• amerika bir ticarethane. amerika'yı şirketler yönetiyor. abd başkanı sadece bir piyon, kukla (reco gibi). arkadakiler ne isterlerse onu yapar, onu söyler. diye boşuna demiyoruz. inanmayan var mıdır hala bunlara? varsa da mağaralarında yaşamaya devam etsinler. food, inc adlı bu belgesel amerikalıların sofrasına konan yemeklerin nasıl üretildiğine odaklanıyor. amerikalıların sofrası dedim diye "bana ne abd'den, amerikalılardan? onca derdim var, bir de amerikalıları mı düşüneceğim?" deme. zira reco gibi başbakanlarımız yüzünden ezelden beridir burası amerikan toprağı. amerikan şirketleri burada fink atıyorlar. allah bilir, bu ülkede ürünlerini nasıl üretiyorlardır? reco kapitalizme boyun eğmeye devam ederse çok geçmeden amerikalılar gibi yürüyemeyecek hale gelebilirsin obezite yüzünden. kuzenimden bilirim. cips yiye yiye göt göbek bağladı ve kendisi daha altıncı sınıfta. bu arada şunu da hatırlatmakta yarar var "amerikalıların derdi beni germedi" diyenler için: reco geçtiğimiz aylarda bu allahsız şirketlere boyun eğdi ve gdo'lu ürünlerin burada da satılmalarının önünü açtı. alenen bizi zehirliyor ama bir kere allah desin, bir de muhammed desin yeter, diğer seçimde oylarımız onun, önemli değil bizi zehirlemesi. tiksinç herifler. sizin yüzünüzden ona oy vermeyenler de zehirleniyorlar, cehennemde trilyon yıl yanasıcalar. çok uzatmayayım. demem o ki reco yüzünden bu sadece parayı önemseyen, allahsız, ahlaksız, namussuz, vicdansız şirketler ülkemizde fink atıyorlar ve bizleri zehirliyorlar. yakında amerikalılar gibi oluruz herhalde. gıdısı iki metre, boynu gözükmeyen, kalçası hiçbir yere sığmayan, göğüsleri kadın göğsü gibi hoplayıp duran, iki adım atınca nefes almakta zorlanan insanlar... bir bilgi vereyim: ülkemizde tarım öldü. tarımı öldüren reco'dur. yabancı şirketler (aslında bunun yerine abd diyebiliriz) emir verdiler bizimkine, abd'de yasalar hazırladılar ve reco'ya verdiler. reco da emri yerine getirdi her zamanki gibi. tarım öldü. tarım ölünce tarımla uğraşan onca insan işsiz kaldı. topraklar ise bu allahsız yabancılara satıldı. tarım ölünce ihtiyaçlar dışarıdan temin edilmeye başlandı. örneğin saman mı lazım, dışarıdan al. hayvan mı lazım, dışarıdan al. peki dışarıdaki samanlara, hayvanlara ne derece güvenebiliriz? bir döngü var ortada. tarımı öldür-kendine muhtaç et-ürünlerini her zamankinden daha yüksek fiyata sat-oradaki halkı zehirle...

