olabildiğince arındırdığı özenli bir türkçe’yle ve sık sık yer verdiği mizahi bir dille aktarıyor.

    2010 ila 2016 yılları arasında nispeten güvenli bir bölgede bahçesiz bir eve kapanarak, bir çeşit hücre hapsi gibi hiç dışarı çıkamadan, kendi ifadesiyle ayakkabı dahi giyemeden yaşadığı zorunlu tecrit yıllarında yazılan eserleri güçlü kılan, anlatılanların fikrî, ahlakî, insanî yaşanmışlıklar ve nakışlarla bezeli olması. muhatabınızın ‘’teslimiyetin ilahiyatçısı, acziyetin uleması’’ olmadığını her bölümde, her satırda hatırlatan yazar hakkında, coşku dolu lirik satırlarından dolayı romantik devrimci çıkarımını yapacağınız anda yaptığı eleştirel analizlerle yazarın aslında son derece gerçekçi biri olduğunu gözlemleyebiliyorsunuz. bunun nedeni biraz da hikâyenin bir dönüşümün hikâyesi olması. katılmadığınız, kızdığınız pek çok tespit, kişiselleştirilmiş öfke dolu birçok çıkarımla da karşılaşabildiğiniz kitaplarda ağır basan en temel kavramın samimiyet olduğunu görüyorsunuz. en çok ve en ağır olarak kendisini eleştirerek mahkûm eden yazar, tüm öfkesiyle berhava ettiği bir kişi veya hareketin aynı tonlama ve büyük bir hakkaniyetle olumlu yönlerini de öne çıkarıp methedebiliyor. bu yönüyle bir süper kahraman anlatısı değil tüm eksikleri ve zaaflarıyla gerçek bir insanın anlatısı olan beş kitaplık müthiş macerayı okuyup bitirdiğinizde kitaplara başlamadan önceki insan olarak kalamıyorsunuz. yaklaşık üç bin sayfa boyunca güçlü bir edebiyatla sanatsal bir deryaya dalarken aynı zamanda anlatılanlara dair zihninizdeki pek çok ezber bozulmuş bir şekilde kalkıyorsunuz kitapların başından. büyük bir ustalıkla yaşadıklarını, tanıklıklarını, tanıdığı yüzlerce karakteri ve geçirdiği dönüşümü aktarmayı başaran yazarın onca zorluk ve hayal kırıklıklarından sonra nasıl bu kadar makul ve akl-ı selim kalabildiğine, mutedil bir ruh haliyle dönebildiğine şaşırıyorsunuz. çok farklı savrulmalar yaşayabilir, çok derin psikolojik sorunlar yüklenerek dönebilirdi. o anlamıyla da saygı duyuyor, söylediklerini önemsiyorsunuz.

    bülent tokgöz epeyce de risk barındıran bu eserleri altı yılını bu yola vakfederek neden yazma gereği duydu? yazılan binlerce sayfaya, anlatılan içeriğe ve tüm eser boyunca yazarın dert ettiği meselelere ve endişelere baktığımızda onu buna sevk eden esas amilin; yaşadıklarını kendi kişisel hikâyesi bağlamında tarihe not düşmek, evladına, torununa hatıra bırakmak olmadığını veya bu eserlerin bir savaşçının cephe anılarını yazarak şöhret ve paraya ulaşma arzusunun tetiklediği bir refleksin sonucu ortaya çıkmadığını anlıyorsunuz. aynı süreçte yazdığı beş ciltlik ‘’büyük oyundan dersler’’ adlı kitapları da birlikte değerlendirdiğimizde yazarı çılgınca yazmaya ve anlatmaya götüren nedenin; ‘’mağlubiyetlerin sebepleri anlaşılmadığında veya yanlış anlaşıldığında kapıya daha büyük mağlubiyetlerin dayanacağına’’ olan inancı olduğunu görüyoruz. o yüzden bu kitapların, büyük oyun’u gören ve bunu haykırmak isteyen bir mücahidin, kaybedilen bir savaşın ruhunu paramparça ettiği bir savaşçının; ‘’vicdanını eline vererek, daraltıcı gerçeklerin nefesini daraltmasına mahal vermeden, kafasını hep şartların dalgalı sularının üzerinde tutmaya çalışarak’’ ve sadece hakikati ve gelecek kuşakları hedefleyerek yazdığı eserler olarak görülmesi gerekiyor. ‘’hatırat yazmak ölümün elinden bir şey kurtarmaktır’’ fehvasıyla ve yazıya bir an önce aktarma telaşıyla hareket ederek bir anlamda görev addederek yazıyor. çünkü mücahidi kendi camisini patlatan bir ümmet için tarihin çoktan bittiğini, küresel cihadın yerini başka bir şeye bıraktığını, amerikan hedeflerine vurmak, cihadı küfrün merkezlerine taşımak, işgalcinin memleketini cephe haline getirmek için çıkılan yolda cihadın teröre inkılâp ettiğini kahrolarak görüyor. silahını bir anlamda kaldırıp tüm gücüyle taşa çalıyor ve eline kalemi alıyor. cihad edeceğini cinayet işleyemeyeceğini, kıtal edeceğini katliam yapamayacağını ilan ediyor. islam coğrafyalarında yapılan terör eylemlerinin kitlesel sivil katliamlarına neden olduğunu hatta madrid, londra, kenya ve tanzanya patlamalarının askeri hedeflerin yanında sayısız sivil kaybına yol açtığını, hatta ve hatta 11 eylül’ün bile bu yönüyle sorgulanmaya muhtaç olduğunu dile getiriyor. cihada katılış sebepleriyle cihadın icra edilişinin neticeleri arasındaki akıl dışı zıtlıkların tüm mücahidlerde kaybolmuşluk hissi uyandırdığını, dahası ve en önemlisi cihadın küresel güçlerin ve pakistan’ın jeopolitik ve stratejik hesaplarında bir aparat ve taktik amaçlı kullandığı bir araç haline gelerek nesneleştiğini dehşetle fark ediyor.

    ona göre afganistan’daki damarları kopartılmasın diye taliban’ı desteklemek zorunda olan pakistan, terör destekçisi olarak anılmamak için pakistan taliban’ını var etmişti ve kaide’yi avucunda tutarak iyi bir ücret karşılığında elden çıkarmayı ya da bir koz olarak saklamayı karara bağlamıştı. yani kaide, küresel cihadı ve işgalciyi evinde vurma stratejisini bohçalayıp bir kenara koyarak pakistan rejimiyle silahlı mücadeleye kapaklanmakla fasit dairenin içine düşmüş ve pakistan istihbaratının uzun elinin altına girmişti. bu yüzden pakistan’la savaşın en başından itibaren yanlış olduğunu, böylesi hacimli ve muhteris bir savaş yerine sınırlı ve misillemeye dayalı bir müdafaa harbi ile yetinilmesi gerektiğini; pakistan’ı bölmek, pakistan’da ihtilal yapmak, şeriat ilan etmek gibi hedefler peşinde koşulmasının hareketi yerele mahkûm ettiğini ve istihbarat örgütlerinin oyuncağı haline getirdiğini dile getiriyor. yazara göre küresellik anlayışı zamanla bir strateji olmaktan çıkmış yekpare bir nihilizm ve intihar ideolojisi rengine bürünmüştü. ayrıca hareket veya örgüt olamadan devlet olma heveslerinin, ırak islam devleti, veziristan islam emirliği gibi karikatür hedeflere meyletmenin yani iktidar ve devlet arzusunun islamcılığın devasız bir hastalığı olarak cihadcıları da sarmaladığını ve bu yaygın arızaların hedeflerden saptırdığını görüyor bölgede kaldığı yıllar içinde.

    gördüklerini her fırsatta dile getiriyor fakat anlı şanlı omuzu kalabalık kumandanlardan olmaması, bilindik manada vaiz âlimlerden olmaması, terminolojisinin yabancı ve yabancılaştırıcı olarak görülmesi ve hepsinden önemlisi arap olmaması gibi faktörler feryadının makes bulmasını engelliyor. yazdığı metinlere, uyarı raporlarına, manifestolara hiçbir şekilde müspet cevap alamıyor, hatta eleştirilerini açıktan yapmaya başladığında fitneci veya ajan gibi imalarla karşılaşıyor. o yüzden yazmak için bir köşeye çekilmek gerektiğini düşünüyor ve altı yıl içinde 12 kitaba imza atıyor.

    cihad bölgelerinde imtihan olduğu bürokrasi belasından tüm davalarından beraat edip özgürlüğüne kavuşarak döndüğü memleketindeki kültür ve edebiyat çevrelerinde de yakasını kurtaramamış gözüken, kitapları ‘’sükût suikastıyla’’ itibarsızlaştırılmak istenen bülend tokgöz, her şeye rağmen ‘’kendi şarkılarını söylemeye devam ediyor. varsın bu kubbede çınlamasın, bir hoş sadâ olarak bile kalmasına izin verilmesin, ben şarkımı söyler geçerim’’ edasıyla.
    roman serisinin ilk kitabı olan ‘’gençliğimi şahitliğe çağırıyorum’’da süreci çocukluğundan itibaren alarak duygu ve düşünce dünyasının şekillendiği ilk gençlik dönemlerini hızlıca aktardıktan sonra ankara’da geçirdiği dtcf yılları, bosna tecrübesi dönüşü istanbul’daki üniversite hayatı, cezaevi deneyimi ve sonrasında döndüğü taşrasında yaşadığı ve şahit olduğu nahoş olaylar silsilesini anlatıyor. gençliğimi şahitliğe çağırıyorum başlıklı otobiyografik romanı layıkıyla tanıtmak veya değerlendirmek çok mümkün değil. dört başı mamur şekilde kitap analizine girişmek onlarca sayfayı bulacaktır. çok farklı ve zengin bir konu portföyüne sahip olan kitapta hangi bölümü öne çıkarsanız diğerlerine haksızlık etmiş olma hissi oluşuyor. devrimci bir islamcı gencin gözünden devrimcilik-islamcılık-solculuk kompleksi, siyaset-90’lı yıllar-devlet-28 şubat, cemaatler-örgütler-yapılar-kanaat önderleri, sünnilik-şiilik-selefilik-mezhepçilik, islamcı dergicilik-gazetecilik, üniversite hareketi-silahlı mücadele, hayat-ölüm-şehadet-cennet, cihad-mücahid, arkadaşlık-dostluk-kardeşlik-ihanet, işkence-cezaevi-yargılanma, değişim-dönüşüm, memleket-taşra sıkıntısı ve en önemlisi felsefi-düşünsel ve psikolojik sorgulamalar, analizler, değerlendirmeler, yargılar…
    çok zengin konu çeşitliliği, derinlikli analizler ve güçlü ifadelerle dolu kitabı okuyucusunun takdirine bırakırken dikkatimi çeken, öne çıkarılması gerektiğini düşündüğüm bölümlere değinmek istiyorum.

    akıcı ve ironik bir dille yazılan eserde, islamcılaşma ve hızlı şekilde militanlaşma sürecinin anlatıldığı bölümlerde 90’lı yıllar türkiye’sinin özel şartlarına, özellikle de islami cemaat ve yapılara dair yaptığı geniş değerlendirmeler o dönemin anlaşılması noktasında önemli veriler sunuyor. türkiye islamcılığının röntgenini çeken ve eleştirel bir üslupla masaya yatıran yazar, islamcılık, şiilik, sünnilik, selefilik hakkında geldiği noktayı aktarırken türkiye’deki kalburüstü tüm cemaatler ve ilişkide bulunduğu islamcı olarak nitelenebilecek tüm kanaat önderleri hakkında çoğu zaman kıyıcı yorumlar yapmaktan çekinmiyor. ancak eş dost meclisinde konuşulabilecek mahremiyetteki meseleleri veya zanları kitaba aktarmanın, ispatlanmamış ithamlarla mahkûm etmenin kime ne faydası dokunabilir ki? bir insanın din anlayışını, hareket metodunu, usulünü, üslubunu eleştirebilir, yerden yere vurabilirsiniz fakat çoğu elini eteğini piyasadan çekmiş bu insanları somut bir delile yaslanmadan başka devletlerin ajanlığıyla veya istihbarat örgütlerinin elemanı olmakla suçlamaktan nasıl bir yarar gözetilebilir? dolayısıyla gençliğimi şahitliğe çağırıyorum’daki sayısız derinlikli değerlendirme ve analizin arasında bu tarzdaki kişiselleştirilmiş hesap kapatma meyanındaki yargıların eserin kalitesinden tırtıklayan bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. gerçi ‘’gözlemlerini, zanlarını devreye sokmadan karakter analizi yapılamayacağının, gerçek bir şahsiyeti sınırlı gözlemlerle ihata etmeye kalkışmanın pek çok hududu ihlal edeceğinin’’ farkında olduğunu birçok ifadesinden anlıyoruz ama yine de o hudutları yıkmaktan geri duramadığını gözlemliyoruz. şu gibi cümlelerle kendini kanatmaktan hiç geri durmuyor mesela; ‘’hakikat böyle mi anlatılmalıydı? vicdan kanamadan, kanatılmadan, teşrih masaları kurulmadan, insanlar canlı canlı otopsilere alınmadan mümkünü yok muydu? en çok kendini teşrih etmen, o biinsaf neşterini en çok kendi bedenine merhametsizce indirmiş olman kefaret olarak sana yeter mi?’’

    bosna tecrübesini ilk kitabı olan cihadın mahrem hikâyesi’nde ele almıştı. içerde yaşanan kokuşmayı, sırplara ve hırvatlara karşı mazlum bosna halkını korumak için balkan yollarına düşmüş mücahidlerin ve mücahidleri oralara gönderen iran, suudi arabistan gibi devletlerin arka planda neyin kavgasını verdiklerini ilk defa bu kitaptan öğrenmiştik. ‘’gençliğimi şahitliğe çağırıyorum’’da da bosna savaşındaki tecrübe ve gözlemlerine yaklaşık seksen sayfa kadar yer veren yazar, ‘’müslüman olmanın zor olduğu, mücahid olmanın ise hayli hayli zor olduğu balkanlarda’’, mücahid grupların grup davranışında yaşanan hastalıkları, çeteleşmeleri, yoldan çıkan ekipleri ele alıyor. aynı şekilde başta iran olmak üzere suudi arabistan, türkiye gibi ülkelerin bosna üzerindeki ulusal hesaplarını, şiilikle selefiliğin post mücadelesini irdeliyor. bu kitapta daha ziyade iran üzerinden değerlendirmeler yaparak pers gerçekçiliği ile şii idealizminin kafa kafaya verdiği bosna’da iran’ın sessiz ve derinden emperyal bir hamle için kollarını sıvadığı tespitlerini yapıyor. iran’ın askeri uzmanlarıyla, mollaları, siyasi temsilcileri, lübnan hizbullah’ından seçme ekibi ve hırvat gümrüklerinden rahatça geçmelerini sağlayan kırmızı pasaportlarıyla bosna’da bulunma nedenini, nüfuz edinecekleri ve ileri bir karakol olarak kullanabilecekleri bir bölge olarak gördükleri balkan coğrafyasını türkiye ve arap aleminden önce parsellemek olduğu kanaatini dile getiriyor, şii-haçlı ittifakı yorumları yaptıracak nitelikteki örnek olaylarla ispatlamaya çalışıyor. ‘’bu kaotik fezada kendi feleğini arayan kozmik bir topaç gibi çarh vuran’’ karakterimiz, iranlılar, türkler ve araplar arasında mekik dokuyarak ümmetin vahdeti için arayı bulmak gibi nafile bir çabaya girişiyor. bu çabanın nafile olduğunu ve ‘’mevcut şekliyle ümmet kavramının proleterya diktatörlüğü gibi ütopik ve ideolojik bir kurguya işaret ettiğini, felsefi soyutlamalara takılıp tarihe ve sosyolojiye sırt çevirmenin göğe bakarken taşa takılıp yere kapaklanmaya sebep olacağını’’ idrak etmesi çok da uzun sürmeyecektir.
    yaşadığı tecrübelerin, islami camianın en üst tabakasındaki kişilerle de en alt kısmındaki insanlarla da geniş zamanlı teşrik-i mesaide bulunmuş olmanın ve yaptığı okumaların sonucunda oluşan, önemsediğim ve katıldığım sayısız tespitin içerisinde birkaçına birkaç anekdotla örnek verecek olursak; devrim ve devrimcilik bahsi üzerinde yeri geldikçe duran yazar, devrimi solcu müminlerin ilahesi, devrimciliği de bir ergen ideolojisi olarak görüyor. sözüyle, müdahalesiyle, mücadelesiyle her şeyi değiştirebileceğini sanan insanın aslında sadece kendini değiştirebileceğini, bunu başarabilirse tarihe ve cemiyete en büyük müdahaleyi yapmış sayılacağını düşünüyor. devrimin kesintisiz bir kan dökme eylemi olduğunu, dökülen kanın çokluğundan devrilen şeyin manasını yitirdiğini, devrimin değişim olmayıp bir el değiştirmeden ibaret olduğunu yani sadece zulmün el değiştirdiğini belirtiyor. ‘’devrimci kişileri tanıdıkça derviş olasınız gelir, devrimcilik bir aşırılık biçimidir, her şeyin merkezine siyaseti, ideolojiyi, örgütü koyarak başka ne varsa es geçmektir, devrim tapıncı örgüt tapıncını, o da lider tapıncını şart koşar’’, tespitlerine katılmamak mümkün değildir.

