• 1981 yılında istanbul üniversitesi senatosu tarafından kendisine fahri doktora pâyesinin verildiği törendeki konuşması gerçekten okunmaya değer. "kubbeden cüppeye, veya aşk yoluyla fizik" başlıklı konuşmasını okurken insan fezâ gürsey'i salt fizikçi kimliğiyle değil, aslında edebiyatla da ne kadar iç içe oldugunu görüyor.

    okumaya başlamadan önce uyarı: yazı birazcık uzun ama "ah be o yıllarda yaşamak vardı" diye iç geçirirken buldum ben kendimi, gerçekten çok güzel bir yazı.

    "sayın rektör vekili, fen fakültesi'nin sayın dekanı, sayın meslekdaşlarım ve sayın misâfirler,

    bu son derece hatırşinâs, ince düşünceli tören vesilesiyle istanbul üniversitesi'ne, yâni kürkçü dükkânı'na dönmüş bulunuyorum. ne kadar teşekkür etsem azdır. bugünkü konuşmamın başlığı "kubbeden cüppeye veyâ aşk yoluyla fizik" olacak ve sayın dekan'ımızın isteklerine uygun olarak bâzı anılarımı, biraz da çalışma konumu kapsayacak.

    fen fakültesi ile olan ilişkilerim çok eski ve karmaşıktır: annem prof. dr. remziye hisar 1919'da dârülfünûn'un fen okuyan ilk kız talebelerinden biriydi. 1933 reformundan sonra açılan üniversite'ye de ilk doçentlerinden biri olarak girdi. ben lise öğrencisi iken onun yerebatan'daki lâboratuvarında fahrî asistanlık yapardım. bu arada sabun yapmasını bile öğrenmiştim. kızkardeşim, eşim ve baldızım burada yetişmiştir. bana gelince: fen fakültesi'nde öğrencilik, asistanlık, eylemsiz ve eylemli doçentlikler yaptım; atom ve çekirdek fiziği, jeofizik kürsüleri'nde, matematik ve teorik fizik enstitüleri'nde çalıştım. üstelik denel fizik kürsüsü'nün ünlü çay masası'nın fahrî üyesi oldum ve o sâyede evlenebildim. dahası var: fakülte'deki ilk talebem sayın prof.dr. ahmed yüksel özemre şimdi dekanımız olarak bana hocalık ediyor ve diploma veriyor.

    aslında bu doktora diploması istanbul üniversitesi'nden aldığım ilk belge idi. lisans ve doktora diplomalarım bu eksiğimi telâfi etmek şöyle dursun, bu müesseseden hem lisans hem de doktora alan eşim suhâ'ya karşı kıskançlık duygularımı bugüne kadar söndüremedi. sâyenizde artık kıskanç koca olmaktan kurtulmuş bulunuyorum.

    ikinci eksiğim bir cüppe idi. bana doktora veren londra üniversitesi cüppe vermeyince ben de doktora töreninden kaçmıştım. istanbul üniversitesi'ndeyken ve odtü'de kirâlık cüppelerle idâre ettim. bugüne kadar akademik törenlerden uzak durmağa mecbur kaldım.

    cüppe almayı gözümde büyütürdüm. dişçiye gider gibi terziye mi gidilecek? çarşıya gidip cüppeci mi aranacak? derken, nasreddin hoca'nın nasıl bir cüppe sâhibi olduğunu orhan veli'nin bir şiirinden öğrendim. hoca çarşıya bir kavuk almaya gitmiş. kavuğu tam alırken bakmış, boyu boyuna, rengi rengine uygun bir cüppe asılı duruyor dükkânda. dükkâncıya kavuğu verip cüppeyi giymiş sırtına ve çıkmış kapıdan. arkasından dükkâncı bağırarak sokağa fırlamış. "ne yapıyorsun hoca? cüppenin parasını vermedin!". hoca incinmiş bir sesle cevap vermiş: "ben cüppeyi kavuğun yerine aldım; niye para verecekmişim?". dükkâncı ise: "yapma hoca, sen kavuğun parasını vermedin ki!" der demez hoca yapıştırmış: "doğru ama ben kavuğu almadım ki parasını vereyim".

