• avrupa basketbol'nun efsane isimlerindendir, adının geçtiği yerde destur çekilir buralarda hala. ahmet ercanlar kişisinin twitlerine göre kendisiyle prensipte anlaşılmış ve büyük ihtimalle önümüzdeki yıl fenerbahçe ülker'in koçu olacakmış. çoluğu, çocuğu bırak bizzat kendimi keserim bu adam bize gelirse. sonra gider kesik kesik boğaz köprüsü'nden atlar, o halimle kadıköy'de çıplak koşarım. los angeles'ı bırakıp buralara gelmesi hiç mantıklı değil ama, dur bakalım. bekleyip görelim.

    edit: semih özsoy bağlamış, işte şimdi balon olduğu anlaşıldı. yarın çıkar semih özsoy "bize messina'yı önerdiler ama şartlarımızı kabul etmediği için geri çevirdik." der. ama bir an heyecan yaptım, itiraf ediyorum.
  • ne yalan soyleyeyim ben de pek ihtimal vermiyorum fakat twitter'da takip ettigim haberler (ki bu defa birkac ay evvelki ivkovic haberlerine prim vermeyenler tarafindan da dogrulaniyor) gosteriyor ki en azindan bir takim gelismeler olmus. cunku soylenen sozler oldukca iddiali gorunuyor, herneyse... hayirlisi olsun diyelim.

    dedigim gibi, lakers, nba gibi kelimelerin telaffuz edildigi ortamlari birakip gelmenin pek mantikli bir aciklamasi olmasa da birde su acidan bakmak lazim. la lakers'in sahibi (ya da sahiplerinden biri) bildigim kadariyla ulker sports arena'nin da isletmecisi olan aeg group. soyle dusunun, salon yeni, piril piril, gicir gicir ve avrupanin en modern salonu, fakat seyirci basketboldan sogumus. kime kombine satacaksin? gectim kombineyi seyirciyi nasil getireceksin oraya? yatirimi nasil kara gecireceksin? bu noktada aeg group'da devreye girip ettore messina'yi ikna etmis olabilir gibi geliyor bana, bu da bi fikir.

    1 ay sonra gelen edit: adam bugun cska moskova ile imzaladi beyler.
  • en ucuz basketbol maçı bileti 17 milyon olan (bu ülkenin basketbola ilgisi ve diğer takımların bilet fiyatları göz önünde tutulursa bence çok fazla, hele hele izletilen adamlar gist - jerrells - finley gibi adamlarsa) takımın gitmesi gereken bir iki adamdan biri.

    en ucuz bileti o paraya satıyorsan messina, obradovic ve ivkovic'ten aşağısı kurtarmazdı zaten ama bana da şu zor zamanlarda taraftarın gazını almak için ortaya atılmış gibi gelmiyor değil.

    gerçi her ne kadar emenike satılmadan 1-2 saat önce "emenike satılmayacak" tweeti atan ve messina hamlesini kendisini kulübün bir yöneticisiymiş gibi "sizi memnun etmek için ne yapmalıyız " şeklinde veren ahmet ercanlar tarafından gündeme getirilse de kendisinden önce italyan basını yazmıştı bu flörtü.

    gelirse güzel olur ama kendisine gelene kadar basketbol şubesinden ricam

    (bkz: penny taylor)
  • obradovic ile beraber avrupa tarihindeki en büyük 2-3 koçtan biridir benim gözümde.

    harika bir röportajına denk geldim. okumak isteyenler için.

    ilk olarak sporun içindeki görevimi nasıl gördüğümü anlatmak için buradayım. futbol ve basketbol arasında bir çok fark olduğunun net olarak farkındayım. kimseye işini nasıl yapması gerektiğini anlatmak için burada değilim. bu sunumun amacı benim antrenörlük konusundaki inançlarımı ifade etmek ve ayrıca şüphelerimi dile getirmek.

    futbol ve basketbol arasında üç büyük fark var. bunların varlığının benim işimi sizinkilere göre daha kolay kıldığını söyleyebilirim. ilk olarak benim sporumda herkes her şeyi yapıyor. her basketbol oyuncusu hem hücum hem savunmada oynuyor. herkesin skor yapması şart. ve futbolda bir oyuncunun topa 15 dakika boyunca dokunamaması mümkün. maç boyunca diğer yarı sahaya geçmeyen oyuncular olabilir. bazen bir futbol maçında kaleci maçın kaderine dair tek bir hamle yapabilir ve o kurtarış veya kaçırış maçın sonucunu doğrudan değiştirebilir. eski zamanlarda hiç koşmayan oyuncular bile vardı futbolda, savunmaya hiç uğramayan. ama gol atarlardı ve herkes onları severdi. antrenörler için oldukça büyük bir sorun olduğunu tahmin ediyorum bu durumun.