    devrimciliğe benzer şekilde islamcılığın eleştirisinin de kitaba yayılan bir yoğunlukta yapıldığını görüyoruz. islamcılığın hangi memeden süt emdiği bellisiz bir proje olduğu gibi çarpıcı tespitlerin sahadan alınan bir tecrübe doğrultusunda söyleniyor olması sözü güçlü kılıyor. islam aleminin irancı bir islamcılık ile gelenekçi bir statükoculuk arasında keskin bölünme ve iç savaş yaratmak isteyenlerin projesi olduğu belki komplocu bir yaklaşım olarak görülebilir. fakat islamcılığın ilk çıkışta batıya karşı islam’ı müdafaa için icat edilmişken zamanla batının değerlerinin içten içe tebdil ve tağyir ameliyesi halini aldığı ve vatansız, milliyetsiz, kimliksiz bir hale sokulduğu konusundaki görüşleri dikkate alınmayı hak ediyor. islamcılığın terbiye sisteminden yoksun olduğu ve ruhu terbiye görmemiş adamların kime, ne terbiye verecekleri sorusunun ve islamcılığın dinden çok ideolojiye yakın duran sevgisiz, haşyetsiz ve maneviyatsız olduğu yargılarının ciddiye alınması gerektiğini, yolu islamcılıktan geçmiş herkes takdir edecektir. islamcılığın özü itibariyle gerçek anlamda hiçbir zaman devrimci de olamadığını, darbe anında direnmeyi değil içe kapanmayı ve geri çekilmeyi öğütleyen iç sesleriyle hareket ettiklerine dair tespitlerine de 28 şubat’ı yaşamış, 28 şubatçılara karşı mücadeleyi seçmeyen, maslahat mazeretine sığınarak bedel ödemeyi göze alamayan islamcıları gözlemleyen herkes hak verecektir. ancak yazarın islamcılık eleştirisini sünnilik müdafaası merkezinde yapması ve sünniliği şii karşıtlığının da zorlamasıyla çok fazla idealize etmesi bu konudaki görüşlerinin yumuşak karnını oluşturuyor. islamcılığın bir çeşit 80’lerden itibaren irancılık ideolojisine dönüşerek sünniliğin can düşmanı haline geldiği, sünni örfü tahrip edip genç nesilleri şii propagandaya açık ve savunmasız bıraktığı gibi yaklaşımların yazarın nihai noktada ulaştığı görüşler olduğunu görüyoruz. haklı yönleri olmakla birlikte tüm olumlu sıfatları kullanarak sünnilik için yaptığı abartılı tanımlamaların sünni kelimesi yerine şii veya selefi kelimeleri getirilerek aynen yapılabildiğini göz ardı etmemek gerekiyor. haricilik, şiilik, mutezile ve aşırı birkaç mezhebin dışında tarihteki birbirine zıt tüm ekolleri bünyesinde eriten şemsiye bir kavram olan sünnilik düşerse islam göçer ön kabulüyle sünnilik müdafaasına girişmek bizi eleştirdiğimiz şiiliğin mesabesine indirecektir. sünni ortodoksinin yüzyıllardır sosyal ve siyasi dönüşümleri dikkate alarak düşünce ve teori oluşturamadığını, taşıyıcı gövdenin çürüyüp çökmesine engel olabilecek bir dinamizmden yoksun olduğu meyanındaki eleştirileri dikkate almak zorundayız. güvenilir liman addederek sığındığımız sünniliği islam düşüncesinin ana damarı görebiliriz ve mevcut konjonktürde şiilik ve vahhabilik karşısında koruma refleksiyle hareket edebiliriz, etmeliyiz de fakat gerçeklikten kopmamak, zaafların ve çürümenin farkında olmak şartıyla.

    yazarın islamcılık eleştirisinde altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da islamcılığın köksüzlüğü, vatansızlığı ve tarihsizliği konusundaki vurgularıydı. vatan sevgisini kırılması gereken bir put olarak gösterip de vatandan bir arazi parçası gibi bahsedilmesinin, bölünüp parçalanabilir bir nesne olarak görüldüğünün izhar edilmesinin islamcılığın belki de en çirkin yönü olduğunu dile getiriyor ki katılmamak elde değil. zira türk’e türk diyemeyen, türkiyeli terkibini kullanarak evrensel olduğunu vehmeden, türk derse türkçü olacağını vehmeden, yurdunun bölünmesi ihtimalini mühimsemeyen, türklüğü islam’a zıt bir kimlikmiş gibi idrak eden, hatta osmanlıyı kemalistlere benzer bir tonlamayla topyekûn reddeden islamcılık ancak kimliksiz, tarihsiz ve talihsiz bir kozmopolit haline gelecektir.

    romandaki karakter, hapishane sürecinin akabinde ülkesinde ve taşrasında yaşadığı yıldırıcı hayattan sonra cihada yol bulacak, uzak diyarlara, bambaşka iklimlere revan olacak, hayatının yeni bir evresini başlatmak üzere eski sayfaları tamamen kapatacaktır. oralarda aradığı huzuru bularak cennetine cem olabilecek midir yoksa ‘’uçsuz bucaksız hüzün diyarında muhacir, hicranlar ve hüsranlar yalazında hasretkeş, dâussıla ile bağrı yanık geçen yıllar boyunca yaşadıkları ve kendisine yaşatılanlarla eskiden kalma yaraları şerha şerha kanamaya’’ devam mı edecektir? serde büyük dedesi meto’dan miras aldığı muhacir genini taşımak vardır. her şeyi bırakıp gidebilme, her şeye en başından başlayabilme, ‘’kocamışlıktan tazeliğe, kokuşmuşluktan temiz havaya hicret’’. derviş geni yani. yollar çatallanmış ve sürüden ayrı düşmüştür. tarihin kalbinin bir müddettir attığı afganistan’a gitmeli ve o kozmik odaya girmelidir. ona göre vatan müdafaasını afgan diyarlarında yapmalıdır.