    bu şaşmaz metodu nasıl uygulayıp cüppe edineyim diye düşünürken sayın dekan'ımızdan bir mektup aldım. içinde ihtiyarlığım kutlanıyor, bir de bir vakitler bana yapılan bir haksızlıktan bahsediliyordu. dilimin döndüğü kadar böyle bir şey olmadığını kendilerine açıkladıktan sonra haksızlık meselesini hoca'nın kavuğu gibi dekanlığa iade ettim. kavuğun karşılığı olarak da gördüğünüz gibi bir cüppe sâhibi oldum. hoca büyük adammış, vesselâm!

    diğer taraftan cüppeli olmanın sorumluluğu büyük. şeyhülislâm yahyâ efendi soruyor: "âdeme cüppe vü destâr kerâmet mi verir?". rahmetli dostum sakallı celâl'in sesi kulaklarımda: "memleketimiz tehlikeli bir yerdir; insana tevâzuunu kaybettirir".

    çok dikkatli olmalı, kendimi bir matah sanmamalıyım. başka bir rahmetli dostum, şâir âsaf hâlet çelebî'nin bir şiirini hatırlıyorum:

    aç cüppeni cüneyd!
    ne görüyorsun?
    görünmeyeni!
    kendi cüppesi içinde cüneyd
    yok oldu!

    vay, vay! cüppe tekin değilmiş. varlıkla yokluk arasında bu cüppenin sırrını bulmalıyım. fen fakültesi'ndeki öğrencilik yıllarımda bayezid kütüphânesi'nde çalışan âsaf hâlet çelebî, eşrefoğlu dîvânı'nı hazırlıyordu. bana fâtih devrinin bu büyük tasavvuf şâirinden beyitler okurdu:

    terkedüp cân u cihânı, giy ferâgat cüppesin,
    bu ferâgat cüppesinde sırr-ı sultân gizlidir.

    mevlânâ soyundan geldiğine inanan âsaf hâlet, benim fizik tahsilimi pek ciddiye almazdı: "bırakın şu fiziği! dervişlik cüppesini giyin! aşk ve şiir yolunu seçin!" diye bana mürşidlik taslardı.

    "kılavuzsuz bu yola varamazsın" diyen eşrefoğlu rûmî değil miydi? ama benim yeni bir mürşide ihtiyâcım yoktu. çağdaş istanbul üniversitesi'nin kurucusu atatürk dememiş miydi ki: "hayâtta en hakikî mürşid ilimdir, fendir. ilim ve fennin dışında bir mürşid aramak cehâlettir, dalâlettir".

    dalâlete düşmekten ödüm koptuğu için şâir dostumu dinlemedim, fen fakültesi'nde iyi bir öğrenci olmağa çalıştım. bu ise sanıldığı kadar kolay değildi. bakın neden: anadolu hisarı'ndan boğaz'ı aşıp beyoğlu'nun ortasında konduğum lisede iyi, uslu bir öğrenci idim. fen meraklısı arkadaşlarım liseyi bitirince o civarda gümüşsuyu'na kaydılar, teknik üniversite'li oldular. bense büyük bir cesâretle halic'i geçerek zeynep hanım'ın konağında fen fakültesi'nden feyz almağa geldim. müsbet ilim lâboratuvar demekti. prof. dember'in denel fizik gösterilerini karagöz seyreden gibi heyecanla izledim. lâboratuvar tecrübelerine büyük bir ciddîyetle sarıldım.

    derken olan oldu. zeynep hanım'ın konağı anfisiyle, lâboratuarlarıyla birlikte bir gecede kül olup öbür dünyâda sâhibesine kavuştu. denel fizik hayâllerine elvedâ!

    yanmamış binâlardaki dershânelere sığıntı gibi gitmeğe başladık. matematik dersleri eskisi gibi yapılıyordu. kerim bey (`kerim erim)`, ferruh bey (ferruh şemin), râtip bey (râtip berker), câhit bey (câhit arf), herr prager hocalarımız kötü şartlara rağmen bize matematiğin eşsiz yapısı hakkında bir fikir vermeyi başardılar. bu dersler dışında biz fen öğrencileri sersefil olmuştuk. harp seneleri boyunca garip garip dolaşırdık. orhan veli'nin deyimiyle: "târifsiz kederler içinde" idik. dünyâ ateşler içinde ve delilerin elinde. yakın gelecekte çökecek olan imparatorlukların, yeni kurulacak büyük düzenlerin, göğü saracak nükleer cehennemlerin tan yerinde habersiz yaşıyorduk. kararımı vermiştim: her şeye rağmen fizik öğrenmeliyim.