    dönelim bu belgesele. başlıklar altında gerçekler anlatılsa da dağınık olduğu her halinden belli oluyor. tabi ki kurgunun dağınık olması önemini azaltmıyor ama diğer şekilde daha etkileyici olabilir, söylediklerini daha güçlü bir şekilde söyleyebilirdi. film (belgesel bu demez birisi umarım. zira belgeseller de filmdir) dağınık, bunun da nedeni anlatılacak çok şeyin olması. geçmişten günümüze gıda sektörünün gelişimi, gıda davaları, gıdaların zararları, bu şirketlere karşı çıkanların hikayeleri, şirketlerin allahsızlıkları derken hikaye dağılıyor. değinmek, irdelemek istedikleri çok şey var ve 90 dakikada bunların tamamına değinmeye çabalıyorlar, haliyle kalite de düşüyor. ama bu çok da önemli değil. önemli olan insanların gözlerini açabilmesi, bir farkındalık yaratabilmesi. bir de filmi pringless yiyerek izleyenler var mıdır, merak ettim birden. neyse. önemli bir film neticede. bak, yukarıda abd'yi şirketler yönetiyor demiştim (bir ekonomik tetikçinin itirafları adlı kitapta bu "rejim"e "şirketokrasi" denmiş). filmin bir yerinde bush ve clinton dönemlerinde beyaz saray'daki bir kaç isim örnek veriliyor. bu kişiler aynı zamanda bu allahsız şirketlerde çok önemli pozisyonlarda bulunuyorlardı. yani şirketler beyaz saray'a, ülkenin yönetildiği mekana adamlarını sokmayı başarıyorlar. zaten başkanlar da dediğim gibi kukla, hiçbir şey yapamazlar. yapmaya yeltenirlerse anında bir suikastla ortadan kaldırılırlar. böyle bir ülkede amerikan halkının az bir kesimi bu kurulu düzene savaş açıyor ama meteliğe kurşun atacak hale gelince bu savaş da sona eriyor. yani amerikalıların işleri çooookkk zor. ama bizim değil. bu iktidardan kurtulabilirsek topraklarımız, sularımız vs daha fazla ele geçmeden tekrar bizim olabilirler. ama uyumaya devam edersek "bu yılan bana dokunmaz, o yüzden bin yıl yaşasa da sorun değil benim için" diyenler dahi bu yılandan etkilenecekler olumsuz anlamda.

    food, inc.'i izlemek gerek. izledikten sonra üzerine bolca düşünmek gerek ve ilk fırsatta gidip bu allahsız şirketlere destek vermemek gerek. kısacası bilinçlenmeli, bu tür şeylerin farkında olunmalı. eksikleri gedikleri olsa da epey önemli bir belgesel bu.
  • (bkz: tyson), (bkz: cargill), (bkz: monsanto) ve fast food zincirleri.

    çiğ sebzenin, bir hamburgerden daha pahalı olduğunu gösteren belgeseldir. işçi sınıfı bir ailenin günlük yaşamına da odaklanmıştı bu belgesel. süpermarkete gittiklerinde lahana, domates vb. ürünleri alamıyorlardı. çünkü yanlış hatırlamıyorsam bir lahananın üzerinde 3,95$ etiket vardı. aile üyeleri boynu bükük ayrılıyorlardı marketten. üzücü bir sahneydi. çünkü sebze almaya paraları yetmiyordu. süpermarketten çıkıp 0,95$'a hamburger yiyebiliyorlardı.

    tamamen karanlıkta yetiştirilen tavuklar. genetiği ile oynanmış tüysüz tavuklar. büyük baş çiftliklerinin mikrop yuvası durumu. insanın tüylerini ürpertiyor.
  • abd’deki gıda endüstrisinin iç yüzünü ortaya çıkarma kaygısıyla hazırlanan ve “fabrika çiftlik”lerde (factory farm) hayvanların ne şartlarda yetiştirildiğinden endüstrinin sadece birkaç şirketin kontrolünde olmasına dek konunun pek çok farklı boyutunu gözler önüne seren 2008 yapımı önemli bir belgesel.

    süpermarketlerde ya da fast-food zincirlerinde satın aldıkları yiyeceklerin nereden geldiğini sorgulamak isteyen insanların özellikle ilgisini çekecek olan bu yapımı, bu yönüyle super size me ile aynı kategoride değerlendirmek de mümkün.

    food, inc.’in sadece tavuk sektörü hakkında ortaya koyduğu gerçekler, resmin geri kalan kısmı hakkında da fikir verebilecek mahiyette olduğundan, konunun diğer detaylarına değinmeden, sadece belgeselde tavuk sektörü hakkında verilen birkaç önemli bilgiyi özetleyerek film hakkında bir çerçeve çizmek mümkün:

    abd’de gıda endüstrisinin az sayıdaki devi, çok sayıdaki tavuk yetiştiricisi şirket ile kontratlı olarak çalışıyor. bu nisbeten küçük şirketler, kimi zaman takriben bir futbol sahası büyüklüğünde olan kapalı alanlarda (ya da fabrika çiftliklerde) birbirleriyle tamamen aynı şekilde üretim yapıyorlar. bu tektipleştirmenin birkaç nedeni var.

    herşeyden önce, yetiştirilen tavukların tamamen aynı boyda ve büyüklükte olması ve bu sayede makineler tarafından kolaylıkla seri bir şekilde öldürülüp parçalanabilmeleri isteniyor. dahası, tavuklar doğa şartlarında birkaç ayda varabilecekleri büyüklüğe fabrika çiftliklerde kullanılan teknikler sayesinde sadece 45 günde ulaşıyorlar. karlılığı artırma amacıyla gerçekleştirilen bir diğer uygulama ise, göğüslerinin daha büyük olması istenen tavukların genleriyle oynanması.

    ancak bu ve benzeri uygulamalar doğal olarak belli problemleri de beraberinde getiriyor. diğer fabrika çiftliklerde olduğu gibi tavuk çiftliklerinde de hayvanlar dar bir alanda, güneş görmeden ve sağlıkları bozulmuş bir şekilde yaşıyorlar. hatta tavukların bir kısmı bu 45 günü sağ olarak tamamlayamadan ölüyor – ki bu da sağ kalmayı başararak üretim bandına giren tavukların önemli bir kısmının da ölmeye yakın bir durumda olduğunu ima ediyor. ancak kamu sağlığı, hayvanlara eziyet, tekelleşme ve çevre gibi çok sayıda farklı ve önemli boyutta incelenebilecek olan bu problemli işleyiş, gıda devlerinin sistemli olarak yürüttükleri lobicilik faaliyetleri nedeniyle çok fazla gündeme gelmiyor. hatta yine belgeselde verilen bilgilere göre, söz konusu lobicilik faaliyetleri, küçük işletmecileri zor durumda bırakan ve neticede iflasa sürükleyen kimi kanunların çıkması yönündeki çalışmalar da içeriyor. bu çerçevede, sadece kırmızı ya da beyaz etlerin değil, abd’deki süpermarketlerde satışa sunulan ürünlerin neredeyse tamamının (çok sayıdaki farklı marka adıyla sunuluyor olmalarına rağmen) aslında sadece altı şirket tarafından arz edildiği bilgisine de yer veren belgesel, konunun aslında gıda endüstrisinin çok ötesinde boyutlar içerdiğini ve bu nedenle de sosyal, politik ve ekonomik alanlarda daha geniş bir şekilde sorgulanmayı hak ettiğini ortaya çıkarıyor.

    belgesel hakkında daha detaylı bilgi için bkz.: http://en.wikipedia.org/wiki/food,_inc.

    tema:
    (bkz: popüler kültür /@derinsular)
  • izledikten sonra bir daha burger king'te tavuğa dair hiç bir şey yemediğim belgesel. ama ayı gibi big king yiyorum kırmızı eti bundan sağlıklıymış gibi.
    kafaya bak anasını satayım ya. bağımlılık derken bundan bahsediyorlar dimi.
  • kümeste bayırda büyüttüğü tavukları açıkhavada keyifle kesen, gözlüklü amcanın bölümü favorim. kendisi baya güzel ifade ediyor: bir grup şirket hayvanata şu muameleyi reva görüyorsa, müşterisine onları gönül rahatlığıyla satabiliyorsa, ucuz olduğu için alakalı alakasız tüm hayvanları mısırla beslemeye çalışıyor, kar etmek amacıyla boktan gıdaları yoktan var ediyor ise; bu durum bizi daha kapsamlı düşündürsün. o şirketler elbette ucuz iş gücü için insan haklarını hiçe sayacak, buna sessiz kalan devlet aygıtının başka mevzularda eşitlikçi, demokrat ya da çevreye duyarlı olması beklenebilir mi.
  • adını duymuş olsam da ilk defa dün izlediğim belgesel. gıda sektörünün oligopol yapısı (girdilerde neredeyse monopol) ile her yönden tüketicileri sarışı ve fiyatını kendi belirlediği ürünlere mahkum edişinin yanı sıra sektörün (abd'de ya da herhangi bir yerde) canlı sağlığı ve refahını hiçe sayan üretim özelliklerini tanıtmak açısından izlenmesi gereken bir belgeseldir. bilmeyenler görmeli, izlemeli derim.

