• tüketim toplumuna getirilen nefis bir eleştiridir fake plastic trees.
    herşeyin sahte olduğu bir dünyada en gerçek duyguların bile sahteleşmesinden yakınılır. aşk ki insanı insan yapan duyguların başında gelir, o bile plastikleşmiştir. yılbaşında beğenilip satın alınan çam ağacı misali aşklar da satın alınır olmuştur.
    bu yüzdendir ki bu nefis şarkının videosu bir hipermarkette çekilmiştir. alın ne alıcaksanız der gibi.. bir gün bu raflarda aşklarınızı da bulacaksınız der gibi.. sistemin işleyen dişlilerinden biri olun gidin hadi!

    eduardo galeanodan bir alıntı yapmak istiyorum... (bkz: tepetaklak)
    ...
    bireyler yok, dinleyiciler var
    gerçekler yok, reklamlar var
    vizyonlar yok, televizyonlar var
    bir çiçeği övmek için, "plastik gibi" deniyor…
  • yüzüm karıncalanıyor sadece; kanın beynime daha yoğun gittiğini hissediyorum yorke'un zekasına zıplamaya çalışırken.. kan burnumdan akma eyleminde; monitörümün batmasını istemiyorum sadece şu an..
    the bends'den başka bir ilahi.. yorke'un haykırışlarından belki de en acıklısı..

    onun`*` yeşil plastik bahçe sulama kovası
    çinli yapmacık lastik bitkisi için
    sahte plastik bir toprakta.
    lastik bir adamdan satın aldığı
    lastik bitkilerle dolu bir şehirde
    sadece kendisinden kurtulmak için.
    ve onu`*` tüketir,onu tüketir
    onu tüketir, onu tüketir.

    kolu kanadı kırılmış bir adamla yaşar
    kaçık bir polystyrene adam
    sadece ufalanan ve yanan.
    eskiden cerrahlık yapardı,
    seksenindeki kızlar için,
    fakat yerçekimi herzaman kazanır.
    ve onu`**` tüketir, onu tüketir,
    onu tüketir, onu tüketir.

    gerçek gibi gözüküyor,
    gerçek gibi tat veriyor,
    benim plastik yapmacık aşkım.
    fakat düşünmeden edemiyorum,
    tavana doğru patlayabilirim,
    eğer sadece döner ve koşarsam.
    ve beni`***` tüketir,beni tüketir,
    beni tüketir, beni tüketir.

    ve eğer senin istediğin kişi olabilseydim,
    eğer senin istediğin kişi olabilseydim,
    herzaman,herzaman...

    sponge bob squarepants'ın( basit bir çizgifilmde bile, dalga geçerken,gülerken aklımıza gelmeyecek kadar şey dikte ettirilir her yaştan insana ayrı şiddetlerde..) bir bölümünde sarı dostumuz yeni birşey icat eder: şirin burger.. renk renk hamburger yapmaya başlar.. zararları ortaya çıkana kadar hoş gelir bu bikini bottom halkına..beslenmenin bile modası var artık(solunan havaya ne zaman sıranın geleceğini düşünüyorum uzun zamandır.. )
    sponge bob'un dünyasının farkı yoktur bizimkinden.. belki daha tuhaftır bizimkisi..

    herşeyin yapmacık olduğu dünyada yaşayan güzel bir kızdır o`*, yapmacıklığınmükemmeliyet` olduğunu düşünür sadece.. öyle düşündürülür.. genç kız`*` en masumudur belki de hikayenin.. kusurlarını def etmek için yapaya sarılmak tek çözüm gibi gelir; çevresindeki doğallığı`***` çürütürken bir yandan.. kendisi de tükenir habersizce öte yandan..
    kötü adam`**` hikayenin en acınası adamıdır aslında; kızımız ona bağlı olsa da aralarında ismi aşk olmayan bir alışveriş vardır sadece..(birbirlerine değil başka şeylere olan bir sevgi sadece..) 'alan' herşeyden habersizken satan razıdır; ama 'satan' ne kadar mutlu gözükse de, birşeylerin farkına varmışken başından beri; sevgisizlik onu da çürütmektedir..
    esas oğlan`***bağlanmıştır tamamen ona*`.. onların(`*+**`) sahte mutluluk tablosuna tükürmek ister.. sadece kendisinin yandığını zanneder bu deha bile..toprak`***ne kadar dayanabilir sahte bir bahçıvanın**yetiştirdiği 'yapmacıklaşmış gül'e*`?