    bana kalsa vatan müdafaasını türkiye’de yapmasını salık verirdim. bülent tokgöz gibi zeki, donanım ve deneyim sahibi, iyi yetişmiş birinin anavatanındaki insanlara yazdıkları, çizdikleri, konuştuklarıyla çok daha yararlı olacağını söylerdim. gittiği yerde savaşacağı hedeflerin de kendisi gibi müslüman hedefler olacağını, bunun cihada, müslümanlara kazandıracağı hiçbir şey olmayacağını dile getirir, vazgeçirmeye çalışırdım. ancak gitmesi şarttır zira hakkında yürütülen dava olumsuz sonuçlandığı takdirde bir daha gün yüzü görememe ihtimali yüksektir ve ayrıca kimse ‘’sen bu dava için hapse girdin, gençliğini verdin, ne yer ne içersin, ceza alırsan gidecek bir yerin var mı’’ diye sormamıştır. zira islamcılıkta vefa pek kıymet gören bir haslet değildir. gitmelidir, gitmek zorundadır, ‘’oğlu, evi, yurdu yoktur; ibnüssebil’dir, yolun oğludur o artık’’

    romanın sonraki dört cildi türkiye’den ayrıldıktan sonra gittiği veziristan bölgesinde el kaide saflarına katılımını ve yaklaşık üç yıllık süreçte cihad bölgesinde yaşadıklarını, duygularını, düşüncelerini ve gözlemlerini aktardığı kitaplardır. serinin ikinci kitabı olan ahir zaman mücahidleri’nde iki yüz sayfa boyunca anlattığı cihad bölgesine gitme serüveninden ciddi bir belgesel de yapılabilir, hareketli bir macera romanı da yazılabilir. zira gitme kararı almak kadar gitmeyi başarabilmek de çok zordur. irtibat bulabilmeleri bile aylarını alacak, ‘’insanların örtülerin altına sakladıkları benliklerini urbalarından soyan’’, kendini de yanındakileri de yakından tanımasını sağlayan, ilişkileri yıkıma uğrattığı için hakiki felaket olarak tanımlanabilecek meşakkatli bir yolculuğun ardından bölgeye ulaşabilmeleri her yönüyle yıpratıcı olacaktır. çektikleri çileyi, ‘’batıya ulaşmak için doğunun yoksulları çekerken doğuya gitmek için bu çileyi çekmeye razı olmak meşakkatli bir marjinallikti’’. yıllanmamış dostlukları hırpalayan ve düşmanlıklara çeviren, ‘’vefa olmadığı için cefaya dönüşen’’ yolculuk esnasında yaptığı tahliller, geçtikleri bölgelerin tarihine, kültürüne dair verdiği bilgiler ve yaptığı analizler ilgilisinin açlıkla okumak isteyeceği niteliktedir. bilhassa bir müddet beklemek zorunda kaldıkları iran’da, tarihteki iran-turan ilişkileri, iran’ın şiileşme süreci ve özellikle de şiilikle ve günümüz şiileriyle yaptığı hesaplaşma dikkate değerdi.

    yazar, iran’a ve şia mezhebine yönelik görüşlerinde ‘’tartışma dışıdır’’ diyecek kadar ketum ve yıllarca sahada yaşadıkları nedeniyle nasırlaşmış bir nefrete dönüşen anlayışa sahip. yalnız bu sert bakış açısı iran’ın islam coğrafyasındaki süfli emelleri ve yeri geldiğinde abd ile bile iş pişirerek milli çıkarlarını müslümanlar aleyhine gözetmesi gibi dış politik nedenlerden kaynaklı bir karşı olma hali ile sınırlı değil. ‘’amelin itikadın meyvesi olduğu’’ gerçeğinden hareketle, şiilerin imamlarına uluhiyet atfetmeye varan inançlarının sonucu olarak imamlarının kabirlerini mescid eyleme noktasına geldiklerini düşünüyor ve ehli beyt ideolojisi olarak gördüğü şiilik mezhebini itikadi manada da masaya yatırıyor ve tekfire varan boyutta yargılarda bulunmaktan imtina etmiyor. şiiliğe getirdiği eleştiriler ve şiilere yanıtlamaları için sorduğu sorular, bir dönem sıkı şekilde şiilik üzerinde yoğunlaşmış ve başta masum imam anlayışı olmak üzere pek çok başlıkta eleştirisi olan biri olarak büyük çoğunluğuna katıldığım, şia’nın şatafatlı teoloji mimarisinin en çürük sacayaklarını çökertecek tarzda eleştiriler ve sorular. ancak mezhep meselesi, zaten tarihin yükünü sırtlanan ideolojik ve politik bagajlarla günümüz insanının sırtına bindirilen yükler olarak görülmesi gereken, soğukkanlı bakılmadığında tarih boyunca olduğu gibi kardeş kanı dökülmesini eksik etmeyen bir olgu. ortadoğu’da altı başkente hükmettikleriyle her fırsatta övünen, bölgesel bir güç oldukları zehabına ve şehvetine kapılarak ırak, suriye gibi bölgelerde müslümanları katletmekten imtina etmeyen iran’ı her konuda eleştirip mahkûm edebiliriz. şia’yı da eleştirebilir, teolojik açıdan arka planında tespit ettiğimiz yanlışları da, tarihten devralınan ideolojik maskeyi de ifşa edebiliriz. fakat her taşın altında yahudi değil şii olduğu, beşeriyetin gördüğü en büyük illetlerden biri olan şia’ya saygının insanlığa saygısızlık anlamına geldiği, şia kadar insan şahsiyetine zarar veren başka bir din olmadığı gibi sert, yıkıcı ve tekfire varan yaklaşımlar yazarın da illallah ettiği tekfircilik kuyusuna düşürür ki dikkatle sakınmak gerektiğini düşünüyorum. tekfir kartını kullanmak yazarın da büyük bir acıyla eleştirdiği, ne dillerinden ne de ellerinden emin olunabilen, önce neden kâfir olduğunuzu anlatıp sonra hakkınızdan gelen, kitleleri tekfir silahıyla imha eden 2000’li yılların selefi mücahid neslinden farkımızı bırakmaz. ‘’ama şiilik konusu başka’’ denilemeyecek kadar nesnesi hangi mezhep olursa olsun kıyıcı selefi tekfirciliği ile aynı kapıya çıkan tehlikeli anlayışı itidalli, hikmetli ve derinlikli bir anlayışla aşmak gerekiyor. ilmi, donanımı, derinliği ve hayat tecrübesiyle zikri geçen tiplerin fevkinde bir insan olan ve ‘’tekfir makamı’’ başlıklı müthiş tespitlerle dolu bölümü yazan birinin tekfirci anlayışın kıyısından kasabasından geçmemesi icap ederdi. şiilik konusundaki yargılarını yanlış anlama gafletinde bulunmuş olmayı diliyorum.

