• terkedilen yuva

    yaşadığım şehirde kışlar uzun sürer, yazlar ise nisbeten kısa. doğa buna adapte olmuştur. çiçekler geç açar. yılanların kış uykuları uzundur. bazan hiç uyanmazlar. kuşların göçü de mevsimlerin devinimine parelel bir seyir izler. kanada kazları güneyden kış daha bitmeden gelmeye başlarlar ve ilk iş olarak, geçen sonbahar’da terkettikleri yuvalarını tamir ederler. onu çiftleşip, dişinin yumurtlaması izler. kırlangıçlar da öyledir... her sene güneyden hicret ederler. yumurtadan çıkan ilk sivrisineklerle beraber göçlerini tamamlayan ilk kırlangıçlar yöreye ulaşır ve hemen kendilerine çamurdan bir yuva yaparak içine yerleşirler. yuvalarına çok düşkündür, kırlangıçlar. çoğu kere her ilkbahar başında aynı yuvaya dönerler ve kışın tahribatını tamir ettikten sonra yuvayı yeni nesil kırlangıç yetiştirmek üzere, hazır hale getirirler. kısa bir süre sonra 2-4 arası yumurta yumurtlayıp, kuluçkaya yatarlar. oldukça ilginçtir, kırlangıçları uzaktan izlemek. sivri sineklerin peşinde havada akrobatik hareketler yaparlar. çok çevik ve hızlıdırlar. yuva yapmak için neden bazı yerleri diğerlerine yeğlerler, bilinmez. ama genel olarak yüksek çatılı, önü açık binalarda, köşelere yuva yapmayı yeğlerler.

    benim garajın yan kapısı yüksek tavanlı değildir ama, önü açıktır. bir sabah baktım bir kırlangıç çifti çatının köşesine çamurdan bir yuva yapmaya çalısıyor. hayır dedim, kendi kendime.. buna izin veremem. sürekli kullandığım bir kapının tepesine çamurdan bir yuva yapamazsınız. hem görünüşü çirkin, hem de elimi uzatsam, yuvanın içindeyim. hiç uygun bir yer değil. uçun, gidin başka yerlere, binalara bakın. burası size göre değil, dedim ve daha yeni yapılmaya başlanmış çamur yuvayı yıktım. akşam döndüğümde yuva yeniden yapılmış ve nerdeyse tamamlanmıştı. sinirlendim ve öfke ile yuvayı tekrar yıktım. yuvanın başka yerde yapılması için başka ne yapabilirdim? kırlangıçlara karşı değildim elbette. ama garajın yan kapısı bence, bir kırlangıç yuvası için hiç de uygun bir yer değildi. bir kırlangıç olmadığım gibi, bu konuda bir kırlangıç kadar otorite de değildim ama, yine de benim gözümde kırlangıçların bu atılımı mantıklı bir kırlangıçsal etkinlik gibi durmuyordu. ben yuvayı bir kere daha yıkarken dişi kırlangıç garajın önünde havada tur atıp, duruyordu. bir ara tepeme dalışlar yaptığını bile hissettim. bana çok kızmış olmalıydı. o akşam daha fazla bir itirazla karşılaşmadım ve kapıdan geçerek eve girdim.

    ertesi sabah işe gitmek üzere garaja girecekken, baktım bizim kırlangıçlar yine aynı yere çamurdan bir yuva yapmakla meşguller.görünüşe göre sabahın erken bir saatinde yuvayı yapmaya başlamışlar. evin hemen arkasındaki gölden getirdikleri çamuru büyük bir ustalıkla işleyerek, bir gün içinde mükemmel bir yuva yapabiliyorlar. buna hayran kalmamaya olanak yok. tam elimle yuvayı tekrar yıkmak üzere iken, dişi kırlangıcın garajın önündeki beton yola konduğunu ve kanatları ile dövünerek, üzüntü ve düş kırıklıgını çok acıklı bir şekilde belirttiğini farkettim. hemen durup düşündüm.

    evet, kesin olarak bir kırlangıç değildim ve onlar gibi ya da onlar hesabına düşünüp, davranamazdım. bu hem onlara, hem de kendime haksızlık etmek olurdu. yuvayı yıkmaktan vazgeçtim. bana göre hiç de uygun olmayan bir yerdi ama, ben kimdim ki? bana mı soracaklardı kırlangıçlar, yuvalarını nerede yapıp, yaşamlarını nerede geçireceklerini? istedikleri yere yuva yapmak onların doğal hakkı değil miydi? ben buna müdahale etmemeliydim. hatamı anladım ve yuvayı yıkmaktan vazgeçtim. akşam eve döndüğümde yuva tamamlanmıştı.... garajın yan kapısını o yaz için battal ettim ve garaja ya arka kapıdan, ya da ana kapıdan girip çıkmaya başladım. garajı kullanmak biraz zor oluyordu ama, kırlangıçları mutlu ettiğim için bu zorluğa katlanmaya çoktan razı olmuştum.