    basketbolda, kadrosunda gerçek liderleri olan iyi bir takımda eğer bir oyuncu 20 sayı atarsa ama onun adamı 25'i görürse o oyuncu soyunma odasında takım arkadaşları tarafından katledilir. sonuç olarak da basketbolun kendi doğası benimi şimi daha kolay kılıyor.

    bir diğer büyük fark ise, ben bir oyuncuyu oyundan alabilir ve sonra yeniden oyuna sokabilirim. bu futbolda mümkün değil. sanırım futbolda oyuncular oyundan alınmaktan nefret ediyordur.
    üçüncü fark ise, basketbolda kazanırsın veya kaybedersin, beraberlik yoktur. bu oyuncular ve antrenörler üzerinde büyük baskı oluşturur. bir maçtan asla 50/50 tatminle ayrılamazsın. eğer bir başarı yoksa ortada, başarısızlık vardır.

    belirttiğim bu şeyler bana göre benim işimi sizinkinden daha kolay kılıyor. özellikle oyunuclarla olan ilişkilerimde ve oyuncuların kendi aralarındaki ilişkilerinde. her oyuncu farklıdır. aynı takımda 18 yaşındakiler de olacaktır, 35 yaşındakiler de. çok zengin oyuncularınız da olabilir, normal oyuncularınız da. aile babaları da olabilir, etrafında hatun kümesiyle gezenler de vesaire. bir çok farklılık vardır.

    bu nedenle öncelikle anlamamız gereken şey oyuncuların takım ve takım başarısı üzerinden düşünmediklerini kabullenmektir. hepsi ilk başta ve en çok kendilerini düşünürler. "ben" her zaman "biz"den önce gelir. onlardan başka türlü davranmalarını bekleyemeyiz çünkü normali budur. profesör maslow kendi kişisel gereksinimlerinin basamaklarını uzun süre önce tanımlamıştır; ilk önce yemeniz, içmeniz ve uyumanız gerekir, sonra da başka insanlar tarafından beğenilmek vesaire.oyuncular da bundan farklı değildir. daha iyi kontratlar isterler, daha uzun kariyerler, sakatlıktan dönenleri hâlâ oynayabileceklerini göstermek ister, gençler yaşlıları aşabileceklerini göstermek, yaşlı oyuncular kendi oyunda kalma sürelerini garanti altına almak ister. hepsi halk tarafından fark edilmek ister, insanların onlardan hoşlandığını görmek ister. bir oyuncu takım hedeflerine ulaşmanın kendisini kişisel hedeflerine de ulaştıracağını anladığı sürece takımın başarısına yatırım yapar. ancak kendi kişisel konumunun sorun yaşamaya başladığını hissetmeye başladığında kendini korumayı diğer her şeyin önüne koyar.

    bir kaç yıl önce italya'da yapılan bir araştırma sezona kötü başlayıp sonradan toparlayamayan futbol takımlarının fazla sayıda kiralık oyuncu barındırdıklarını göstermişti. bu basitçe açıklanabilir bir durum. organizasyona aidiyet hissi yoktu. ben buralı değilsem ve takım kötü oynuyorsa ben sadece kendimin iyi oynamasına odaklanırım. takımı sabote etmiyorumdur, kesinlikle! sadece takım yeterince iyi gitmiyorsa kişisel olarak kendi pozisyonumu düşünmeye başlarım. mesela ben savunmadaki o adama yardımcı olursam, bana kimse yardım edecek mi? yardım etmek için ben o adımı atmadan önce etrafıma bakıp benim açığımı kapatacak birilerinin olduğundan emin olmalıyım. ve eğer bir takım arkadaşımın topla ne yapacağından emin olamıyorsam topu ona vermekte tereddüt edebilirim. böyle şeyler takımı öldürür.

    ben tamamen oyuncuların takım başarısıyla kendi kişisel hedefleri arasındaki net bağlantıyı görmek zorunda olduklarına inanıyorum. eğer görmüyorlarsa anında bir grup birey gibi davranmaya başlarlar.
    bir antrenörün hatırlaması gereken önemli bir şeydir bu. ve doğaldır, oyuncunun kötü karaktere sahip olduğunu göstermez bu. işler tepe taklak gidiyorsa kimse sorumluluk almak istemez.

