aynı isimdeki diğer başlıklar:
  • insanın kalesi
  • kişisel tapınak
  • mecbur kalınmadıkça çıkılmaması gereken bir yer.
  • doğal yaşamdan modern yaşama geçiş yaparken mağara hayatına son verip, geçiş yaptığımız konforlu yaşam alanı.
  • insanın mülkiyet düşkünlüğünün sembolü, sahip olmak için kimisinin ömrünü verdiği hücrelerimiz, modern yaşamın statü simgesi.

    "balıkçının yer odasını düşündüm. orada
    hemen hiç oturmazdı. ağlarını koyar, çoğunca
    kahvede, ya da sandalda yatardı.
    — sen evden hoşlanmıyorsun barba
    yakamoz, dedim.
    — hiç, hiç, dedi. ben evden hoşlanmıyorum."* *

    "ilk insanlar için ev sadece barınma mıydı, konfor muydu ya da sonraki yıllarda tarım devriminin doğal getirisi miydi?"

    "gün geldi, adem bir toprak parçası satın alabilir ve burası benim diyebilir oldu; bir tepeye sırtını dayamış, kaba kerpiçten bir ev yükseltebildi; üç oğlu, kabil, habil ve şit, artık burada doğabilirdi."* *

    "mülkiyeti toptan reddeden tommaso campanella gibi düşünmeye çalışınca insanların eve olan bağımlılığı saçma bir hal alıyor. belki de campanella geçmişi değil geleceği anlatıyordu, kim bilir.
    ha bir de ütopyalarla distopyaların bu kadar fazla ortak noktası olması çok korkutucu değil mi..."

    "perdeleri sadece seks günü'nde kullanırız. diğer zamanlarda tertemiz
    havadan yapılmış gibi duran bu duvarların
    ardında, göz önünde yaşarız. birbirimizden
    saklayacak hiçbir şeyiniz yoktur. ayrıca bu
    sayede koruyucular zorlu ve asil görevlerini daha rahat yerine getirirler. öbür türlüsünde ne olabilirdi, bilinmez. belki eskilerin acınası hücre psikolojisinin nedeni saydamsız evleriydi.
    'evim, kalemdir! ' ne laf ama!"* *

    "ev sahibi olmamam, iyi talihimin
    bir parçası bile sayılabilir," diyordu nietzsche
    şen bilim'de. bugün eklememiz gerekir: kendi
    evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi
    "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir
    parçasıdır. bugün bireyin kendi mülkü
    karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun
    gösterir bu - hâlâ herhangi bir mülkü kalmışsa
    tabii. oynamak zorunda olduğumuz oyun
    şudur: artık özel mülkiyetin kimseye ait
    olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar
    bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların
    kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı
    olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet
    ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek.
    ama bu paradoksun tezinin varacağı yer
    yıkımdır: nesneler karşısında, sonunda
    insanlara da yönelen sevgisiz bir
    umursamazlık. antitez ise, telaffuz edildiği
    anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları
    şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine
    dönüşür. yanlış yaşam, doğru yaşanamaz."* *

    dışarı çıkmalarına izin verilmemiş kimileri için bildiği tek sığınak...

    "kadınlar, milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öylesine zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara,
    iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır."* *

    insan-doğa ilişkisi biraz köle-efendi ilişkisine benziyor; önceleri efendi olan doğayken artık insan ve insan doğa kadar merhametli değil, istilacı ve yok edici...

    "kıyıma uğramış ağaçlar. evler çırılçıplak ortada. her yerde
    ağızlar, ağızlar ... insanlar yayılmış ortalığa. insan, toprağın kanseri"* *

    ilk çağlardaki gökyüzünü evi gören insanlar kalmadı günümüzde,
    insanoğlu kendi symbolonunu diğer insanlarda değil, nesnelerde arıyor artık...

    "çiftçilerin büyük bölümü kalıcı yerleşimlerde yaşarken, sadece çok azı göçebe çobanlardı. yerleşik yaşama geçiş, çoğu kişinin arazisinin ciddi ölçüde azalmasına yol açtı. eski avcı toplayıcılar onlarca hatta yüzlerce kilometrekarelik topraklarda yaşarlardı.
    tepeleri, dereleri, ağaçları ve gökyüzüyle beraber, "evleri" tüm araziydi. öte yandan
    köylüler günlerinin büyük bölümünü küçük bir tarlada veya meyve bahçesinde çalışarak geçirirdi ve barınakları da taş, çamur ve ahşaptan yapılma ufacık yapılardı. ortalama köylü evine çok ciddi bağlılık geliştirmişti. bu, mimari olduğu kadar psikolojik yönleri de olan, etkileri çok geniş bir devrimdi. bundan böyle "eve" olan bağlılık çok daha benmerkezci bir yaratığın en önemli psikolojik özelliği haline gelmiştir."* *

    yeni bir şehre gittiğimizde ilk önce ağaçlara, kuşlara değil evlere/binalara bakarız,
    o şehri kuranların izini o evlerde ararız...

    "bir kaç yokuş tırmandım bir iki dönemeç döndüm ve yürüdüm
    burnumun doğrusuna yürüdüm yürüdüm
    bir kapı açıldı girdim
    yitirdim kendimi kendi içimde
    bilmediğim bir şehir
    görmediğim biçimde evleri
    kimi karınca yuvası kimi bomboş
    kimi baştan aşağı pencere kimi kör duvar
    bir sokağa saptım çamurlu dar eğri büğrü
    dönüp dolaştırdı getirdi beni eski yere"* *
  • bu aralar bana aşırı huzur veren yer... bütün hafta sonu çıkmak istemedim, arkadaşlar zorla kahve falan içmeye sürükleyerek çıkardılar.
    koltuk üstüne katlanabilen bilgisayar koymaya yarayan masa gibi bir şey aldım. koltuğa oturuyorum. masaya ayaklarımı uzatıyorum. çerezimi ve içeceğimi alıyorum. bilgisayarımı açıyorum sonra tv'den istediğim bir şeyler açıyorum.
    sonra saatlerim böyle geçiyor. aşırı konforlu geliyor bana nedense. zaten havalar bozmaya başladı. sanırım bir süre daha sıkılmadan böyle takılabilirim.
  • rahat ve huzurlu olunan yer.
  • kişiye özel güvenli alan. güvenli değilse, ev değildir.
  • ev dünyaya adım atışımız ile birlikte ilk evrenimizdir. ev tam anlamıyla bir kozmostur.
    (bkz: gaston bachelard) ev hakkında (bkz: mekanın poetikası) adlı başyapıtında şunları söyler:

    "ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu. ev insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamda karşılaştığı fırtınalara karşı da ayakta tutar. ev hem beden hem ruhtur."
  • halam ve eniştemin evi, diğer hiçbir akrabamızın evine benzemiyor. çok eski bir evde oturuyorlar, dolayısıyla sık sık tesisatta problem oluyor, ama ne halam ne eniştem başka bir eve taşınmak istemediler şimdiye kadar. "hatırası var" diyordu eniştem başlarda, halamsa "güzel burası, çarşıya yakın"; şimdilerde ikisi de "hatırası var" diyor her fırsatta taşınmalarını öğütleyen işgüzarlara.

    kendimi bildim bileli çok az şey değişti evlerinde, belki birkaç gündelik eşya, ya da bozulduğu için mecburen değişen makineler vesaire. çevremizdeki çoğu aile üç dört yılda bir evde mobilya değişikliği yapmazsa rahat edemediklerinden, bu anormal bir şey gibi geliyor insanlara bazen, ama "hatırası var" ya işte. hatırası var.

    çocukken, halamlara her gidişimizde çok mutlu olurduk kardeşimle ben. bu yalnızca halam ve eniştemin çocukları çok sevmesinden, bizimle ilgilenmelerinden kaynaklı bir mutluluk değildi, belki bizim evimizden daha dağınık, daha eski olsa da o evin bizim evlerimizden farklı olduğunu hissederdik, ama bu farkın ne olduğunu bilemezdik. çocuk dimağı hep daha açık oluyor, olanı biteni daha içten kavrıyor sahiden. hele halam sobada patates, kestane közleyip masayı kurdu mu, değmeyin keyfimize. yemek masası değil söz ettiğim, genelde japon filmlerinden aşina olduğumuz katlanıp genişleyen tipte dikdörtgen bir masaydı, halam yere açar, altına bir sofra bezi serer, tüm aile etrafında diz çökerdik. geçenlerde halam yemeğe davet etti bizi. yine o masanın etrafında diz çöküp yedik allah ne verdiyse. o an aklımdan tanpınar'ın her şey yerli yerinde'si geçti ve kaçınılmaz olarak şu dizelere takıldım: "rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner."

    evi ev yapan, hadi yuva yapan diyelim, eşyaya sinmiş rüyalardır belki de.
hesabın var mı? giriş yap