    örneğin: 1) yaz - kış domates, biber, patlıcan tüketirken 20 yıl önce bu niye böyle değildi diye düşünmeyenler izlemeli. 2) bizim hayvanı nereden alıp - nerede kestiğini bildiğimiz mahalle kasaplarına ne oluyor demeyenler izlemeli. 3) maddi durumu yeterliyken (bakın yeterliyken diyorum) "ucuz iyidir" sloganına gıda sektöründe bile kaptıranlar izlemeli. 4) dünyada üretilen her türlü hazır ürünün içinde "mısır" ya da "soya fasulyesi"nden üretilmiş katkı maddelerinin ağırlık olarak bulunduğunu ve bu ürünlerin besleyicilikten çok kalori yükleme işlevine sahip olduğunu bilmeyenler izlemeli.

    peki kimler izlese sorunu derinleştirmekten öteye gidilmez? örneğin 1) organik üretimin ürün değil üretim süreci ile ilgili bir sertifikasyon işlemini içerdiğini bilmeyenler. 2) organik üretimin aynı zamanda üçüncü dünyada işgücü/emeğe saldırı için kurgulanmış bir adet "batı" icadı olduğundan şüphelenmeyenler (bakın emin olanlar demiyorum). 3) bu anlatılanların sadece abd için geçerli olduğunu sanıp "sebze yerine hamburgerle doyurmak zorunda kaldığı çocuklarıyla" orta altı "çalışan" sınıfın bizim için uzak bir rüya olduğunu sananlar. 4) "büyüyen nüfusun" "büyüyen ülke" anlamına geldiğinden emin olanlar. 5) kötülenen zincirlerin (bkz: mcdonalds)(bkz: burger king)(bkz: v.s.) kazananının sadece abd'deki ilk patronlar olduğunu sananlar.

    özetleyecek olursak: bilinçlenmek için iyidir. yeni bir şeylere inanmak için ise gereksizdir. modern toplumda köy hayatını sürdüremediğiniz müddetçe yapabileceğiniz en iyi şey gıda endüstrisini doğru düzgün regüle etmektir. bunun için de gıda endüstrisi nasıl parlementolara adam sokuyorsa, sizin de ya da bizim de sokmamız gereklidir. bu durum anlaşılacağı üzere birincil olan gıda endüstrisi için ve üzerinde yaşadığımız toprakların sürdürülebilirliği için önem arz eden her türlü sektör için gereklidir.
  • dev gibi konuyu kuş etmiş zayıf bir belgesel.

    ancak dikkat çektiği nokta mühim o nedenle izlenmesini tavsiye ediyorum. yani bu da belgesel ama lezzetli değil, ancak amatörü eğlendirir. journey to the edge of the universe izlemiş insana man on wire izlemiş insana into the abyss izlemiş insana through the wormhole serisini izlemiş insana bunu belgesel diye izletmemek lazım.

    bu endüstriyel belgesellerin sorunu 45 dakikada konsantre bilgi verme çabaları bana sorarsanız. koskoca discovery'nin köpeklere fısıldayan adama teslim olduğu dönemde buna sebep olan şeyin ne olduğunu düşünmek lazım. genel kitleye hitap etme mecburiyeti olan belgesel kanallarının seviyeyi müşterek kullanılabilecek yükseklikte tutması kimi gerçek bilgi meraklılarını doyurucu belgesellere aç bırakıyor ne yazık ki.