    oyuncuların topu paylaşmak istememelerinin arkasında çeşitli nedenler vardır. benim görevlerimden biri de bunun neler olabileceğini bulmaktır. "topu vermek istemiyor çünkü o bir gerizekalı" demek fazla kolaydır. bir oyuncuya "bencil" etiketi yapıştırıp onu takımdan kesmeden önce bu tavrın gerçek nedenini anlamanız gerekir.

    ben daha gençken bir antrenör olarak antrenörlük felsefesi ve metodu geliştirmem gerektiği öğretildi bana. burada felsefeden kasıt oyuncularıma neleri öğretebileceğim neleri öğretemeyeceğimdi. antrenörlük yapmaya başladığımda öğrenmenin tek yolu daha yaşlı ve tecrübeli antrenörleri gözlemlemekti. video yoktu, dvd yoktu, kilinikler yoktu, hiçbir şey yoktu. ara sıra eli yüzü düzgün bir kitaba denk gelebilirseniz şanslıydınız. bugün sadece bir tarayıcı açıyorsunuz ve sindirebileceğiniz tüm bilgi önünüzde.

    bu yüzden, bugün farkı yaratan şey bütün o bilgilerin içinden nasıl seçim ve süzme yapacağınızı bilmek. sahip olduğunuz bilginin hangi kısmını oyunculara aktarabileceğimizi bilmek gerçekten çok önemli. teoride ben sporumla ilgili çok fazla şey biliyorum. soru şu, benim sahip olduğum bilgilerin ne kadarı şu anki oyuncularım tarafından alınabilir? kaç tane defansif ve ofansif oyun planını öğrenip etkin bir şekilde uygulayabilirler? her oyuncu grubu bu yönten eşsizdir ve benim sahip olduğum bilginin ne kadarını onlara aktarabileceğimi çözmem gerekir.

    ikinci olarak kendi kendime ne tarz bir antrenör olmam gerektiğini sormam ve buna karar vermem lazım. oyuncularımı geliştirecek miyim yoksa halihazırda bildikleri ve uygulayabildiklerini kullanmanın en iyi yolunu mu arayacağım? ve oyuncular, gelişmek istiyorlar mı yoksa onlar da sadece özelliklerinin en etkili şekilde kullanılmasını mı tercih ediyorlar? çünkü bazen oyuncular, özellikle de veteranlar değişmekten korkar. bir kaç şey bilirler ve sadece onları yaparken rahat hissederler. yeni bölgeler keşfetmeyi sevmezler.

    20 yıl önce italya milli takımını çalıştırdım. ondan öncesinde çok uzun zamandır genç oyuncularla çalışıyordum, o yüzden milli takım oyuncularına her sabah uygulamaları için kişisel idmanlar vermeyi denedim. iyi bir fikir gibi gelmişti çünkü oyuncuların gelişimine yardımcı olmanın işimin bir parçası olduğunu düşünüyordum. ama gün bittiğinde en iyi oyuncularımdan biri bana geldi ve şöyle dedi "koç, ne yapmaya çalıştığını anlıyorum. takımın sahanın sol tarafında nasıl oynaması gerektiğini göstermeye çalışıyorsun.

    benim sol elimi daha çok kullanmamı istiyorsun. ama bu yanlış. sağla dribling yaparken, şut çekerken ve pas verirken ben iyi benim. senin koç olarak görevin benim becerilerimin düzgün kullanılmasını sağlamak". sorun tam da oradaydı. ben ona yardımcı olduğumu zannediyordum, ama o tam tersini düşünüyordu. sadece altını çizmek için, oyuncularınızın ne düşündüğünü bilmezseniz her zaman büyük bir sorununuz var demektir.

    herhangi bir iş kolunda üç tip yönetici vardır - kaynaklarını kullanan ama sonuç alamayan, tüm kaynaklarını tüketen, insanları yoran ama sonuç alan ve son olarak da çok küçük grup bir yönetici vardır ki onlar kaynaklarını çoğaltır, sonuca da ulaşır ve altındaki organizasyonun onlar ayrıldıktan sonra bile işleyeceğini garanti altına alır.

    bizim iş kolumuzda da aynısı geçerli. bazılarımız için bizim kulüplerimiz biz gittikten sonra çakılıyorlar. bu bir görüş değil, bir gerçek. futbolda bir çok örneği var bunun. bir de bazı antrenörlerle yaşanan durumlar var ki, her ne olursa olsun onlar ayrıldıktan sonraki 1-2 sene boyunca takımları başarılı olmaya dar eğilimlerini koruyabiliyorlar.

    her iki yaklaşımda da doğruluk mevcut. ama herkesin hangi tip antrenör olacağına karar vermesi gerek. kaynaklarını iyileştirmek midir niyeti yoksa sadece kullanmak mı? onlar için ne tarz bir antrenör olmayı planladığınızı hem kulüp hem oyunculara karşı net bir şekilde ifade etmek çok önemli.

    felsefi olarak bir başka fikir olarak inandığım bir başka şey de mesleğimizin terziliğe benzerliği. sizin felsefenize uyacak oyuncuları sınırsız bir şekilde tek tek seçebilmek gibi nadir rastlanan bir fırsata sahip değilseniz, felsefenizi elinizdeki oyuncu topluluğuna göre adapte edebilmeniz gerekir. bazen piyasada gerçekten kaliteli oyuncular bulabilirsiniz ama bu sisteminize uyacakları anlamına gelmez. bu durumda adapte olmanız gerekir çünkü oyuncularınızı zorlarsanız, onları sisteme "tıkmaya" çalışırsanız becerilerinin altında oynamaya başlarlar. basketbolda bir çok tarzda oynayabilirsiniz, tempo, yavaşlatma, perdelemelerden yararlanma, katlar vesaire. normalde belli bir kadronun genel olarak benim fikirlerime nasıl adapte olacağını tam olarak anlamam en az 2-3 ayımı alır.

    öğretme metotları için de, oyuncularımıza denemelerini söyleriz, hata yapmalarını ve onlardan ders almalarını. öğretmenin en kolay yolu budur. hepimiz yapabilliriz bunu. deneme yanılma metodolojisidir bu. öğrenmenin en temel yolu - yeni bir şey görürsün, onu denersin, hatalar yaparsın, onlardan öğrenirsin ve adım adım yaptığın şeyde daha iyi olursun. benim ihtiyacım olan zorlukları nasıl yeniden yaratabileceğim ve oyuncularıma yeni zorlamalar bulabileceğim konusunda net fikirler bulmaktır.

    örneğin, benim 8 yaşındaki oğluma merdivenin en üstüne kadar basamakları dörder dörder sıçrayarak ulaşmasını söylersenir biz kaç kez dener, beceremez, yapamayacağını anlayınca da göreve olan ilgisini kaybeder. teker teker basarak çıkmasını istersem bu sefer de kolaylıkla yapar ve bir şey öğrenememiş olur. çok zor demek ilgi kaybı demek, çok basit demek zaman kaybı demektir. oğluma bir şey öğretebilmek için her gün hayalgücümü kullanmak zorundayım, onu zorlayacak durumlar ve görevler yaratmak ama aynı zamanda da gerçekçi bir şekilde aşılabilecek şeyler olmalarını sağlamalıyım.

    hem oğlumun hem oyuncularımın ilgi ve dikkatini sağlayabilmek için, her gün onlar için mantıklı zorluklarla karşılarına çıkmam gerekiyor. bu da neticede bir antrenör olarak benim en büyük gündelik zorluğum.
    ayrıca takım içerisinde diğer oyuncuları zorlamama yardımcı olacak 2-3 oyuncu da bulmalıyım. ve eğer oyuncularıma hata yaparak öğrenmelerini söyleyeceksem bu hatalara karşı doğru düzgün bir tavır geliştirmelerine de yardımcı olmalıyım, sağlıklı bir tahammül geliştirmelerine de. bu kısım teoride iyi bildiğim ama gerçek hayatta zorlandığım kısım işte. her zaman yeterli sabra sahip olamadığımı itiraf etmeliyim.

    iki tür hata vardır, zihinsel ve teknik. bunların ikisine aynı davranamaz, aynı tepkileri veremezsiniz. teknik hatalar çoğu zaman ben teknikleri kontrol etmediğim için olur. bir oyuncu şutu kaçırır çünkü dirseği biraz dışarıdadır. bunu da sırf ben ona sürekli bağırdığım için düzeltmeyecektir. teknik hatalar çok daha fazla sabır gerektirir.

    zihinsel hatalar ise genelde çok yüzeysel davrandığınız için olur. top sizdedir örneğin ve savunmaya bakmak yerine hücuma odaklanmışsınızdır. futbolda da aynı olduğunu düşünüyorum, şayet top sizdeyse ve savunmaya bakarsanız o zaman takım arkadaşlarınızın boşluğu nerede ve nasıl bulacağını daha iyi tahmin edebilirsiniz. ama hücumun hareketlerine takılırsanız büyük olasılıkla hata yapacaksınızdır çünkü sizin iyi durumda gördüğünüz bir oyuncu siz topu ona aktarana kadar geçecek bir kaç saniye içerisinde büyük olasılıkla kapatılacaktır. zihinsel hataların çoğu yeterince dikkatli olmadığınız için olur, yüzeysel olduğunuz için. burada benim görüşüme göre, bir antrenör olarak başka türlü tepki vermelisiniz. zihinsel hata yapan oyuncularınıza gerçekten sert olmalısınız.

    bizim işimiz oyuncularımızın teorik olarak imkansız olanı yapmalarına yardım etmek. düşünceleri içgüdülere dönüştürüyoruz. oyuncularımızın durumları okuyabilmelerini ve bir noktadan sonra saniyenin kesirini bile kaybetmeyecekleri kadar hızlı tepki verebilecekleri hale getirmelerini istiyoruz. arrigo sacchi ac milan'a ilk geldiğinde olan buydu. momentumu değiştirmek ve sistemi alana dönüştürmek istedi. oyuncuların yeni sistem içinde düşünebilmeyi öğrenmeleri yaklaşık altı ay sürdü. bu ilk altı aylık periyotta maldini ve baresi gibi büyük oyuncular bile o kadar yavaş tepki veriyorlardı ki, adeta robot gibiydiler. ama sonrasında düşünmek ve tepki vermek işleri o kadar hızlı olmaya başladı ki sadece içgüdüleriyle oynarmış gibi gözükecek hale geldiler.

    aynı şey basketbolda da geçerli. ilk bir kaç ay oyuncularını topu alır, düşünür ve ancak ondan sonra bir şey yapar. her şey hatalar üzerinden elde edilir, o yüzden de ben bunları sağlıklı bir şekilde ele almanın önemi üzerinde çok sıkı duruyorum. video seanslarını düşünün mesela. bazı oyuncular onları hatalarından dolayı mahvetmek için videoyu önlerine koyduğunuzu sanırlar. o yüzden video seanslarında soyunma odalarındaki çocuklar gibi davranırlar. bilirsiniz, küçük çocuklar idman sonrası soyunma odasına girdiklerinde bazıları utandıkları için duşa bile girmez, bazıları iç çamaşırlarıyla yıkanır, ama kimisi de hiç baskı hissetmez ve gerçek erkekler gibi çıplak takılır. video önlerine geldiğinde de oyuncular bazen hata yaptıklarını gerçeğini kabul bile etmezler. herkesi nerelerde doğru ve yanlış olduğuna ikna etmeye uğraşanlar vardır. hatalara tepkiler ise değişi ve bunları ele almak için sağlıklı bir tavır geliştirmek bunun için hayati önem taşır.

    tekrar ederim, ben tam olarak nasıl yaplması gerektiğini bildiğimi söylemiyorum. bazen aşırı tepki verdiğim, azarladığım, bağırdığım oluyor, bir videoyu ceza niyetine kullandığım, vesaire. ama o sağlıklı yaklaşımı yerleştirmek benim kariyerim boyunca kovaladığım şey. çünkü bir antrenörün olmazsa olmazı, işinin büyük kısmı hataları bulmak, onlarla ilgili çözümler bulmak ve o hataları düzeltmektir. bunu çabuk çözen takım genelde kazanır. ve kayda geçsin diye söylüyorum, azarlamanın ve bağırmanın o kadar da kötü şeyler olduğunu sanmıyorum, tabii çözüm bulmaya ve takımınızın hatalarını düzeltmeye zaman bulabildiğiniz müddetçe.

    antrenörlük metotları hakkında konuyu toparlayacak olursak, öğretinizin temellerinin neler olacağını gerçekten iyi tespit etmelisiniz. benim için iki temel direk zamanlama ve boşluktur.
    boşluk temel olarak oyuncuların arasındaki mesafe ve topa sahip olan oyuncuyla diğer oyuncuların arasındaki mesafedir. boşlukları iyi şekilde korumak demek tek savunma oyuncusunun iki hücum oyuncusunu savunmak zorunda kalmamasını sağlamak demektir. futbola benzer sanırım. oyuncularınızı yaydığınızda onları açıktaki mevkilere koyun, böylece savunmaların onları kontrol etmelerini daha zor hale getirmiş olursunuz.

    zamanlama ise olayların sahada ne zaman olacağını belirleme kavramıdır. pürüzsüz oynayabilirsiniz, dönen bir tekerlek gibi, veya pürüzlü hareket edersiniz. bana göre bir hareket biterken bir diğeri hemen başlıyorsa oyunun iyi bir akışı vardır. diyelim ben bir hücum oyuncusuyum ve boşa çıktım. hareketim sağlamsa savunmacıma karşı avantaj elde ederim ve saniyenin bir kesri içinde boşa çıkmış olurum. benim bu avantajımı koruyabilmem için o hâlâ bana doğru gelirken onu geçebilmem gerekir, bunun için de en ideal zamanda topu almalıyım ki hareketimi tamamlayabileyim. bu da şu demektir, ben kendimi boşa çıkartırken top çoktan havada olmalıdır. ama şayet takım arkadaşım pası vermeden önce biraz fazla beklerse, ben topu aldığımda savunma çoktan toparlamış olur ve bende yeniden avantaj elde edebilmek için sıfırdan başlamak zorunda kalırım.

    tekrar söyleyeyim, futbol bundan çok farklı değil. izlediğim zamanlarda bir oyuncunun pası verip yeniden alabilmek adına koşu yapması beni her zaman etkiler. bu doğru zamanlamadır, bir hareket biter ve anında diğeri başlar. kötü zamanlama ise bir hareketin bir saniyelik hareketsizlikle takip edilmesidir.
    zamanlama ve boşluk benim ilk sırada düşündüğüm şeylerdir. idmanlarda bile bunun altını çizerim ve her zaman bunu düzeltmeye çalışırım. maçlarda da aynı şekilde, takımla molalarda konuştuğumda genelde zamanlama ve boşluklarla ilgili düzeltme ve önerilerde bulunurum. "2 numaralı seti oynuyoruz ama milos, orada durma, diğer tarafa git ki sonny'e teke tek için daha çok boşluk kalsın" gibi şeyler söylerim. veya savunma açısından, belirli hareketleri önceden tahmin etmelerini söylerim ki pozisyonları erken durdurabilelim.

    benim felsefe ve metodumla ilgili bazı noktalar bunlar. şimdi de bu sıralar üzerinde çalıştığım konular üzerine konuşmak istiyorum.

    oyuncuların arasındaki güven konusu bence aşırı önemli. diyebilirim ki, oyuncularla antrenörler arasındaki güvenden daha bile önemli. oyuncular birbirlerine güvenirler ve tek bir birim gibi davranırlarsa, takım antrenörü ne kadar vasat olursa olsun hedefine ulaşabilecek konumda olacaktır. ve siz isterseniz basketbol antrenörlüğünün einstein'ı olun, oyuncularınız birbirine güvenmiyorsa başarılı olamazsınız.

    sezon başında bir takım kurulurken ve oyuncular idmanlardan geçerken birbirlerini değerlendirmek için hiç vakit kaybetmezler. bunu iki nedenle yaparlar. birincisi, becerilerini yeni takım arkadaşlarına göstermek isterler, takım içinde bir hiyerarşi yaratabilmek adına kimin daha iyi kimin daha kötü olduğunu anlamak isterler. ikinci olarak, takımın etraflarındaki adamlarla mücadele edip başarılı olup olamayacağına dair fikir sahibi olmak isterler. bu cska gibi büyük bir kulüpte olabilir. herkes onlardan euroleague'i kazanmalarını bekler ama belki bir kaç haftalık idmandan sonra oyuncuların bazıları etrafına bakar ve kendilerine "ı ıh, bu takımla yapamayız" diyiverir.

    böyle bir durumda bir çok sorun ortaya çıkabilir. en iyi oyuncularınız "etrafımda bu dangalak varken takımın kazanabilmesi için herkesin 30'ar sayı atması lazım" diye düşünebilir. veya "maç zamanı pestilimizin çıkmaması için idmanlarda enerji tasarrufu yapmamız gerekiyor" diyebilirler.
    mücadeleci bir takım toparladığımızı varsayalım, öyle ki oyuncular ilk idmanlarda "hmm, bu elemanlar şut sokabiliyor!" diyor olsun. veya "oyun kurucumuz harika bir pasör". vesaire. birbirlerinin becerilerinin ve yeteneklerinin farkına varmaları benim "teknik güven" dediğim şeydir.

    bir sonraki adım bu teknik güveni kişisel olanına dönüştürmek olabilir. demek istediğim, bir oyuncunun oynayabileceğini bilmem, onunla oynamaktan hoşlanacağım anlamına gelmez. bu dönüşüm gerçek maçlarda olur. diyelim ki ben belli bir oyuncunun iyi pasör olduğunu biliyorum. ona güvenirim ama sadece yeteneğini topu bana geçirmek için kullanırsa. ve tersi geçerlidir, şayet pas verebiliyorsa ama vermiyorsa ondan nefret ederim. ne kadar iyi pasörse bana vermediği her pas için daha çok nefret ederim hatta.
    aslında bu aynı okul gibi. diyelim matematik sınavındayım ama matematik hakkında bir halt bilmiyorum. yanımdaki eleman ise yalamış yutmuş. iki seçeneğimiz var, bana cevapları verirse onu severim, vermezse ondan nefret ederim.

    ayrıca oyuncular arasındaki güvenin son derece kırılgan olduğunu da unutamayız, bir anda yok olabilir. maçların sonunda, baskıdan, gerilimden, bunların hepsi bir oyuncunun takım arkadaşlarıyla ilgili fikrini değiştirebilir. benim önemli görevlerimden biri bu güven seviyesini sürekli bir şekilde kontrol etmem ve bir şeylerin kötü gitmesi durumunda gerekli önlemleri almaktır.

    oyuncuların aralarındaki güveni zenginleştirmek için yapabileceğim her şeyi denerim, hem sahada hem saha dışında. deplasman maçlarında birbirinden çok hoşlanmayan oyuncuları aynı odaya koyarım. birbirleriyle konuşmak zorunda kalırlar, sadece banyoyu ilk kimin kullanacağını belirlemek için bile olsa. idmanlarda küçük takımlarda aynı takıma koyarım. setleri 2, 3, 4 ve en sonunda 5 oyuncuyla çalışırız ve oyuncuları bu ikili, üçlü, dörtlüler, beşliler içinde sürekli rotasyona sokarım ki aralarındaki dinamik bu durumdan etkilensin.

    oyuncular ve antrenörler arasındaki iletişimden bahsetmişken, iki kavrama açıklık getirmek istiyorum. ilk olarak, oyuncularınızla ne zaman baş başa, ne zaman grup önünde konuşacağınıza karar vermeyi öğrenmelisiniz. ilk seçenek sadece oyuncuyu ilgilendiren, başka kimseyi ilgilendirmeyen durumlarda uygundur. örneğin ondan pas vermeden önce savunmayı incelemesini ve okumasını isteyecekseniz bunu teke tek yapabilirsiniz çünkü o oyuncudan başka kimseyi ilgilendirecek bir etkisi yoktur bu konuşmanın.
    ama eğer konuşma konusu daha geniş bir insan topluluğunu etkileyecekse, oyuncuyla takımın önünde konuşmaktan çekinmeyin. örneğin oyun kurucumdan topu uzunlara daha çok indirmesini istiyorsam bunu uzunlar varken yapmalıyım. böylelikle iki kazanımım olur. birincisi dip sahadaki takım arkadaşları artık daha çok pas bekleyecekleri için oyun kurucu talebinizi unutmayacaktır. ikinci olarak ise, uzunlar da durumun farkında olacaklardır ve topu daha çok almaya hazırlıklı olacaklardır.

    oyuncularla konuşmak birisiyle bilmediği bir yabancı dilde konuşmak gibidir. bu araya bir anektot gireyim, amerikalılarla ingilizce konuşmaya başladığımda, veya ruslarla becerebildiğim kadar rusça konuşmayı denediğimde çoğunlukla konuşmaya çalıştığım kişi anında çok hızlı konuşmaya başlar. makineli tüfek gibi, kelimeleri tükürürcesine konşurlar. bu büyük olasılıkla kendi dillerini konuştuğunu gördükleri bir yabancıyla konuşacak olmanın heyecanındandır. her ne olursa olsun, oyuncudan daha yavaş konuşmasını isterim ki ne dediklerini anlayabileyim.

    diğer uç nokta ise büyük britanya'dan biriyle ingilizce konuşmaya başladığımda olur. ingiliz kişi benim ana dilim olmadığını anladığında acı çektirecek derecede yavaş konuşmaya başlarlar, böylelikle benim daha iyi anlayacağıma yardımcı olduklarını sanırlar ve böylelikle diyalog dayanılmaz bir hal alır.

    bir de bir kaç kişi vardır ki anadillerini konuşurken hızlarını size göre ayarlarlar ve kendinizi rahat hissetmenizi sağlarlar. onlarla konuşurken korkmaktan ve hata yapmaktan kurtulursunuz, rahat hissetmeye başlarsınız ve kısa süre sonra o lisanı konuşabildiğinizi sandığınızdan daha iyi konuşabildiğinizi görürsünüz. bu tarz insanlar sizin daha çok ve daha iyi konuşmanıza yardımcı olurlar.
    basketbol takımları için de aynısı geçerlidir. konuşma tarzımı aşırı basitleştirecek olursam, çok yavaş konuşmaya başlarsam oyuncular benim delirdiğimi düşünür ve kanalı değiştirir. onların sindirebileceklerinden daha hızlı konuşursam, bu sefer de kafa sallayıp anlıyormuş gibi gözükürler ama diyalogdan hiç bir şey alamazlar. denge en önemli şeydir burada. bu dengeyi bulmak her antrenörün kariyeri boyunca iyileştirmesi gereken bir beceridir.

    son olarak, işimizin en önemli kısımı kişisel sorumluluk hissini kuvvetlendirmektir. sık sık grup kavramını her şeyi örtecek bir sis gibi kullanıyoruz. sık sık kötü bir sonuç sonrası "takım iyi oynamadı" gibi şeyler duyuyoruz, "yapmamız gerekeni yapmakta başarısız olduk" gibi, "oyunu doğru okuyamadık" gibi vesaire. soru şu bu "biz" dediğimiz aslında kim? kötü maçlarda bile oynayanlar ve sonuca etki edecek ve takım arkadaşlarının eforunu berbat edecek şekilde kötü performans gösterenler vardır. bana göre grubun gücü bireysel sorumluluğu iyice anlamak ve kabullenmekten geçer.

    bu da işimizi daha karmaşık hale getiriyor. herhangi birisine işinde başarısız olduğunu söylemenin hoş bir yolu yok. çatışma yaratma meraklısı değilim. çatışmalı durumları seven, bunları yapay olarak üreten antrenörler var ama ben onlardan biri değilim. ama sadece iyi ve arkadaşça bir ortam olması gerektiğine de inanmıyorum. bana göre ideal çözüm ikisinin arasında bir denge olmasıdır. oyuncuları sağlıklı bir yüzleşme olmaksızın yeterince ileri götüremezsiniz çünkü.

    ayrıca, bir antrenör olarak baskı altındayken güvenebileceğim bir oyuncu grubu bulmak benim için önemlidir. elimdeki en iyi beş oyuncu olmayabilirler. muhtemelen benim acil durum mangam 2-3 tane üst düzey oyuncunun yanında bir kaç tane de stresli durumlar altında iş görmeyi becerebilen sert elemanlar olacaktır. böyle durumlar için doğru kombinasyonu bulmak takımın bu durumların altından kalkması şansını ciddi şekilde arttıracaktır.

    kaynak
  • san antonio spurs'ün yeni yardımcı koçu olmuştur.

    avrupa basketbolcuları için en değerli takım görünümündeki san antonio için mükemmel bir hamle.

    arada bir gelip euroleague'in de amına koyacaklar sanırım.
  • bu akşam gregg popovich'in hastalığı nedeniyle maça çıkamayıp kendisinin head coach olması sayesinde , nba tarihinde ilk defa avrupa doğumlu biri head coach görevi yapacak.
  • --- spoiler ---
    obradovic, başlı başına bir standart. hepimiz için çıtayı o yükseltti. ona inanılmaz bir saygım var. eşimin de söylediği gibi obradovic benden çok daha iyi bir koç. ben de 2. olmaktan dolayı son derece memnunum.
    --- spoiler ---
  • utah jazz'in başına geçerek nba'deki ilk avrupalı koç olabileceği konuşuluyor.
  • nba tarihinde normal sezon galibiyeti alan ilk avrupalı koç olmuştur.
  • atlanta hawks takımın başına getirmek istiyormuş, bu durumda ya hawks ya da türk milli takımı diyecek gibi duruyor.

    http://sports.yahoo.com/…ore-messina-041815284.html
hesabın var mı? giriş yap