    en baş hocamız onbeş senedir türkçe öğrenmemekle öğünen bir fransız ordinaryüs profesörüydü. tercüme ile sulandırılmış dersleri ise pek "ordinaire" idi. binâ okur gibi "optik", "elektrik" okur, bu ilmin temelini ve kubbesini kuran maxwell'in adını duymazdık. "elektromanyetik teori" ile "özel rölâtivite" etle tırnak gibidir. biribirinden ayrılamaz. oysa ki hocamız einstein'ın bir şarlatan olduğu kanısındaydı. "genel rölâtivite", einstein'ın yer çekimi denklemleri ise hak getire! bir bütün yıl "termodinamik" anlatılır fakat "isı teorisi" statistik yoldan fiziğin ana direklerine, yâni "mekanik" ve "kuvantum mekaniği"ne bağlanmazdı. sanki boltzmann ve gibbs yaşamamış, "statistik mekaniği" keşfetmemişlerdi. pekiyi "modern fizik" dersleri? orada da modern fiziğin temeli olan "kuvantum mekaniği" okutulmazdı. heisenberg, dirac, schrödinger, bornne demeğe nobel ödülü almış diye merak edenler ancak câhit hoca'nın üniversite dışında tertiplediği özel seminerlere giderek konu hakkında bir fikir edinebilirlerdi. şimdiki öğrenciler bizim gibi tâlihsiz değiller. emînim ki çağdaş bilimleri izleyecek şekilde yetiştiriliyorlar.

    kısacası, o yıllarda mecbûren fiziğe olan ilgim tavsadı. cehâletten, dalâletten daha az korkar oldum. küllük kahvesi'nde âsaf hâlet ile buluşup gene tasavvuf, aşk, şiir ve san'attan dem vurmağa koyulduk. alıcı gözüyle etrâfıma bakmağa başladım. gene o yıllarda tanıdığım sait faik bakın ne diyor: "kıraathâneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz, tamâmen muhtar üniversitelerin tavla şıkırtıları arasında "gören bir göz", "işiten bir kulak" bir memleketin nabzını tutabilir".

    küllük'de oturmaktan yorulunca üniversite çevresinde gezinirdik. hâlâ sorarlar bana:

    - nereden mezunsunuz?
    - istanbul üniversitesi'nden.
    - nasıl oranın kampüsü?
    - nasıl mı? tasavvur edemeyeceğiniz kadar sihirli ve zengin. târih bakımından hiçbir üniversite, paris, pisa, floransa, prag üniversiteleri bile eline su dökemez.

    dış ülkeleri tanıdıktan sonra daha da iyi anladım ki üniversitemiz iki hususta dünyâ birincisi. ilk husus: içinde ve yanlarındaki târihî anıtların sayısı. ikinci husus: fen fakültesi'ndeki kadınların sayısı.

    fizik derslerinin fakirliği ve çevrenin şiir ve kadın zenginliği karşısında fuzûlî'yi anmamak olmazdı:

    aşk imiş her ne var âlemde,
    ilm bir kıyl u kal imiş ancak!

    bayezid'in çınar ve güvercinleri arasından osmanlı mîmârîsinin başardığı doğu-batı sentezinin kapısını açan şirin bayezid câmii'ne bakar, şimdi yok olan o güzelim havuzun yanından geçer, elli senede türk san'atının attığı dev adımları izlerdik: işte yeniçeri ocağı'nın karşısında hazırol duran çalımlı şehzâde camii. ötede, oturduğu tepe üzerinde dünyâ'yı temâşâ eden süleymâniye'nin eşsiz mükemmelliği.

    bu semt sâde mîmârî şâheserlerinin toplandığı bir yer değil, aynı zamanda birkaç asırdır kadınlık kültürünün çiçek açtığı bir merkezdi. sultan bayezid eski saraydan yeni saraya, yâni topkapı sarayı'na taşındığı vakit haremin bir kısmını eski yerinde bırakmıştı. asırlarca eski vâlide sultanlar'ın, câriyelerin kültür ve mûsıkîsi bu civarda devam edip durdu. sonra xix. asırda şehzâdebaşı tiyatroları kadınlara başka imkân ve fırsatlar verdi. bugün ise aynı yerde yükselen modern fen fakültesi'nde kadın profesörlerimiz dünyâ'daki en yüksek bilim kadını oranına ulaşmış bulunuyorlar. işte pencereden görülen kubbelerle dershânelerde işitilen kadın sesleri bu kampüse hiçbir şehirde olmayan bambaşka bir çeşni verir.