    içinde mutluluğun kırıntısı bulunmayan bu masal yaşanır her doğan günün her saniyesinde.. onun`***muazzam sesi bile beş para etmezaşk` bit pazarına düşerken..
  • otuz üç gündür müzik sesi duymuyordum.

    belki konuyla doğrudan ilgili gibi görünmüyor ama -ben yine de tam tersini düşünüyorum- otuz üç gündür kadın sesi de duymamıştım. bırakın kadın sesi duymayı, otuz üç gündür yaşadığım yere belki yüz yıldır tek bir kadın bile ayak basmamıştı ve bu beni fena halde alıngan yapmıştı. böyle bir yerde bir kadını düşlemek ayıp geliyordu bana. onlar başka bir dünyaya aitti ve onları buraya düşte de olsa getirmek haksızlıktı. bir de, sanki oraya gelmemeyi kendileri istiyormuş gibi, alınıyordum da bu işe. elimde değildi. her neyse, müziğin yokluğu, hiç değilse onların yokluğunu düşünmemeyi kolaylaştırıyordu ama müziğin yokluğunu kolaylaştıran hiçbir şey yoktu.

    yoksunlukların ötesinde bahsetmeye değmeyecek o otuz üç günün sonunda -ne de olsa biz burada çaktırmadan askerlik anısı anlatıyoruz sinyorita- bir yığın abuk subuk aksilik yüzünden kaçırma noktasına geldiğim uçağa yetişmek için hızlı hızlı yürüyerek şehir merkezine ulaştım. o uçağa yetişecektim. numarasını zehir gibi ezberlediğim o koltuğa oturacak, gözlerimi kapatacak ve yol boyunca müzik dinleyecektim. anneciğimin kargoyla yolladığı telefonumu almak üzere ptt'nin yolunu tuttum. telefon bile etmeden ilk iş kulaklığı takıp alışkanlıkla radyoyu açtım. (ellerimin titrediğini görünce kendi kendime güldüm. içki şişesiymiş gibi yapışmıştım telefona.) kayıtlı kanallarda yayın bulamayınca yabancı bir şehirde olduğum kafama iyice dank etti. etrafıma baktım. şafak saya saya dağında tepesinde koşturduğum halde, şehri ilk kez görüyordum. kendisine etmediğim küfür kalmamıştı ama aksi gibi sevimliydi de namussuz. dört yaşında, esmer, kıvırcık saçlı, koca gözlü bir kız çocuğuna benziyordu. kusura bakma, billy jean - çocuk benim çocuğum değildi. ki kadınları bile -özellikle de onlar- yabancıydı. bu şehirde minibüsler nereye gider, yokuşlar nereye çıkar, bilmiyordum. o da beni tanımıyordu. çocukluğumu görmemişti örneğin. babamı hiç görmemişti. (babamı ben de artık hiç göremeyecektim. çünkü o da benim askere gittiğimi görememişti. bir buçuk seneyle kaçırmıştı.) bir keresinde bir kıza evlenme teklif etmiştim. burada kızın cevabını bilen hiç kimse yaşamıyordu. kaldı ki, hayatımda ilk kez üç numara kesilmiş saçlarımla kendime bile yabancı geliyordum. tek derdim bir taksi bulup uçağa yetişmekti. buradan gidecek, giderken de müzik dinleyecektim. sonrasını da sonra düşünürdüm artık.

    bir yandan radyomun istasyon arama tuşuyla üst üste başarısız denemeler yapıyordum. derken çok ama çok acayip bir şey oldu ve ben henüz bir türkçe pop şarkısına bile rastlamamışken, sezen aksu duysam ağlamaya hazırken, fake plastic trees çalmaya başladı. wears her out'undan itibaren.

    bunun anlatılabilir bir şey olduğundan emin değilim. saçı sakalı, şehri, uçağı unutup hepten kayboldum. wears her out'lar, salınan bir sarkaç gibi beni hipnotize etmiş olmalı. çünkü artık otuz üç günlüktüm. şarkı on yedi yaşındaydı, benden de, dört yaşındaki şehirden de büyüktü. o market arabasını ite ite, o dört numaralı forması ve sarı, the bends saçlarıyla thom yorke, hepimizden daha yaşlı bir ağacın arkasından çıkıverdi ve tam bir ağabey gibi karşıma dikildi. göz göze geldik. her şeyi biliyordu thom. (bir ağabeyim olsa her şeyi bilirdi, biliyorum.) otuz üç günümü, öncesini, hatta sonrasını da. gitmek istediğimi, hazır olmadığımı, gittiğim yerden de gitmek isteyeceğimi, hazır olamayacağımı biliyordu.

    "söyle," dedi. aslında ilk kez konuşmuştu ama ben saatlerdir onu dinliyor gibiydim (saatlerce onu dinlemeye alışıktım). anlamadım. "duyuyor," dedi. "söyle."

    anladım.

    otuz üç gündür ilk kez konuşuyordum. (hayır, bir buçuk senedir.)

    anlamasaydım, "if i could be who you wanted" derdim. ama anlamıştım.

    "baba," dedim. "büyümek istiyorum derken, seni anlamayı kast etmemiştim."

    sonra market arabasına atladığım gibi havaalanının yolunu tuttuk. uçağa bindiğimde cyndi lauper'dan girls just wanna have fun çalıyordu ve aklımda kadınlardan ve müzikten başka hiçbir şey yoktu.
  • bu radiohead başyapıtı için ingiliz bir dostun da uzun zaman önce söylediği gibi:
    "he* sings like a fucking angel"
  • her green plastic watering-can
    for her fake chinese rubber plants
    in fake plastic world,
    that she brought from a rubber man
    from a town full of rubber plants
    to get rid of itself.

    and it wears her out

    she lives with a broken man,
    with cracked polystyrene man
    who just crumbles and burns.
    she used to do surgery
    for the girls of the eighties,
    but gravity always wins.

    and it wears him out.

    she looks like a real thing,
    she tastes like a real thing,
    my fake plastic love.
    but i can't help the feeling,
    i could blow through the ceiling
    if i just turn and run.

    and it wears me out.

    if i could be who you wanted...
    if i could be who you wanted...
    all the time...
    all the time...
  • bazı insanlar kulaklıkla müzik dinlerken etrafı bir klip tadında seyreder ya, işte o insanlar bu şarkıyı dinlesin. fake plastic trees'in çaldığı her yer bir klip ortamına dönüşür.
  • apartmandan ciktin ..sonbahar ayazinda bir yaprak gibi havalandin bi anda
    huzura ermis gibisin..yapmacik bir agac yapragi gibisin su dunyada..
    kapladigin hacim oylesine basit ve az...
    ey tanrim
    keske istedigin kisi olabilseydim...
    keske o aradigin olsaydim.
  • birisini çok seviyorsun ancak onun asla senin onu seni sevdiğin gibi sevmeyeceğini biliyorsun. içine kapanıyorsun ve kendi kurduğun hayal dünyanda yaşıyorsun sevdiğin kızla beraber olduğun. o dünyanın sahte olduğunu biliyorsun ama belki orada mutlu olduğundan, belki oradan çıkarsan mutsuz olacağın için ayrılmıyorsun oradan ve sürekli onun istediği kişi olamadığın için kızıyorsun kendine.

    tam olarak bunu anlatıyor bu şarkı ve dinlendiği an günün geri kalanını mahvediyor.
  • ev de su kaplumbagasi beslemek icin alinan akvaryumlarin ortasindaki adacigin tepesinde bulunan cisim.
  • thom yorke bunu canary wharf ustune yazmistir. tuketim ve tukettirim cilginliginin dunyanin mina koymasindan bahsediyor. radioheadseverlerin konserde dinlemekten en keyif aldigi parca olmakla birlikte, baydigindan dolayi artik radiohead bunu setlist'ine almamaya ozen gosteriyor; creep gibim. burak kut lisede kiz kaldirirken bu sarkiyi soylermis ses rengine cok uygun oldugu icin.
hesabın var mı? giriş yap