    binbir zorlukla mücadele ederek geldikleri cihad bölgesinde mücahidlerin arasına alınmayan mücahidlerimiz fazlalık geldikleri bu dünyada yine eşiğin dışında, ayazda kalmışlardır. bir de üstüne gelmek için yıllarını verdikleri bu yerdeki insan unsurundaki kalite düşüklüğünün yaşattığı şok dalgası ve kat kat sevgisizlikleriyle birbirlerine katlanan, ‘’tüm ilimleri tekfirden ibaret olan, tekfiri çekip aldığında ilim namına uhdesinde üç satır bir şey kalan insanlardan’’ oluşan bu ortama alışma sürecine girerler. kahramanımız ‘’yüreksiz islamcılardan kaçmış kalpsiz cihadçıların içine düşmüştür. arkasında dönemeyeceği bir islamcılık bırakmış, ilerleyemeyeceği bir cihadçılığa’’ toslamıştır. ilk aylarını tasvir ederken giriştiği vahhabilik-selefilik-sünnilik, kaide selefiliği ile taliban sünniliği, pakistan tarafından muhacir selefi cihadçılara kurdurulan pakistan talibanı’nın tekfirciliği, ‘’ben bir peştu’yum’’ demesini sağlayacak kadar sevdiği ve saygı duyduğu peştu’ların kültürü ve özbek tarihi ve kültürüne dair antropolojik ve etnolojik anlatıları oldukça doyurucu ve bilgilendirici niteliktedir.

    yokluğun, ‘’yoksulluğun lağımdan bir zift halinde duvarların dibinden aktığı’’, kabile düzeniyle, yazısız hukuk kurallarıyla ortaçağ koşullarının yaşandığı bir coğrafyada; allah, peygamber ve onun ümmeti için bulunduğu bu diyarlarda bağışlanmak, ebedi ateşten korunmak, kafasını, kalbini ve kişiliğini arındırmak istemektedir. her şeyi bırakıp demir aldığı modern hayattan, dönüş yolunu yok ederek geldiği ‘’vahşi doğu’’da taşı yastık eylediği günler geçirmekte, insanlık dışı şartlara ve muamelelere maruz kalmasına rağmen sabretmekte, ‘’tam teşekkülü bir hastanede uzun süre tedavi görmeleri, tedaviye cevap vermeleri halinde kontrollü bir sosyal hayata dönmelerine izin verilmesi gereken patolojik vakalarla’’ yoldaşlık etmek zorunda kalmaktadır. kendi iç aleminde yaşadığı ‘’gam ve keder, vatan hasreti, firak elemi, müebbet sürgünlük hali ve ebediyen sürecek bir yarım kalmışlık hissinin’’ yanı sıra sabretmesi gereken çok fazla unsurla imtihan halinde yaşamak zorundadır. uzun süre sonra kabul edildiği kaide’nin ömür törpüsü bürokrasisi, arap merkezli yapısı, olmayan savaş stratejisi zorlu imtihan maddelerinin başında gelmektedir. bürokrasiler her yerde hantaldır fakat ‘’kaide’nin bürokrasisi topal bir kaplumbağayı bile dört nala istifaya sürükleyecek seviyededir ve devletin mahpusuna duyduğu saygı kadar bile mensubuna saygı duymayan dayatmacı bir bürokrasidir.’’
    onu en çok boğacak ve kaldığı yıllar içinde ona hayatı zorlaştıracak ana etmenlerden biri de inanılmaz boyuttaki arap kavmiyetçiliğidir. kendini ‘’tepeden tırnağa pürüzsüz, soy bir kavmiyetçiliğin karşısında, tepeden tırnağa çaresiz, toy bir ümmetçi olarak’’ bulmuştur. insanların arap olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrıldığı bir ortam söz konusudur. arap olmayanların hangi meziyetlere sahip olurlarsa olsunlar ailenin bir parçası olmaları mümkün değildir. arap değilsen en fazla mevali olabilirdin, bir yanaşma. çalışmak, hizmet etmek hizmetçilerin işidir yani arap olmayanların. arap mücahidleri temsil ettiğin için dikkatli olmak zorundasındır. figüran, muavin veya stepne demenin kibar şekliyle haddin bildirilir. dar çekirdek şura arap olmayanlardan arındırılmıştır ancak genişletilmiş askeri şurada yer yer birkaç arap olmayana rastlanabilir. evli olan arapların maaşı arap olmayan evlilerin maaşının dört katı farklıdır. kavim içinde de iç hiyerarşiler bulunur, mesela araplar arasında arap yarımadası arapları imtiyazlı statüdedir. onlar arasında da hicazlı olmak şeklinde sıralanır gider. arap olmayan yani acem mücahidlerin (peştular hariç) arap ve arapça komplekslerinin araplardaki kavmiyetçi tutumları cilaladığını, ‘’bir aferin alabilmek içim arap atı gibi koşturan tipleri’’ yeri geldikçe ifşa eden yazar, betimlediğimiz bu ırkçı, kavmiyetçi anlayışı kitabında çok güçlü, altı çizilesi argümanlarla berhava eder. ve konu bağlamında arapçanın tarihi, kürtlük-kürtçülük, türklük-türkçülük-turancılık ve ümmetçilik konularında değerlendirmeler yapar.