    öte yandan iyi bir belgesel üretmek için çok yetenekli insanlara ihtiyaç var bu da bir gerçek. neredeyse bilimsel makale değerinde olan iyi belgeselleri üretecek yeterli sayıda belgeselci yok ne yazık ki. yüksek kalitede belgesel üretebilecek insanların belgeselci olmak yerine akademisyen olmayı tercih ettiğini görüyoruz. bu da çok yanlış değil elbette.

    iyi bir belgesel bence nasıl olmalı onu da özetlemek isterim hazır siz okumayı bırakmışken.
    iyi bir belgesel süre kısıtlaması olmadan ele aldığı konunun tüm detaylarını güncel bilimsel yayınlara dayandırarak sabırla anlatmalıdır. olguyu tüm yönleriyle sonuna kadar şüpheci bir bakış açısıyla değerlendirmeli en uzman kişilerin görüşleriyle içeriği zenginleştirmelidir. izleyiciyi zorlamalı bağlantıları izleyicinin kendisinin kurmadına izin vermelidir. yönlendirici değil açıklayıcı olmalıdır.

    bugün yaygın belgesel kanallarında olduğu gibi bilginin hazmedilmiş posasını değil ham haliyle gerçeği önümüze koymalıdır. sindirme kısmı mutlaka izleyiciye bırakılmalıdır.

    doğa belgeselleri kesinlikle kurgusal olmamalı eğer kurgusalsa da bunun belgeselin başında izleyen kişiye belirtilmesi zorunluluğu getirilmelidir. ultimate survival gibi şaklabanlıkların önü bu yolla kesilmelidir. gerçek belgesel severlerin aksiyona değil bilginin kendisine ehemmiyet verdiği gerçeği gözardı edilmemelidir.

    he ben burada götümü yırttım ama history dışında iyi bir belgesel kanalı çıkması dünyadan çok düşük bir ihtimal bunun farkındayım. iyi bir belgeseli finanse edebilecek kaynaklar belli onu tüketmek isteyecek insan sayısı belli. belgesel severler böbreklerini de satsa bir nat geo imkanlarına sahip kuruluş üretemeyecekler.

    yani asıl sorun kaliteli belgeselleri finanse edebilecek kadar büyümüş medya kuruluşlarının hayatta kalmak için genele hitap etmek zorunda olacak olmaları. bunun yarattığı kısır döngü rahatsız edici gerçekten.

    ancak bu demek değil ki kaliteli belgeseller hiç yapılamayacak. elbette zaman zaman nat geo da discovery de bağımsız yönetmenler de iyi işler ortaya koyacaklar. sadece söylemek zorundayım ki devasa kaynakların hurda araba şovlarına (ki bunlara da belgesel diyorlar ne acı) aktarılmasına gönlüm razı değil. söyleyeyim ki tarafım belli olsun.

    bir belgeselin ilk amacı ürün olmak olmamalı anasını satayım.
    içinde güçlü bir ideal barındırmayan belgesel mi olur yavşaklar.

    öte yandan tüm bu pisliğin yanında nhk diye bir kanal var ki işte ben onun duruluğuna hayranım. az kaynakla çok büyük belgesellerin üreticisi bu kanal idealin ve sadeliğin gerçeklik vurgusuyla neler yapabileceğinin güçlü kanıtıdır. bbc ve nhk çarkları bozuk bu belgesel üretimi makinesinin nadide iki değeridir.

    ikisinin de gözlerinden öpüyorum.

    ps;
    bu da sonuna kadar okuyanlara hediye
    başka bir belgesel
  • bahçesinde sebze yetiştirip organik beslendiğini sananlara tokat gibi çarpacak bir belgesel.

    gıda sektörünün geldiğini durumu gösteren içten yapım.
  • hazır gıda ve fast food dünyasının iç yüzünü gösteren başarılı belgesel.
  • son bölüme kadar harika ilerleyen belgesel. o değil de 5 hamburger, 2 tavuklu sandwich, 2 küçük kola 1 adet büyük boy içecek için 11 dolar fiyat çıktı ya lan. 1 dolar daha verse jumbosunu alacaktı adam. ayrıca küçük diye gösterdiği hamburger bizdeki standart hamburger. adam da haklı bi yerde. hamburger almasam yemek yapmak için beş katını harcayacaktım diyor. markete gidip yarım kilo sebze alamadılar o paraya. vay anasını.
hesabın var mı? giriş yap