    o zamanlar bütün bu husûsiyetlerin pek farkında değildim. yıllar geçti. dalâlet yolundan kurtulduğumu sandım. sevgili meslekdaş ve dostlarım fikret kortel ve erdal inönü gibi gerçek insanların yardımları sâyesinde cehâletim bir mikdar azaldı. çilemin bir kısmını gurbette doldurdum. teorik fizik'de sakal ağırtarak altmışına geldim. bu münâsebetle eş-dosttan mektuplar, telgraflar aldım. bunlardan bir tânesi çok ilginçti. benden evvel fahrî doktor pâyesini verdiğiniz ve cüppesini benden sonra giyecek olan, üstelik iki yıldır koltuğunda nobel ödülü'nü taşıyan pâkistan'lı dostum abdüsselâm'ın ta kendisiydi. ve şöyle diyordu: "ilim tarîkatının şeyhi fezâ. seninle aynı yolun dervişiyiz".

    eyvâh! meğerse bunca senedir derviş olmuşuz, belki dalâlete düşmüşüz, belki de hakikat yolunu dolambaçlı şekilde bulmuşuz da haberimiz yokmuş! meğer fizikçi meslekdaşım abdüsselâm da bir derviş kardeşmiş. ben, parçacıkların simetrilerinde, dış ve iç madde dünyâlarındaki, yâni uzay-zaman simetrileri ile yüklerin simetrileri arasındaki dengede, hareket denklemlerindeki düzende süleymâniye'nin oranlarını ve silûetini görür gibi olurken, abdüsselâm da pekçok ilerlettiği birleşik alan teorilerinde olabilir ki vahdet-i vücûd felsefesinin akislerinden ve tâc mahâl'in inanılmaz güzelliğinden ilhâm alıyordu.

    fiziği yeni bir gözle süzmeğe başladım: tasavvuf ve mîmârî süzgeçlerinden geçirerek. geleneksel kültürümüzün, yaratıcılığımızın iki büyük başarısı. ne yazık ki iki faaliyet alanı da xvii. asırdan i'tibâren bozulmağa, kendini tekrara başlamış; sonunda da mecbûren kısırlaşmıştı.

    şâir arkadaşım âsaf hâlet dikkatimi tasavvuf'daki ince, girift ve tehlikeli kavramlara çeker, fâtih devrinden evvel derisi yüzülen seyyid nesimî'nin mısrâlarını okurdu:

    deryâ-i muhît cûşa geldi,
    kevn ile mekân hurûşa geldi,
    sırr-ı ebed oldu âşikâre...

    yâni, varlığı çevreleyen deniz coşup taştı. kâinat ve dünyâ kendinden geçti. ebedî sır, gizlilik meydana çıktı. bugünkü fiziğin kavramlarını ona kendi diliyle, küllük kahvesi'nin çınarları altında anlatabilmeyi ne kadar isterdim!

    fizik'te vakuum denilen en aşağı enerjili bir temel alan durumu vardır ki alanların denge durumudur. bu vakuumun boşluk olmadığını, aksine, tıpkı nesimî'nin târif ettiği bir deniz gibi dalgalandığını ona açıklardım. biz bu dalga ve köpüklere kuvantum flüktüasyonları* adını veriyoruz. onlar gâyet kesin olarak türlü geometrik şekillere bürünürler. bunlara da enstanton denir. modern alan teorilerinde bu çeşit geometrik strüktürlerin sınıflandırılmasını da her geçen yıl daha iyi öğreniyoruz. hâlen ben, bu konuda çalışanlardan biriyim.