    aradan birkaç gün geçti geçmedi, yuvada önce bir, derken iki ve üç yumurta belirdi. kırlangıçlar sürekli olarak kuluçkaya yatıyorlardı. bir süre sonra ilk yavru kırlangıç yumurtadan çıktı. simsiyah birşeydi. onu diğerleri izledi.

    kırlangıçlar bu garip yeri çok beğenmişlerdi. her sene nisan sonlarına doğru gelirler, sağını solunu tamir ederler ve kuluçkaya yatarlardı. her yaz, duruma göre, iki veya üç kırlangıcımız olurdu. yavru kırlangıçlar hızla büyürler ve anne ve babalarının nezaretinde uçmayı ve sivri sinek avlamayı öğrenirlerdi. yaz sonunda, sonbahar gelmek üzere iken, hep birlikte güneye doğru uçup giderlerdi.garaj yan kapısını ben yazları kullanmazdım. bundan yakınmadığım gibi, hoşlanmaya bile başlamıştım.. kırlangıçlar sanki bana ait yaratıklardı. ailemin bir parçası olmuşlardı. kışın özlerdim onları ve nerede olduklarını merak ederdim. her yaz başı dönerler ve beni merak ve endişeden kurtarırlardı.

    bir yaz başında yine aynı çift güneyden döndü ve dişi yuvaya dört yumurta yumurtladı. şimdiye kadar hep üç yumurta yumurtlamıştı. neden dörde gereksinim duydu diye düşündüğümü hatırlıyorum. bildikleri birşey olmalıydı. kırlangıç değildim ki ben.. nerden bilecektim.. bir süre sonra nedenini anladım. o sene sivrisinek boldu. ilk bahar çok yağmurlu geçmiş ve yöre oldukca sulak bir yaza girmeye başlamıştı. bizimkiler bundan yararlanarak, bir yavru daha büyütmek istemiş olabilirlerdi.

    ancak hiç beklenmedik bir sorunla karşılaştılar. yuva küçüktü. dört yavruyu birden barındırması zordu. nitekim bir süre sonra birinin yuvadan atıldığını farkettim. en küçük ve sıskaları kardeşleri tarafından kendilerine yer açılması için yuvadan atılmıştı. bir büyükbaba olarak buna izin veremezdim. hemen yavruyu yuvaya geri koydum. ertesi sabah yine aynı yavrunun yere düşmüş olduğunu farkettim. tekrar yuvaya koydum. kardeşleri onu bir daha yuvadan atmadılar. sanırım bu arada cılız yavru da biraz büyümüş ve güçlenmişti. kardeşleri onu artık iterek yuvadan atamıyorlardı. sonunda dört kırlangıç da, gelişti, büyüdü ve yuvayı terkeketti.

    yaz ortalarına gelinmişti. artık garaja yan kapıdan girip çıkabiliyordum. yuva boştu ve normal koşullarda kırlangıç çifti tarafndan işgal edilmiyordu. yuva, yalnız yavru çıkarmak içindi. yoksa kırlangıçlar geceyi ağaçlarda geçiriyorlardı.

    bir sabah garaja yan kapıdan girerken, baktım yuvada bir yumurta var. şaşırdım. bizimkiler ikinci bir kuluçkaya mı karar vermişlerdi? iki gün içinde yuvada iki yumurta daha belirdi ve ikinci kuluçka dönemi başladı. ben durumu uzaktan, merak ve endişe içinde izliyordum. yaz hızla tükeniyordu. kırlangıçlar bu yavruları ne zaman büyütüp, eğitecekler ve yanlarına alıp, güneye götüreceklerdi? yine de yumurtadan çıkan yavrulara büyük bir itina ile bakıyorlar ve onları iyi besliyorlardı. yavrular da hızla büyüyorlardı. bir iki hafta içinde iyice palazlanmışlardı. içimden becerecekler galiba dedim ve onları tebrik bile ettim.

    bir ara üç günlüğüne kısa bir seyahate çıktım. döndüğümde beni perişan eden acı bir manzara ile karşılaştım. kırlangıç çifti, hızla yaklaşmakta olan sonbahara yakalanmamak için, diğer yavruları ile birlikte yöreyi terketmişlerdi. içgüdüleri onlara hemen, daha fazla vakit kaybetmeden, güneye göçmeleri gerektiğini emretmişti. içgüdülerine karşı gelemezlerdi. mantıkları içgüdüleri kadar güçlü değildi, onların. yuvayı, içinde üç yavru ile birlikte terketmişler ve güneye uçmuşlardı..yavrular yuvada cansız yatıyorlardı. durumlarından şikayetci olduklarına dair en ufak belirti yoktu.tüylenmiş olmalarına rağmen yuvadan ayrılıp, kendi başlarının çaresine bakmayı düşünmemişlerdi. üçü de kısa ömürlerini yuvada, yumurtadan çıktıkları küçük köşede gecirmişler ve hiç yakınmadan, orada açlıktan ölmüşlerdi. bu acıklı manzara karşısında kendimi zor toparladım. gözlerimden akan yaşları durduramıyordum. itina ile cesetleri yuvadan aldım ve bahçenin bir köşesine gömdüm. yuvaya dokunmadım. nasıl olsa gelecek yaz başında kırlangıç çifti yuvaya tekarar döner ve bu keresinde daha dikkatli olurlar diye düşünüyordum.

    yanılmışım.... yıllarca aynı yuvayı kullanan çift, yuvaya bir daha geri dönmedi. nedenini bilmeme olanak yok. ben kimim ki? nerden bileceğim neden bir daha geri dönmediklerini. onlarla ilgili bildiğim hemen her şeyin yanlış olduğunu çoktan kabul etmiştim. belki de trajik koşullar altında terke zorlandıkları yuvaya dönmeyi kırlangıç ahlakı ve gelenekleri ile bağdaştıramadılar.. insan olsalardı, yavruları ile ilgili anıları tekrar yaşamamak için geri dönmediler, derdim. yalnız insanlar mı trajik koşullar altında, ellerinde olmayan nedenlerden dolayı kaybettikleri yavrularının anısından etkilenen ve onların ardından matem tutan?
  • duruyordu beyaz kız...
    savruk, umarsız, doğrusunu söylemek gerekirse çokça kaybolmuş.
    toplaması gereken bir evi, saçları, kafası, anıları, hayalleri vardı.
    uzunca bir süredir dağınıktı bunlar ve aslında dağınıklıktan hiç hoşlanmıyordu.
    bir kara oğlan,
    bu dağınıklığın üstünde kendine bir taht kuruyordu.

    not: 24.12.2017'de yazılmıştı devam edilecek.
  • nişasta

    geri sayımın başlayacağı an için de mi geri sayıyordu ne.

    10'dan geri saymaya başlayacaktı meydanı dolduran kalabalık birazdan.

    gerçek olmamasını diliyordum içimden ama gerçekti işte. adam bildiğin ''ooooon'' diye başlayacak geri sayımın başlayacağı ânı kaçırmamak için de geri sayıyordu içinden. sesli saymasa da hareket eden dudaklarında sayıları okumak zor değildi.
    tanışalı 1 sene olmamıştı. ilk yılbaşı anımız ân be ân yazılmaya başlamıştı ve ortak anı havuzumuzda biriktireceğimiz hatıraların içinde önemli bir başlıkla anılmaya namzetti şimdiden.
    pişman olacağımı bildiğim halde gelmiştim işte. asla tam bir yetişkin olamacağını kanıtlayan o çocuksu hevesi fark etmemek mümkün değildi gözbebeklerinde. istisnasız tüm erkeklerin gasp etmek suretiyle edindiği ve sorumsuzca kullandığı bir ayrıcalıktı bu olgunlaşmamışlık.
    hayır desem surat asacaktı. şımarıkça küsecekti ama ''yooo küsmedim ya'' diyecekti. sinir bozucu bu soğuk savaş sürecini yaşamaktansa saat kulesinin önünde birikmiş ve son 6-7 saat boyunca kendini alkolle marine etmiş mayalı kalabalığa dahil olmayı yeğlemiştim. nişastaydım o an ben.. sevgilim gözlerimin önünde cıvıyordu. ve benim biraz mecburiyetten ve kaçınılmaz olarak da biraz da seçeneksizlikten mütevellit üstlendiğim mühim bir görevim vardı artık. yaşasındı. zorunlu gönüllüydüm, tanrım!!! alkolle seyrelmiş erkek arkadaşımın sulu kıvamını koyulaştıracak, kıvam arttırıcıydım ben. süreci çabucak gözden geçirdim. sızana kadar kim bilir kaç saat daha nişasta olacaktım.

    hava çok soğuktu bi de. çabucak üşüyen ve üşümekten hiç hazzetmeyen bir kadınım ben acaba ufak ufak zıplasam...
    ısınmama faydası olacağına kendimi ikna etmem saniye sürmemiştir vallahi. gel gelelim ilk hamlem başlamadan bitti ve botlarım gerisin geri asfalta yapıştı. koluma asılmıştı ve "hadiii! ''çok az kaldı. başlamak üzere!" derken biraz daha sertçe çekiştirdi kolumu.
    tarihi saat kulesindeki akrep ve yelkovanı takip eden kimse yoktu sanırım. tüm gözler meydana kurulmuş devasa led ekrana kilitlenmiş haldeyken, milattan sonraki 2018inci yıl başlamak üzereydi.