    alt birim kadrolarında özel şirketlerdekinden daha sert ayak kaydırma ve entrika söz konusudur. gördüğü ‘’degajlar, fauller, arkadan çekmeler, vücut çalımları onun, bürokrasiden uzak durma noktasındaki kararlılığını perçinler’’. ‘’statüler kaygan, münasebetler kaypaktır.’’ adaletten ve cennetten uzaklaştıran pramidal teşkilatlanma biçimi insanları birbirine yabancılaştırmıştır. ‘’tekfirci fikirler, leşçil davranışlar, zırcahil ahkamlar, ebu rambo’luklar, fasit daireler birer akbaba gibi ruhunu kemirir, çoğu zaman kendi yalnızlığının cibinliğinin arkasına saklanır.’’ gelirken toz pembe hayalleri olmamasına rağmen bu kadar hayal kırıcı bir yapı da beklememiştir. tek meziyetleri teşkilatçılık olan, askeri ve siyasi hiçbir strateji vizyonları olmayan, okuduğuna rastlanmamış, vurulan bir adamı makam elde etmek için boşalan bir kontenjan olarak gören insanlar yetkili kılınmıştır. okuyan, anlayan, analiz eden, fikir üreten adama ihtiyaçları yoktur; çalışan, hizmet eden adam lazımdır. hele de bu düşünen adam türk ise hiç lazım değildir. mesela o türk kurduğu bir gönüllü ekiple şehir ameliyesi düzenleyecekse izin verilmez zira ölmeden geri dönerse kahraman olacak ve ilgili kişinin ayağının kaymasına neden olabilecektir. aynı candostu ebu süleyman gibi her zaman önü kesilen, engellenen karakterimiz her seferinde çabucak toparlansa da yer yer tıkanacak, örgütüne yabancılaşacak, her şeyi sorgular hale gelecektir. ‘’cennet için gelmişken cinnetin dikenli tellerinden öteye geçmiştir.’’ ömrünü islami mücadeleye ve cihada vermiş, harbin ne olduğunu bilfiil içinde yer alarak, yarasıyla beresiyle, tozu toprağıyla, kahrı çilesiyle bilen biri olarak eğer arap olsaydı kaide’nin üst düzey komutanlarında bir olabilecekken türk olduğu için hiçbir şey muamelesine tabi tutulacaktır. insanların eğlenebildikleriyle arkadaş, anlatabildikleriyle dost, ağlayabildikleriyle kardeş olduklarına inanan kahramanımızın yakın dostları, kardeşleri birer birer eksildikçe, yoğun pakistan bombalamalarında şehid düştükçe kendisi de eksilir, yalnızlaşır. ‘’kalbinin kabristana döndüğü ‘’son dönemlerinde artık ne eğlenebiliyor, ne anlatabiliyor ne de ağlayabiliyordur.

    el kaide’nin ve izinden gidenlerin zayıf olmadıkları tek alan cesaretleriydi. ‘’ölüm korkusunu yenmişlerdi fakat siyasi, iktisadi, askeri her mevzuda ölümcül zayıflıklar taşıyordu.’’ gece görüşlü casus uçaklar, drone, predatör, reaper gibi icat edilmiş analog ordular gerillacılığı öldürmüştü ancak kaide, bunlarla mücadele edecek yeni yöntemler geliştiremediği gibi casus uçakların gece göremediğine veya görüyorsa bile ayakta hareketsiz durulduğunda fark edemediğine inanan saha komutanları tarafından yönetiliyordu. ki kaide’nin savaşçılarının ve üst düzey komutanlarının yüzde doksandan fazlası beklemedikleri anda, uyurken, yemek yerken veya toplantı halinde iken tepeden casus uçaklar tarafından bombalanarak şehit edilmişlerdi. havadan bu kadar darbe yemelerine rağmen bir tane bile pakistan helikopteri düşürememişlerdi. tarihin en ağır hava bombardımanlarında milyonlarca ton bomba altında dört bine yakın uçak, beş bine yakın helikopter düşüren vietnamlı gerillaların harbi kavrayış derinlikleri, düşünce ve eylem standartlarının zerresine sahip değildi müslüman mücahidler. ‘bir harbi idare etmeyi bırakın bir acil serviste telefonlara bile bakamayacak’’, karar veremediği için ‘’kendi labirentlerinde kaybolan insanlar’’ yetkilendirilmiş, cihada komutan yapılmıştı.

    kendilerinden kaliteli insanları çevrelerinde görmek istemeyen, karakteri problemli, psikopat tarzı insanlardan farklı olarak büyük savaşçılar da tanıyacaktır. sabah akşam şehadeti arayan, ‘’öldürmek için dağlarda ölümü kovalayan’’,’’ birazdan patlatacağı arabaya düğün arabasına binercesine binen’’ onlarca insan tanıyacaktır. fedailer (şehadet komandosu) çok farklıdır mesela. onlarla teşrik-i mesai eden en dünyevi adamın bile dünyayı tamah edilecek bir yer olarak görmemeye başlamasını sağlayacak takva boyutunda yaşarlar. içlerinden bir tane bile gözü dönmüş, psikopat insanlık düşmanı bir karakter çıkmamıştır. ‘’mücahidlerin en yufka yüreklileridir onlar.’’ düşmanla değil nefisleriyle savaşan, düşmana perva etmeyen, allah’a tevekkül eden, ‘’savaşın zorluğunu tek bir lahzaya, tek bir hamleye indirmiş’’, zorluklardan azade olmuş, asalet sahibi insanlardır. tekkelerde görülmeyecek bir mahviyet içinde yaşayan bu insanlar kaybeden bir ordu içinde kendi savaşlarını kazanmışlardır.