    vakuumun bir de uyarılmış durumları, eksitasyonları var. bunlar parçacık da olabilir, monopol gibi yeni cins kollektif yapılar da olabilir. vakuumun uyarılması tasavvuf'da varlık denizinin taşması gibi. fakat bu parçacıklar doğrudan doğruya gözlenemiyorlar. sırr-ı ebed olarak gizli kalıyorlar. bu olayın modern adı hapis (`confinement)prensibi. maddenin yapı taşları olanquarkveglüon` isimli kuvantumlar serbest parçacık olarak yaşıyamıyorlar. gözlenebilen çekirdek parçacıkları içinde mahbûs kalıyorlar. içine yerleştirildikleri nötron, proton gibi madde parçacıkları ile lâboratuvarda rahat rahat deney yapılabiliyor. o hâlde aralarında birleşip de bildiğimiz temel parçacıkları oluşturan quark ve glüon'lar nötron, proton, mezon şeklinde âşikâr oluyorlar, yâni gözlemcinin meydanında beliriyorlar.

    buna göre tanıdığımız maddenin atom çekirdekleri arasında doğrudan doğruya gözleyemediğimiz fakat matematik yoluyla kesin olarak tanımlayabildiğimiz gizli bir âlem yatıyor, tıpkı mutasavvıfların gayb âlemi gibi. onun da ardında varlığı çevreleyen deniz gibi vakuum uzayıp gidiyor.

    bunları duyduktan sonra âsaf hâlet çelebî bana hâlâ: "bırak fiziği de aşk ve tasavvuf öğren!" diye ısrâr eder miydi, ne dersiniz?

    teşbih ve istiâre yoluyla modern fiziğin bâzı kavramların, dedelerimizin mevlânâ ve yunus emre'den şeyh galib'e kadar en çok sevdikleri ve işledikleri hayâl ve düşünce dünyâsına bağlamağa çalıştım. acabâ arada sürekli bir geçiş mi var? sanmıyorum. yeni kavramlar eskileri gibi hiçbir zaman kısırlaşmaz. olsa olsa eskirler. yerlerine yenisi gelir. onları güzel kelimelerle, âhenkli vezinlerle değil, matematiğin diliyle ifâde ediyor, doğru yola gidip gitmediğimizi tecrübe ile kontrol ediyoruz. fizik kavramlarına bitmeyen bir canlılık veren iki kaynak bunlardan ibâret; biri tecrübe yoluyla konuşan tabîat'ın kendisi; diğeri ise her gün gelişen ve zenginleşen matematik dili. her iki kaynağı da gürleştiren mekanizma ise insanın araştırma rûhu!

    hakîkatı bulduğunu sanan insana araştırma ne gerek? bu yüzden bence tasavvuf öğrenilir, derinleştirilir, duyulur ama araştırılamaz. diğer taraftan, alanlar teorisi yâni maddenin modern varlık ve yaratılış teorisi her yıl, her ay sayısız araştırıcının biribirlerini tamamlayan gayretleri sâyesinde değişmekte ve gelişmektedir. işte fakülte günlerimin dostu âsaf hâlet! abdüsselâm'ın düşüncesindeki araştırıcı cüppesi senin bana giydirmek istediğin derviş cüppesi değil!

    araştırıcı cüppesi atalarımızı dâimâ korkutmuş. xvi. asrın sonunda kurulan tophâne rasathânesi müdürü takiyyüddin efendi 1577 yılında ilk defa olarak bir kuyruklu yıldızın bilimsel gözlemlerini tamamlamış. plânör prensibi ile üsküdar'a uçan hezârfen ahmed çelebî, roket ve paraşütle inme prensiplerni kavrayıp pâdişâhın önünde yedi kollu fişeğine binen hezârfen lâgarî hasan çelebî... hiçbirinin başladıkları araştırmayı bitirmelerine, buluşlarını ileriki kuşaklara aktarmalarına imkân ve izin verilmemiş. etraflarında sâdece şüphe ve korku yaratmışlar.

    dervişlik cüppesini yalnız erkekler giyermiş. araştırıcı cüppesini, hele üniversitede, erkekler kadar kadınlar da giyiyor. yüzüncü yıldönümünü kutladığımız atatürk, 1933 reformunda üniversiteyi bir süper lise olarak değil, okuduğu harp akademisi'nin bir benzeri olarak değil, fakat araştırma temellerine dayanan dinamik ve çağdaş bir müessese olarak tasarladı.

    o zamandanberi bir türlü sonu gelmeyen reformların, yönetmelik ve tüzüklerin, kendini aramaları içinde, yaratıcı araştırma alevi sönmedi ama hâlâ biraz kısık yanıyor. şüphesiz kadınlı erkekli yeni kuşaklar takiyyüddin efendi'nin kuyruklu yıldızını sımsıkı tutacaklar, bir daha bırakmıyacaklar ve araştırmanın yedi kollu fişeğini sönmeyecek şekilde ateşleyecekler. doğulu musun, batılı mısın sorusuna cevap olarak sinan'ın dâhiyâne sentezini gösterecekler ve tasavvuf'un ince yapılarını denklemlere dökecekler.

    yanlış anlaşılmasın! hiç şüphesiz bugünkü yaratıcı bir bilim adamının tasavvuf'a veyâ başka mistik ilhâmlara ihtiyâcı yoktur. bulduklarını dile getirmek için matematiğin kavram ve yapıları ona yeterlidir. diğer taraftan his kaynakları tasavvuf'a uzanan yazar veyâ şâir de modern fiziğin esrâr ve güzellik dolu teorilerini ve olaylarını duymamışsa, bu, onun evren'i sezişinden, hayât görüşü ve ifâde kudretinden hiçbir şey eksiltmez. ne var ki benim gibi, bâzı doğulu meslekdaşlarım gibi fizikçiler üzerinde çalıştıkları, anladıkları ve ilettikleri bir konuda bâzı olağanüstü kanûn ve fikir yapıları ile karşılaşırlarsa olayların ve mantığın bu nâdir mîmârîsi de bize eski kültürümüzden mîrâs kalan, havasını hâlâ içimize çektiğimiz bir his, hayâl ve müphem düşünce âlemini hatırlatıyor, onun ana hatlarıyla bir uyuşuma giriyorsa, ben derim ki: böyle rezonanslar iç dünyâmızı beklenmedik biçimde zenginleştirir; hayât görüşümüze yeni bir boyut daha katar; san'at ve bilim toplumlarımız arasında yeni köprüler kurabilir.

    hayâl bu ya! belki de bir gün bu üniversiteden yetişen, kültürel mîrâsını içine sindirmiş bir bilim adamı tabiat bilmecesine batılı meslekdaşlarından başka bir açıdan bakacaktır. diğer yönden, genç bir filozof şâirimiz matematik bakımından değil de, kendi düşünce yapısına uyduğu için sezgi yoluyla öğrendiği fizik prensipleri yardımıyla varlığı daha derinden duyacaktır. böyle bir uyarı da onun san'atında mevlânâ'nın, valéry'nin görmeden geçtiği kapıların açılmasını sağlayabilir.

    o güzel günler gelene kadar yeni giysilerime bakar sorarım:

    bu şanlı cüppenin ardında saklanan kimdir?
    hezârfen mi, ya derviş misin, nesin kâfir?

    tekrar cüppeye ve destâra, bu şerefli pâyeye, sabır ve sevgilerinize teşekkürler."

    konuşmanın alındığı kaynak: http://www.ozemre.com/…nt&task=view&id=72&itemid=57
  • türkiyenin ilk kadın kimyacısı remziye hisarın oğlu. 7 nisan 1921 doğumlu, 1992 yılında kaybettiğimiz ünlü fizikçi. robert oppenheimer ve wolfgang ernst pauli gibi ünlü fizikçilerle yakın dostluğu olduğu söylenir.
  • chia-hsiung tze ile birlikte yazdıkları "on the role of division, jordan, and related algebras in particle physics" adlı kitabının önsözünde, ziya paşanin "bir katredir ancak aldigim hep / derya yine durmada lebalep" beyitini ingilizcesiyle birlikte epigraf olarak kullanan fizikçimiz. bu beyit, bilimin sonsuzluğunu en güzel anlatan sözlerden biridir bence.

    ama maalesef kendisi kitabın çıktığını görememiş ve tze şöyle bir not düşmüş:
    " ... those of us who had the good fortune of knowing him, of doing physics with him, will miss his wonderful human qualities, his deep insights, the unique sense of beauty and poetry with which he lived life and pursued physics. to paraphrase what was said about hermann weyl, feza was truly a physicist with the soul of a mathematican with the soul of poet"

    popüler bilim yazılarını, bilim tarihiyle ilgilenenler, şiir sevmemekle övünen mühendisler ve matematikten anlamamakla övünen edebiyatçılar mutlaka okumalıdır; zira bilimin ve şiirin güzelliğini hissettiren yazılardır bunlar.
  • 1947'de imperial college london'da doktora yapmaktayken kimyager annesi remziye hisar'a yazdığı mektupta pek çok doktora öğrencisinin haletiruhiyesini özetlemiş büyük fizikçi:

    "sevgili anneciğim, zannettiğin gibi davetlerde filan değilim. gece gündüz çalışıyorum. hocam prof. jones* ile görüşerek bundan sonra kendi mevzuumda çalışacağımı söyledim. 'pek iyi ama bu benim ihtisasım dışında olduğu için yalnız çalışmak mecburiyetinde kalacaksın,' dedi. ben de olanca kuvvetimle iki senedir üzerinde çalışmak istediğim meselelere takıldım. umumi saha nazariyesi ve elektromagnetik, meson ve elektron sahaları arasındaki münasebetler. yani sırf spekülasyon. bu mevzu üzerinde harıl harıl çalışanlar dirac*, born*, schrödinger*, pauli*, heitler* ve ekolleri. tabii tehlikeli bir vadi. bir sene mühimce bir metod bulamazsam kendimi pratik meselelere vereceğim, iki haftadır hocam 'nasıl ilerliyor mu?' diye sordukça kulaklarıma kadar kızarıyor ve cevap veremiyorum. o da tebessüm ediyor. bu yolda hiçbir şey yapamayacağıma kani. pauli*, fermi*, dirac*yerinde saydıktan sonra ... diye düşünüyor ve delice cüretime gülüyor. bugünlerde bu esas muadeleleri kuaterniyon formalizmine sokmaya çalışıyorum. hocam tensör ve spinör hesapları dururken kuaterniyonların lüzumsuz ve ukalaca olduğuna emin. hakikaten yaptıklarım şimdilik şeklî olmaktan ileri gidemiyor ama hiç olmazsa cambridge philosophical society'nin mecmuasına kabul ettirebilirsem hocama büsbütün vaktimi ziyan etmediğimi gösterir diye ümit ediyorum ... fakat bu defa karar verdim, hocamın istihzasına ve fatin hoca*'nın tazyikine rağmen bir şekil almasını beklemeden elimdekileri cambridge philosophical proceedings'e göndereceğim. canım anneciğim, sen ne dersin? bu ambition'dan vazgeçip de memlekete daha faydalı bir yol mu tutayım? galatasaray'da necati isminde bir çocuk benim için 'daima çok yükseğe nişan aldığı için göreceksiniz bir raté olacak' demişti. fakat raté olduğumu kabul edinceye kadar önümde öyle harikulade bir serap var ki ..."

    kaynak: mehmet erbudak, yitirdiğimiz hocalarımız (2005)
  • türkiyenin herhangi bir sehrinde sokakta her on kisiden dokuzunun hatta onunun ismini duymadigi veya kendisini tanimadigi turk fizik dehasi . lefter'i veya can bartuyu sorsak herhalde en yaslisindan en gencine herkes bilirdi . boyle bir ortamda da bilim veya sanatin urunler vermesini beklemek yanlis olur .
  • feza gursey turkiye'nin yetistirdigi en iyi fizikcilerden birisidir. teorik fizik alaninda dunya bilimine yapmis oldugu katkilar - or: chiral langrangelari - bizi bir turk olarak uluslararasi camiada gururlandirmaktadir. ayrica, yuksek enerji fizigi ve parcacik fizigi cebiri uzerine de iki tane ingilizce kitap yayimlamistir. gosterdigi yolda genc fizikciler olarak devam edilecektir.
  • koskoca memlekette adıyla anılan tek bir lise bile yoktur.

    http://kuantumcartcurt.wordpress.com/…alyan-fizigi/
  • (bkz: kubbeden cüppeye, veya aşk yoluyla fizik) başlıklı konuşmasının özellikle ikinci yarısına istinaden, temel bilimler ile tasavvuf bu kadar mı güzel birleştirilip tasvir edilir helal olsun.
  • türkiye'de sanılanın aksine fizik alanında wigner ödülünü kazanan ilk türk bilimadamıdır.
    fakat siyasi ve aslında magazinel nedenlerden dolayı wigner ödülünü ilk kazananın genelde erdal inönü olduğu zannedilir.
  • bilindigi kadariyla nobel odulune aday olmus tek turktur. turkiye'nin yetistirdigi fizikciler arasinda hep en onde gelmesi kacinilmazdir.
hesabın var mı? giriş yap