    bir yandan kolumu kurtarmaya çalışırken bir yandan gerilmiş yüzüne baktım göz ucuyla. coşku mu desem ne desem bilemedim. bildiğin deforme olmuştu, yanlara doğru gerilen yüzüne mi hayret etsem. ağzını edepsizce açışına mı kilitlensem. aynı kara delik benim ağzım olsa rakamla bile 10 diyemezdim sanırım. tanrım bir kadının oral davetkârlığı gibiydi ağzının şekli. gülünçtü bana göre. benim yüzümde gülünç durmayacağına kalıbımı basarım ama...seksi bir davetkârlık ifadesi olurdu kadında bu delik.

    kolumu nihayet bana iade etti ve ellerini var gücüyle havaya uzatarak zıpladı. bunun anlamı şuydu; 10'dan geri saymaya başlanacak an için kendi içindeki geri sayımı bitmişti.
    zıplamasıyla ''şimdiiiiii'' diye bağırması bir oldu..

    ''şimdiiii!''
    ayakları yere değer değmez meydanı dolduran kalabalıkla beraber haykırdı.

    ooooooon!
    herkes on derken ben aaahh! dedim ama nafile. ben bile duyamadım sesimi doğrusu. ağzımdan çıkan o ahhh! evde bıraktığım viski şişesini hatırlayışımla başlayan pişmanlığın dile gelişiydi. viskiye ağıt ahhhhh! ile başlamıştı. ahhhh! keşke viskiyi yanıma alsaydım diyecektim ki;

    ''dokuuuuuuuz!
    aradaki bir saniyelik zamanda konuşmaya çalışmak anlamsızdı. anlamıştım..

    "sekiiiiiz!" sinmiştim artık...

    "yediiii!" 3 saniye bile sürmemişti pes etmem...

    "altııı!"
    "şimdi"den başlayıp geriye doğru sayıyordu herkes. bir önceki sayıyı her söylediklerinde 1 saniye eksiliyordu zaman.

    ''beeeeş!"
    geleceğe ait bir âna geri geri ilerliyorduk.

    "dörrttt!"
    pasifik'te bir adada olsam kabaca 12 saat geçmiş olacaktı burdaki şimdinin üzerinden.

    ''üüüüüç!''
    tüm gezegen aynı anı farklı zamanlarda yaşıyordu.

    ''ikiiiiiiiii!''
    başlangıç için iki saniye daha geri gidecektik şimdiden itibaren.

    ''biiiiiiiiiiiir!''
    eeee dedim ben o an.. içimden dedim ama bu sefer. bazı tecrübelerden ders almak için 10 sn yeterliymiş demek dedim, ama yine içimden.. şimdi sıfırdan mı başlatıcaz zamanı...

    ''biiir!'' haykırışından sonra bi şey çekti dikkatimi ... kimileri ''sıfııııır'' diye bağırarak devam etti. sanırım yeni seneye sıfırdan geriye sayarak milat öncesi muamelesi yapmak niyetindeydiler. ve 2019 yılı şimdiden bir sene geride kalmıştı bile.

    ya da sıfır- bir - iki - üç diye saymak suretiyle geri sayım başlangıcına ulaşana kadar düz saymaya devam edeceklerdi. sonra geleceğe ait bir yılı başlatmak için yine ileri doğru saymayı bırakıp, şimdi ânından geri geri sayarak gelecekteki bi ânın başlangıcını, şimdi dedikleri bir anda geride bırakacaklardı.

    zıplamayı ihmal ettiğim için kendime kızdım. düşünmek ısıtmıyordu demek.
    evdeki viski şişesine kavuşmak 2018 yılının ilk dakikalarındaki yegane ve öncelikli tek hedefimdi.

    kim çocuğuna baki adını verirdi ki bir yandan. ismiyle seslenemediğim bir sevgilim vardı. hayır eksik oldu aslında. ismiyle seslenemediğim cıvık bir sevgilim vardı. sıfır ânında verdiğim bir karar ile ben rakamları sona doğru ilerlemek için kullanarak, baki'yi sonsuzluğa uğurlayacaktım. 2018 yılının ilk gününde, eve girmeden hemen önce karşıma çıkan ilk bakkaldan bir paket nişasta aldım ve anlamına o an sadece benim vakıf olabileceğim o nişasta paketini birazcık da gösterişli bir edayla hediye ettim eski erkek arkadaşıma. yeni yıl hediyesine ''bakakalanbaki'' anlara doğru geri saya dursun ben evdeki viski şişesine doğru hızla ilerlerken yavaşlayan zamanı hiç umursamadım...
    sonra ne mi oldu. ne olacaktı ki? içim ısındı yahuuu...
  • gözlerini aynaya dikmiş bakıyordu genç adam. besbelli çirkindi. aksini idda etmemişti hiç bir zaman aslında, ama bazen daha çok hissediyordu . içinde bir şey acıyordu bazen. tanıyordu bu acıyı artık. geçeceğini bildiği ama insanın geçmesini istemediği türden bir acıydı bu. gözlerinin içine baktı uzun uzun. sorgulayacak bir şey bulamadı. insanın değiştiremediği şeyler vardı öğrenmişti artık. babasını daha iyi anlıyordu bu ara. zaten bir insan babasını daha iyi anladığını hissediyorsa canını sıkan bir şey var demektir.. gözleri aşağıya kaydı sağ kolundaki tek ve sarı bilekliğe takıldı. .. film şeridi gibi geçti.. 14.04.2001.. karaborsacı abi bagiriyor.. maça bilet.maça bilet. maça bilet... bilet lazım mı gençler ? 70 liramız var 3 kişi olur mu abi ilk defa geldik biz.. olsun bakalım hadi. al bakalım bu bileklik de hediyem olsun ilk defa gelmişsin madem uğur getirsin sana... bazı hatıraların dün gibi aklında olmasına şaşırdı. gülmek istedi gülemedi..

    çocukluğunu düşündü bir an. atanın kaleye geçtiği yılları. magnum un karne hediyesi olduğu yılları. tsubasa passwordu girmek için öğrenilen japon alfabesi, goal 3 ün final şifresi ıfcıbdede, aşırı ısınan atari adaptörü, bir jetona oyun bitiren tipler ,mahalle maçları , 9 aylık, kafacı mert.. sonra onu düşündü birden.. asansörde icilen birayi.. gülmek istedi gülemedi, ölmek istedi ölemedi...
  • bir deli abi...
    şimdinin dedelerine amca dediğimiz zamanlardı,mahallenin deli abisi yavru kedilerle konuşur onları beslerdi.deli gibi deliydi.kedilerde onu severdi ama görsen nasıl etrafında gezerlerdi.yemek isterdi komşu evlerden karnını gösterip , istediğini alınca doğru kedilere götürür onları beslerdi.kendisi zayıfca biriydi yüzü başka bir hayatta olsa anlamlı bir düzgünlükte bile algılanabilirdi.çok az konuşurdu.kısa cümleleri vardı.cümle yapılarıyla işi yoktu.yapılarla işi yoktu aslında.
    ilk mektepin ilk veya ikinci senesi karnımız zil çala çala eve dönüyorduk.o zamanlar aileler çocukları için ne az endişelenirlermiş meğer.güvenliydi gökyüzü,çernobil bile patlamamıştı daha.
    sokağın köşesini döndüğümüzde feryatlar bizi karşıladı.deli abi kendini yerden yere vuruyor kimse onu sakinleştiremiyordu.koynunda bir şey var onu gizleyip içinde muhafaza etmeye çalışıyor annesi gözleri kan çanağı çaresizce etraındakilerden medet bekliyordu.makedon göçmeni bakkal nesim amca deli abiyi kucakladı fakat kendine getiremiyordu.bir anda bakkal amcayı savurduğu gibi fırlatan deli abinin kucağındaki cansız kedi de beraberinde yere düştü.etraftaki manzara inanılmazdı.deli abi,annesi, bakkal amca,cimcime komşu kızı merve ve evimizin önünden, seslere koşup gelen kızkardeşim,üstü başı temiz sırtında çanta biz 2 okullu çocuk.
    herkes orda ama hiçkimse yoktu aslında inanılmaz ve ölümsüz bir andı.
    kucağından fırlayan araba altında kalıp ölmüş kedinin yanına kapaklanan deli abinin feryadı göğe yükselirken üstümüzdeki şaşkınlık yerini derin bir üzüntüye bıraktı ve biz de ağlamaya başladık.
    kime neye ağladığımızı bilmiyordum.bakkal amcanın gözleri kıpkırmızı olmuştu.kediye mi deli abinin üzüntüsüne mi yoksa neye? hala kesin cevap vermem mümkün değil.
    deli abinin "neden ki.neden öldürdünüz ki!" lafını hiç unutamadım.şimdilerde nerde ölüm haberi görsem bu cümle aklıma gelir.
    o gün 7 kişiydik bir de kedi.
    ilk ölen kedi
    ağlayan bizdik.
    bir tek ben kaldım hayatta
    bu hatıralarla başbaşa

    deli abi bir kediyi kurtarmak isterken çatıdan düşerek öldü 2 ay sonra.
    annesi kahrından 6 ay sonra gitti.öyle dediler hastalığına.
    cimcime merve kız 12 sene sonra kanserden
    kızkardeşim cancağızım 14 sene sonra trafik kazasından.
    okul arkadaşım mustafa mıstık geçen yıl kalp krizinden öldü.

    bir deli abi, bir kedi, bir sokak ,hep öyle kalsaydı.masal gibi.
  • wordperfect'in yardım hattında banda alınmış bir telefon konuşması. bu konuşma sonrası yardım hattındaki eleman işinden kovuluyor. kovulduktan sonra da şirketi, kendisini "gerekçesiz" işten çıkardığı için mahkemeye veriyor. işte telefon konuşması :

    - yardım hattı, buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?
    - bir sorunum var.
    - nasıl bir sorun?
    - yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
    - gitti mi?
    - yok oldu!
    - ekranda şu anda ne görüyorsunuz?
    - hiçbir şey.
    - hiçbir şey mi?
    - yazdığım hiçbir şey ekrana çıkmıyor.
    - hala wordperfect programında mısınız yoksa programdan çıktınız mı?
    - bunu nereden bileyim?
    - ekranda bir "c" harfi görüyor musunuz?
    - bir "hece" mi...
    - boş verin. ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
    - söyledim ya hiçbir şey yazmıyor.
    - monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
    - monitör ne?
    - ekranı olan yer, televizyon gibi... çalıştığını gösteren küçük bir lamba var mı?
    - bilmiyorum.
    - monitörün arkasına bakın, oraya bir elektrik kablosu giriyor olması lazım. görebiliyor musunuz?
    - evet.
    - harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı mı bana söyleyin.
    - bağlı
    - harika. monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
    - görmedim.
    - tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı olması lazım.
    - evet buldum.
    - tamam, simdi onu takip edin bilgisayara bağlı mı diye bakın.
    - kabloya ulaşamıyorum.
    - ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
    - olmuyor.
    - bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına baksanız....
    - eğilmek dert değil, karanlık olduğu için bakamıyorum.
    - karanlık?
    - ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık yetmiyor.
    - ofisin ışıklarını yakın.
    - yanmaz.
    - neden?
    - elektrikler kesik.
    - elektrikler mi kesik. tanrım...!(kısa bir sessizlik) bilgisayarın kutusu, kitapları her şeyi duruyor mu?
    - evet dolapta.
    - şimdi bilgisayarı sökün, aynen aldığınızdaki gibi paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
    - durum bu kadar kötü mu?
    - korkarım öyle!
    - peki tamam. onlara ne diyeceğim?
    - "ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım" diyeceksiniz.
  • mecnun kendini çöllere vurmuştur, çölde leylasını aramaktadır. aramaktan bitap düşmek üzereyken, çölde bir yabancıya rastlar. yabancı mecnunun halini görünce ona acır, bir matara su verir. mecnun bu ikramı geri çevirmez ve kana kana içmeye başlar. yabancı onun susuzluğunu gidermek için, bir matara daha su verir. daha sonra yabancı, mecnunu yanına alır, yollarına beraber devam ederler. çölün sıcağına beraber dayanır, soğuğuna beraber göğüs gererler. bu sırada yabancı mecnuna matarasını vermeye devam eder. mecnun her seferinde kana kana suyu içer. o yabancıya minnet duymaya başlar. ama mecnun artık eski gücünde değildir. yürüyemeyecek kadar yorgun düştüğünde ise anlar kana kana içtiğinin su olmadığını ve yabancının kim olduğunu...
  • “böyle insanlar çok nadir bulunur, hemen gülmeye hazır olanlar. yirmi üç saatlik bir tartışmanın ardından kaldıkları yerden eğlenmeye devam edebilenler, yüreklerinin derininde asla kin beslemeyenler, yürekleri kin tutmayanlar, isteseler bile, şaka gibi olanlar, çizgi film gibi..” der emrah serbes deliduman’da. böyle bir adamdı babam.. gündelik kötülüklerin kaydını tutmaz, ömürlükleri de maalesef unutmazdı. hago la obra de diosbir gün babasıyla paylaştıkları derin sohbetleri çaktırmadan kayda aldığından bahsetmiş, özlediğinde izlersin, sen de al demişti. yetiştirebildiklerimi aldım. birinde konu yine bu unutma mevzuu. bilseydi son istasyonda olduğunu, affeder miydi acaba diyorum..ederdi. beni de böyle anlamsızca incelikli yetiştirdi. kırmadı, dökmedi, incitmedi.. doğruya hakkını vermeyi, gerektiğinde taraf olacak kadar cesur olabilmeyi, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler içinse geride durabilmeyi öğretti. benim tersime gelen, öğreti olarak almayı reddettiğim ve bu yüzden hayatımın bir kısmını cehenneme çeviren “hatırlama” mefhumunu ise maalesef beceremedi. hayatımın 30’undan sonraki döneminde iyi kötü bir bütün olmak istedim. ama parçalar öyle dağınıktı ve unutma mekanizmam öylesine güçlü çalışıyordu ki yapamadım.. insan öyle hemen bir günde dersini alıp olgunlaşmıyor. düzenli gün ışığına maruz kalmak lazım. bazen kalsan da olmuyor.. bu hikayeyi izledim, biliyorum diyorsun. aynı sokak, aynı pencereler, aynı sezgi.. yürüyorsun. bunları ne zaman, nasıl farkettiğini, ne ara hayatının orta yerine gelip oturduklarını asla anlamıyorsun. savaş nerede başladı, nerede bitecek asla bilmiyorsun.. kötülük, yalan, saklambaç insan için en kolayı. yolu sezgisel bulmaya çalışmak, kendin olmak, defteri açık tutmaksa zor.. erdemli olmak, savunduğun doğrunun arkasında istisnasız durmaksa daha da zor.. çok tuzak var. bazı yaz yağmurları insanın içine içine yağıyor. şemsiyen olsa ne, olmasa ne..

    bazı insanlar da bu yağmurlarla gelir.. beklenmedik bir yerde, yeni bir zaman yazılmak için bekliyordur. kendine dürüstsen evren hata yapmaz. birini karşına çıkarır ve anlamını ancak zamanla kavrayacağın bir seyir başlar.. güney’i böyle tanıdım. o benim kuzey yıldızım.

    kaybedeceğim hiçbir şey kalmadığını hissettiğim an yaşadığım özgürlük duygusuna tepik atansa çok başka biri.. karşıtlıklardan yaratılmış bir şey. nefret ve naiflikten... sevgi ve nefretten. duygusuz bir katılık ve yokuş yukarı duyarlılıktan.. güçten ve ihtiyaçtan.. nevi şahsına münhasır olmak ve sıradanlıktan.. ne zaman ne olacağına kendisi karar veriyor. bazen bir türlü kendi olamayışının sancısında.. eksikliğini ancak yaşadıkça hissedersin. sorun iç bağlantıları doğru kurabilmekte.. kurdum galiba. ben’i biliyor.. görüyor. hissediyor. bazen anlıyor.. haftada bir.. bilemedin iki :) irademi her gün pek çok şekillerde sınıyor.. damarıma basıyor, ancak ikimizin anlayıp ardını düşünmeden gülüp geçebileceği şeyleri çok normal şeylermiş gibi ortalık yerde öylece anlatıyor, her şeyden önemlisi bensiz yemek yiyebiliyor.. kahkaha attım :)

    kimsenin anlayamayacağı, bazen benim bile anlamakta zorluk çektiğim bir bağ var onla aramda.. organik ve eksiksiz. her şeyin geçici olduğunu bilmenin getirdiği umursamazlık yok misal.. cömertlik var, lügatıma hiç oturmayan sabır var, denge var, dengesizlik var.. kör gecede mezarlığa girmek gibi. korkusuzluk var. çocuk saflığı gibi bir şey.. hem farkındalık, hem unutkanlık. aşırı sevgi, güçlü bir nefret.. tezatlıkların bütünü. kimsenin kötülüğü, onun içindeki iyiyi öldürmeyi yetmez.. öyle de minnoştur. görünüşe sadece beş dakika falan aldandım, o da ilk gördüğümde..

    -hüzünlüydü yine de -anlayamadığım, baş edemediğim insani bir eksiklik vardı kesinlikle / charles bukowski – factatum
  • “köyde yaşlı bir adam varmış.. çok fakir.. öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki.. kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..
    "bu at, bir at değil benim için.. bir dost.. insan dostunu satar mı" dermiş hep..
    bir sabah kalkmışlar ki, at yok..
    köylü ihtiyarın başına toplanmış..
    "seni ihtiyar bunak.. bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler..
    ihtiyar "karar vermek için acele etmeyin" demiş.. sadece 'at kayıp' deyin. çünkü gerçek bu.. ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç. arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."
    köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
    ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
    köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..
    "babalık" demişler.. "sen haklı çıktın.. atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. şimdi bir at sürün var.."
    "karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. bu daha başlangıç.. birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.." köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler..
    bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
    köylüler gene gelmişler ihtiyara..
    "bir kez daha haklı çıktın" demişler. "bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. oysa sana bakacak başkası da yok.. şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler..
    ihtiyar "siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. gerçek bu.. ötesi sizin verdiğiniz karar.. ama acaba ne kadar doğru.. hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.." birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. köyü matem sarmış. çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
    köylüler, gene ihtiyara gelmişler..
    "gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.."
    "siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. oysa ne olacağını kimseler bilemez. bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor."

    kazdağlarında bir kampta dinledim bu hikayeyi. hikayeyi anlatan yoga ustası şu şekilde devam etti :

    “hayatta her şeyin senin kontrolünde olduğunu düşündüğünde bile hiçbir şey senin kontrolünde değildir. hayatta başına gelebilecek tüm olasılıkları düşünmen mümkün değildir. şu anda seni bu kadar üzen, yaralayan olaylar başına gelebilecek en güzel şeylerin önünü açmış olabilir. üzülme, sadece akışına bırak, hayat sana gideceğin yolu ve o yolda seninle beraber yürümeyi hakkeden insanı gösterir.”
  • denizi birkaç tekne aydınlatıyor, şömine ise evi. şöminenin ateşi büyük salonun bütün ışığını karşılamış, onunla da kalmayıp dev pencerelerin arkasına süzülüyor. havuzun başlangıcı belli, sonu denizle birleşir gibi gözünü yanıltıyor insanın, sanki denize içini açmak gibi. genç bir adam yalnız salonda. sonbaharı kışa bağlayan bu aylarda yağmursuz geçen nadir günler bunlar, tadını çıkartıyor. sigara aramadan şarap koymaya gidiyor kendine. mahzen bir alt katta göz kararı iyi olduğunu düşündüğü kırmızı şarabı şişesiyle çıkartıyor mutfağa. mutfakta ışığa gerek yok, şöminenin ışığı açık beyaz mutfağa vuruyor. şarabını siyah mermer tezgaha koyup yarısı bitmiş sigarasını söndürüyor hiç içmeden, camın kenarına gidiyor. karanlık ve ağır hava, yıldız yok, belki de hata yaptığını düşünüyor burayı alarak ama bu manzara icin her saati yağmurlu olsa da değer. gözleri kapalı ısındığını yandığını hissediyor, pencereyi aralıyor, pencere daha cok aralanıyor. gözlerini açtığında beyaz ipek gecelikli bir kız şarabı alıp yüzünü çevirip merdivenlerde çıkmaya başlamış bile. yüzünü göremiyor sanki, sanki şöminenin ışığı gibi sarı sıcak bir alev yanıyor içinde. koşarak çıkıyor merdivenleri. üst kat karanlık, yatağın karşısında teras kapısı tamamen açık. işte.. o kız orda, birkaç adım atıyor, kız şarabından bir yudum alıyor, ona uzatıyor. sanki tanımadığı bu yüz bir o kadar tanıdık, aklında kızın gülüşleri, dokunuşları, teni, nefesinin tenine vuruşu, gidip geliyor görüntüler ona her adım attığında. kafasının içindeki görüntülere uygun bir ritm var uzaktan, bir müzik değil, bu anın bir şarkısı yok belki de bir ritmi var. terasa çıkıyor, yatağın yanından geçerken yine o görüntüler oluşuyor zihninde; yataktaki görüntüler, boğuk gülüşler, sarı saçlar ve tenine dokunurken narince içini ürperten o duygu. yanına geldiğinde "seni istiyorum" sesi aklında yankılanırken, dudaklarından da çıkıyor farketmeden. sesi öyle belirsiz ki kendi sesini kendi bile duyamamış sanki. sonra sarı bukleler savruluyor, kız ona doğru dönüyor. gelişini farketmiş gibi, sarhoşluğunu, şaşkınlığını götürmek istermiş gibi, kendi sarhoş etmek istermiş gibi aşkından. öyle bir gülümsüyor ki yine, o sarı sıcaklığı içinde hissediyor, tenini yakan ve aynı zamanda içini rahatlatan. ellerini uzatıyor ona, kendi kalbine davet edermişcesine içtenlikle. içinde durduramadigi engel olamadığı sığdıramadıgı özgürlüğün kapılarını açıyor ona doğru. kız elinden tutup kendine çekiyor adamı, öyle korkak ki dokunuşu, içinden geçirdiği onu hissetmek, onunla sabaha kadar sevişmek istediğinden, adını bağırmaktan utanıyor bir anlığına. duyacak duvarlardan, görecek aydan utanıyor. çünkü aklında yalnızca o var, o görüntüler, nefesini kestiği anlar var. kız öpüyor yanağından adamı, her hücresi hissediyor her hucresi ürperiyor kızın. gülümsüyor yine öptükten sonra, bu kızı öpüşmek güldürüyor, adamı ise heyecanlandırıyor.
hesabın var mı? giriş yap