    kaide’nin veziristan’da peştu yurdunda sıkışıp kalmasına neden olan süreç yani mağlubiyetin hazin hikâyesine, uzun uzun anlattığı bölümü yazarın kendi ifadeleri üzerinden özetleyerek çok uzattığımız kelama son verelim. kaide’nin planı ana hatlarıyla şuydu: 11 eylül’de ikiz kulelerin uçaklanmasından sonra abd, intikam için afganistan’ı işgal edecek, afganlar da ruslara verdikleri gibi bir dersi abd’ye verecek, dünyanın dört bir yanından gelen mücahidlerle abd bozguna uğratılacaktı. böylece filistin davası da dâhil tüm islam ümmetinin küfür cephesine karşı müdafaası kaide önderliğine geçecekti. a planı bu, b planı ise en kötü ihtimalde şehit olmaktı. ancak abd geldiğinde planda beklenmeyen bir aksama oldu ve kuzey afganları abd’yi çiçeklerle karşıladı. kaide’nin kuzey ittifakını dağıtmak adına ahmet şah mesud’u öldürmesi beklenenin aksine kuzey ittifakını kenetledi ve en büyük düşman olarak peştu taliban ve arap kaide’yi bildiler. cephe dağılmış, taliban bile yeterince kaide’ye destek vermemişti. geriye b planı kalmıştı, çarpışıp şehit olmak. ama ateş edecek hedef bulamadılar zira gökyüzünden ton ton bombalar atan görünmez bir düşmanla muhataptılar. c planı yoktu ve kaide’nin en değerli adamları ya iran’ın pençesine ya da guantanamo üssüne düştü. dağınık çarpışanlar ya şehid oldular ya da kuzey ittifakının eline düştüler. afganistan, büyük bir zafer uman mücahidler için mezar-ı şerif oldu. güneydekiler şii peştulardan kurtulabildilerse pakistan’ın eline düştüler ve ihanetin büyüğünü gördüler. yolu kabileler yöresine düşenlerse kurtuldular ve veziristan’da teşkilatlanarak bulabilirlerse amerikan hedeflerine ekseriyetle de pakistan askeri kamplarına karşı cihad etmeye devam ettiler. işte kahramanımızın veziristan’a gittiği dönemde durum bu minvaldeydi ve pakistan’a karşı gerilla mücadelesi veriliyordu. yani abd’nin pek bir zarar görmediği vasatta müslümanlar tarihin çoğu döneminde olduğu gibi birbirine karşı şehadet şerbeti içme mücadelesi veriyordu. iki tarafta da ağlayan müslüman ve mütedeyyin annelerdi. abd, kaide’nin sahiden bir harp teşkilatı olmaktan ziyade bir tehdit, bir vehim olmasını arzuluyordu, bunu da başarmıştı.

    ‘’kaide bir erken doğum haliydi.’’ ümmetin abd ve israil’e karşı vermesi gereken harbin erken doğumu. yazarın, bu erken doğumun küresel güçlerce kolaylaştırıldığı ve psikolojik harekatla el kaide heyulası yaratıldığı, abartılı bir güce sahipmiş intibaı ile global ölçekli bir mercek tarafından geometrik biçimde büyütüldüğü tezleri ve bunu oturttuğu zemin çok önemli olduğu için rüyalar mevsimler gölgeler’deki cümlelerin özüne sadık kalarak kısaca özetlemek gerekiyor. ümmete her an her yerde vurabilmek için kaide heyulasına yol verildi ve 21. yüzyılın dehşet verici açılışını (11 eylül) yapmasına izin verildi. böylece yeni dünyanın tüm güçleri kaide tehdidini defetmek için ittifak içine girebildiler. kaide’nin kendisi de zaaflarını, kifayetsizliklerini göremeyecek kadar bu propagandadan etkilendi. ümmeti küfrün işgalinden kurtarmak için yola çıkılmıştı fakat daha büyük işgallerin hedefi haline gelmesine neden oldular. küresel cihad atlantiğin kıyısına bir kez, avrupa’ya da iki kez uğrayabilmişti ama bizim yarıkürede takılı kaldı. küresel cihadın bumerangı dolanıp geldi ve ümmeti kürek kemiklerinin ortasından vurdu. yani sözün özü 11 eylül ve diğer birkaç kaide icraatının bedeli ‘’damdaki iti avlumuza sıçırtmak oldu.’’ bizimle uzaktan uzağa israil’i, şunu bunu destekleyerek değil doğrudan kendin savaş denmiş oldu ve o da bu davete icabet etti. yazarın önemli bir tespiti de abd’nin 11 eylül aşısı ile vietnam’dan çekilmesine neden olan iç kamuoyu engellemelerinden kurtulmuş olması ve dev savaş aygıtını pervasızca kıtalar üzerinde dolaştırabilmesi, küreye bir karıya sahip olur gibi sahip olma imkânı sunması noktasındaki tespitleridir.
    gerçekten de abd’yi evinde vurmak, küresel cihada erken doğum da değil düşük yaptırmaktı. zira adamsızlık, hikmetsizlik, subaysızlık, cihad ahlakından uzaklık, stratejisizlik, ciddiyetsizlikle malul bünyenin devasa küresel güçlerle mücadele edecek yeterlilikte ve zihinsel hazırlıkta olmadığı aşikardı. yalnız bu eksikleri kaide üzerine atmak büyük haksızlık ve vicdansızlık olacaktır zira bahsettiğim şey ümmetin müşterek zaaflarının, cemaatlerin ananevi hastalıklarının mahsülüydü. dolayısıyla kimsenin diğerini suçlamaya hakkı ve yüzünün olmadığı bir gerçeklikten bahsediyoruz. mesele kaide eleştirisi yapmak değil zira onlar bir ümmetti ve geldiler geçtiler. hatasıyla doğrusuyla, günahıyla sevabıyla rablerinin huzuruna çıkacaklar. önemli olan bu tecrübelerden ibretler alındı mı? çıkarılması gereken dersler çıkarıldı mı? yaşanan mağlubiyet müslümanlara haddini hududunu gösterdi mi?

    işte sadece cihadın azizlerini anlatmayan, kötü olmayı göze alarak zaaflarını, karanlık ve kötü yanlarını dile getiren, duygusallıktan arınıp ilmi bir ciddiyet ve serinkanlılıkla cihadın meselelerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bu kitaplar bunun için çok değerli. örneği olmayan böylesi bir eserin kıymetinin bilinmemesi, ‘’sükut suikastına’’ maruz bırakılarak hakkında tek satır yazılmaması, yokluğa ve karanlığa terk edilerek üstünde ‘’konuşmaya değmez’’ muamelesine tabi tutulması islamcılığa ve tuttukları köşe başlarında islamcılığın ekmeğini yiyerek geçinen islamcılara ayıp ve vebal olarak yetecektir.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap