the pale horse
-
konusu ve içinde geçen tartışmalarla alışılmışın dışında bir agatha christie romanı.
kitapta macbeth'teki üç cadıya gönderme olarak üç tane esrarengiz köylü kadın bulunuyor.
zaten kitabın başında bu cadıların köylü kadınlar olarak yorumlandığı bir macbeth uyarlaması yapma fikri konuşuluyor.
üç esrarengiz kadın, bella-thryza-sybill, köyde "the pale horse" adlı eski bir evde yaşıyor. eve gelenlere telkin, hipnotizma, büyüler, astroloji ilgili şeyler anlatıp gizemli işler yapıyorlar.
köyde bu kadınların uzaktan insan öldürebildiğine inanılıyor. kadınlar da uzaktan telkin yöntemiyle belli insanların içinde ölüm isteği uyandırdıklarını iddia ediyor.
aslında gerçekten de adam öldürmeyi organize bir biçimde yapıyor bu kadınlar. sistemleri adım adım ve büyük bir gizlilikle işliyor.
birinin ölmesini isteyen kişi önce şehirde bay brody adlı bir adamın yanına gidiyor. ölmesini istediği kişinin adresini veriyor. şu tarihte o kişi ölecek diye adamla sözde bahse tutuşuyorlar.
daha sonra başvuru sahibi kişi the pale horse evine gidiyor. orada yapılan gizli ayinden kısa süre sonra kurban tamamen rastgele ve "doğal" bir hastalıkla ölüyor. kurbanlardan bazıları tifo, bazıları zatüree ile ölüyor.
üniversitede akademisyen olan mark easterbrook bu the pale horse evinin gizemini araştırmaya başlıyor. polis arkadaşlarının o sırada öldürülen köy papazının cebinde bir ölüm listesi bulduğunu öğreniyor.
iki olay arasındaki bağlantıyı çözmek için kız arkadaşıyla bir deney yapıyorlar.
dedektiflik öyküleri yazarı bayan oliver gizemin çözülmesinde son anda kilit bir rol oynasa da kitap boyunca pek ortalıkta gözükmüyor.
bu kadar anlatmak spoiler olmaz sanırım.
agatha christie ilk defa paranormal öğeler kullanmış, çok sevdiği karakter bayan oliver aracılığıyla da hikâyede konuşmuş.
bunun dışında da dikkatimi çeken diyaloglar oldu onları eklemek isterim:
"yazdığınız makalede 'büyüklük' kavramının
anlamını tartışıyordunuz. bu kavramın doğu ve batı'daki farklı ele alınış şekillerini inceliyordunuz.
peki ama sizce, bugün biz ingiltere'de bir insandan 'büyük bir adam' diye söz ederken neyi kastediyor olabiliriz?"
"hiç kuşkusuz zekâ açısından üstünlüğü,"
dedim. "ve de elbette erdem açısından."
yüzüme baktı, gözleri berrak ve pırıl pırıldı.
"sizce 'büyük' olarak nitelendirilen kötü
insanlar da olamaz mı?"
"tabi ki vardır," diye bağırdı rhoda.
"napoleon, hitler ve daha birçok. onların hepsi
de büyük adamlardı."
"yaptıklarının sonuçlarına bakarak böyle
niteliyoruz," diye ekledi despard. "ama eğer
kişiler onları şahsen tanıma olanağı
bulabilselerdi... hiç sanmam ki etkilensinler."
ginger öne doğru eğilerek parmaklarını kendi
kızıl saç yumağının içine soktu.
"bu ilginç bir düşünce," dedi. "bunlar zaten
aslında zavallı, ezik, küçük yaratıklar değil mi?
azametli yürüyüşleri, duruşları, yetersiz
duyarlılıkları, etraflarındaki dünya yıkılacak olsa bile kendilerine bir şey olmaması konusundaki kararlılıklarıyla?"
"hayır, hayır," dedi rhoda hiddetle. "eğer
öyle olsalardı bu sonuçlar ortaya çıkmazdı."
"bilemiyorum," diye fikrini açıkladı bayan
oliver. "sonuçta en aptal çocuk bile koskoca bir
evi kolayca ateşe verebilir."
"haydi, haydi," dedi venables. "insanların
bugünlerde kötülük sanki hiç olmayan bir
şeymiş gibi davranmalarını kabul edemiyorum.
kötülük vardır. kötülük güçlüdür. hatta bazen
iyiden bile güçlü. o her yerde, yanı
başımızdadır. görülebilir ve onunla savaşılabilir.
aksi takdirde..." ellerini iki yana açtı. "karanlığa
gömülürüz."
"maalesef kitaplarımda konuları şeytana
bağlamak durumunda kaldığım da oldu," dedi
bayan oliver özür dilercesine. "ona inanmayı
kastediyorum. ama biliyor musunuz ki aslında
şeytan bana hep çok aptalca görünmüştür.
toynaklarıyla, kuyruğuyla, filan. oyununu
abartan bir tiyatro oyuncusu gibi hoplamasıyla. elbette ki öykülerimde daima gerçek bir suçlu var -ama insanlar doğaüstünden de hoşlanıyor. aslında bunu yapmak da giderek güçleşiyor.
insanlar onun ne olduğunu bilmedikleri sürece
etkili olmasını sağlayabiliyorum -ama bir kez
ortaya çıkınca- bir şekilde yetersiz kalıyor. bir
tür etki yitirme, önem kaybetme gibi bir şey bu! gülünç oluyor. bunun yerine yolsuzluk yapıp, kaynakları kendi hesabına geçiren bir banka yöneticisi ya da karısından bıkıp çocuklarının mürebbiyesiyle evlenen bir adamı kullanmak çok daha kolay. yani bunlar çok daha doğal, neyi kastettiğimi anlıyorsunuz, değil mi?"
herkesin gülmesi üzerine bayan oliver özür
dilercesine, "sanırım düşüncelerimi kötü ifade
ettim," dedi.
"ama ne demek istediğimi anladınız, değil
mi?"
hepimiz anladığımızı belirttik, gerçekten de
neyi kastettiğini biliyorduk."
"ancak kural olarak,
deneyimlerimin bana gösterdiği kadarıyla gerçek
kötü övünmez. tam aksine kötülükleri
konusunda sessizliğe bürünürler. ancak
günahlarının boyutu büyük olmayanlar bundan bahsetmek isterler. gerçek günah sefil, rezil, aşağılık, aşağılayıcı bir şeydir. buna önemli ve görkemli bir hava kazandırmak çok gereklidir. bu da ancak suskunlukla gerçekleşir.
köylerdeki cadılar ise genellikle aptal, hasta
ruhlu kadınlardır; insanları korkutup bu yoldan hiç karşılığında bir şeyler elde etmekten hoşlanırlar. tabi aslında bunu yapmak da korkunç derecede kolay. bayan brown'un tavukları mı öldü, tek yapman gereken bilgiç bir tavırla başını sallayıp, gizemli bir şekilde, "ah, oğlu billy geçen hafta salı günü kedimin kuyruğunu çekmişti." demektir.
edit: imlâ
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap