• farklı şekillerde, sözleriniz ya da davranışlarınızla, sizi hiç tanımıyor ya da olabildiğinin en iyisince tanıyor olsam da, canımı yakıyordunuz. bunu size defâlarca söylemem de, bunu istemiyor oluşunuz da, farklı direnme yolları denemem de canımı yakmanızı engelleyemedi. işin kötüsü, muhtemelen ben de sizin, her birinizin canını yakıyordum bir şekilde; sözlerimle ya da davranışlarımla, yapabildiğimce bundan kaçınmış ve de kaçınıyor olsam da.

    ne kadar canım yansa, içimde kırgınlıklar birikse de, sizleri anlamadan ve de affetmeden edemiyorum; ancak ne yazık ki aynı şeyi kendim için yapmayı bir türlü başaramıyorum. ne kadar denediysem de, bir türlü olmadı. ve artık, bu döngüden kurtulmak istiyorum.

    ve bir gün, bir önceki cümlemin "ve artık, bu döngüden ben ayrılıyorum." şeklinde bir veda notuna dönüşmemesi için çabalıyorum, geriye kalan tüm gücümle. her gün yeniden, ve yeniden.

    acaba nereye kadar sürecek, ve sonu nasıl olacak? merak ediyorum.
  • (tarihsiz)
    canım karıcığım,
    mektubunu aldım, muska gibi sakladım. ama saklamadan önce saadetimden ve bahtiyarlığımdan ağladım. insanların ve benim halimize üzülmen ve her şeye rağmen insanlarına ve bana güvenmen, beni, senin ve insanlarımız uğrunda çok daha iyi, daha değerli işler yapmaya, sana ve insanlarımıza layık eserler vermeye büyük bir şevkle çağırmaktadır. ben de sana ve onlara layık olmak için çalışacağım. aşkın gözü kör değil, gorki'nin yazdığı gibi en iyi görendir. sen benim için ebedi gençlik, iyilik, güzellik suyunu içip ebediyen genç, iyi ve güzel kalacaksın.

    fikret adil'in tercüme işini adalet bulmuş. manon lescaut romanını tercüme edeceğim. kitabı da yolladılar. yarın işe başlıyorum. maarif vekâleti için yapıldığından, yani fikret bunu maarif vekâleti'ne yaptığından, elimize biraz topluca para geçebilecek. halit'ten tercümeler henüz gelmedi. fakat gelir herhalde. ama artık nasıl olsa manon lescaut var. senden bir ricam, bu kitabı çok eskiden eski harflerle türkçeye çevirmişlerdi. bizim kütüphanede filan olacak sanırım. yeni harflerle de çevirmişler, ama onu istemiyorum, eski harflerle çevrilmiş nüshasını bulup bana yollarsan, çok memnun olurum, işimi kontrol bakımından kolaylaştırmış olursun.
    öteki kitaplar, harbe ait hatıralar, vesikalar filan olacaktı.
    yavrucuğum, çok rica ederim, şu müşküllerimi de hallet.
    sevgilim. bir tanem. saygıyla dudaklarından öperim. bu mektubum kısa oldu. hemen postaya yetişsin. yoksa postasız günlere rastlayacak.
    beni mektupsuz bırakma. bana bir kat daha kuvvet, umut ve yaratma kudreti veriyorsun.
    sana dördüncü kitabın başından ilk parçayı yolladım. aldın mı? sana yarın 25 lira göndereceğim.
    güle güle, sevgilim, allahaısmarladık, karıcığım.
    oğlumun, kızımın yanaklarından öperim. memo ellerinden öper. aşçıbaşının selam ve saygıları.
    (imza)

    -nazım hikmet ran , piraye'ye mektuplar
  • ahmet haşim'den refik şevket ince'ye

    niğde, 3.9.1333

    sevgili refik,

    ihtimal sana çok yazıyorum, fakat buna memnunum. bulunduğum noktadan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla kağıtların uçuşundan meydana gelmiş ve bütün mesafeler boyunca uzayan, maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. mektuplaşmamızın uzaması seni sıkıyor mu?

    geçen mektubumu niğde'den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra liva'nın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe sefalarına karşın ruhumda hiçbir gerçek tadın anısını bırakmayan bu dönemin sonunda bu ikinci mektubu yine niğde'den yazıyorum.

    gördüğüm anadolu üzerine bilmem sana ne yazayım? önce, bu arazi parçasında kimler yaşıyor? bu yıkıntıların sorumlusu hangi yaratıklardır? bunun, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz yıkı yığınlarına bakıp anlamanın hiç olanağı yok. anadolu köylüsünü, yaratıkların bölünmesinde karıncalar türüne sokmalı düşüncesindeyim. gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerin sonu gelmez sesleriyle uzayıp giden bu araziden herhangi bir saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini elde etmeye uğraşan, sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insanlığın çetin çalışmasına raslanır. tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi.

    fakat boğazlarının kârı uğruna aklın bütün yetilerini yok eden bu adamların boğazı da memnun etmekten uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, en güzel yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyenin bağırsaklarda yarattığı gazla ve sancılarla uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden devce çalışmalarına karşı derin bir acı duymamak olanaksızdır. refik; ankara'da almanya imparatorunun anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp kurulunun kimi büyük rütbeli ileri gelenleri ile görüştüm. bunlar bir yıldan beri her gelen hastayı parasız muayene etmek ve elden geldiği kadar incelemelerini sağlıklı kişiler üzerinde yaparak şunu anlamışlar ki anadolu türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların saldığı asalaklarla dolu. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin nedeni ne imiş, bilir misin? eksik beslenme.

    her ne kadar garip görünse de anadolu türkleri daha ekmek yapmayı bile bilmiyorlar. yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı.

    taşıma araçları kağnıdır. kağnı, bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayatına hortumunu sokan ve bu yolla kanını ve canını çeken bir canavardır. uzaktan görüldüğü zaman bütünüyle bir göz için, üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısı ile dâra, ve bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma duygusunu uyandıran, tarihsel, keyhusrev devirlerinden kalma taşlar üstüne işlenmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği sıkıntıyı gördükçe, onu süren kaygısız köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.

    anadolu'nun becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu yararlanılır bir hale sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. anadolu'nun bütün duvarları bu öküz pisliğiyle sıvalıdır. bütün havalarında o koku teneffüs olunur. yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla dolu haldedir. eski mısırlılardan çok anadolulular apis öküzüne saygı göstermeliydi. öküz, burada genel hayatın zembereğidir.

    evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış bayağı taşların, çalı-çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden meydana gelmiştir. baca nedir, bilir misin? dibi kırık bir testi. kızılırmak yöresinde, büsbütün ev yapmaktan da vazgeçerek, toprağın özel niteliğinden yararlanıp dağları oymakla meydana getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi hayat sürerler.

    anadolu, hemen baştan başa frengilidir. anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. bir köy, bir kasaba ya da bir şehrin kalabalığına bakılsa, genellikle o kadar topal, topallığın o kadar çeşitleri, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan, eşyanın biçimini bozan dışbükey bir camla dört bir yana bakıyorum sanır. bununla birlikte, güzel oldukları zaman da güzelliklerinin eşsiz olduğunu itiraf etmeli. kara, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, usul-boylu anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? gençleri, insanın kimi zaman en kusursuz örneğidirler. refik, anadolulular üzerine sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu bahsi burada kesiyorum.

    ahmet haşim

    -yazarların gizli yaşamları 40 yazardan 40 mektup, derleyen: çiğdem aldatmaz
  • bugün yarına akmakta iken yazıyorum sana.. bir kaç daha nefes çektikten sonra sigaramdan gün de doğar, geçen sensiz ömrümle yeni bir gün yeni bir gece de olur bilirim. yine olmadığın günlerden birine bir anlam bir şarkı bir tümce daha ekledim. yaşadığım hayatın içinde olmayışınla da olduğun bugünü sana anlatmak istedim. sevgiyle..

    ekleme: sözlük zoraki beni mektup yazdırarak bir romantik hayduta dönüştürmüştür hayatımın adamı :)
  • sevgili alev,
    nerelerdesin? bu hafta o kadar az yazdın ki..hepsi hepsi iki sayfacık. sitem etmiyorum. belki bir susuzluk, özlem yakınması benimkisi. insanın yüreği boş oldu muydu, bütün bencilliğini kullanarak, aşkı, sevgiyi yadsımaya kalkıyor. bir kez sevdi mi insan, bütün kurallar, yasalar, deneyler bir tarafa. sanat yapıtı gibi bir şey bu sevmek: büyüsü var, tanımı yok.

    günlerim bomboş, en ufak bir zenginlikten bile yoksun. okuyorum sadece. dostoyevski'nin yeni bir romanını bitirdim- türkçeye yeni çevrildi: öteki- şimdi elimde kazancakis var. kazancakis'in aleksi zorba'sı. büyük bir yapıt değil ama müthiş canlı; korkunç bir doğa sevgisi ve insanseverlikle vaftiz edilmiş sanki. geçen yıl martin eden'i okumuştum. bu kitap da etkilemişti beni. ne var ki, ters yönden bir etkiydi bu. savaş, dram, kopuş, yabancılaşma... sonuç: bir hiçlik ve karamsarlık destanı. oysa aleksi zorba hayat dolu. belki de hayatın kendisi. martin eden'se, hayatın içindeki bir sancı. ve hayat da eden'in içinde sancır. dostoyevski'nin romanından başka bir büyüklük akıyor-bunu, dostoyevski'yi bir bütün olarak düşündüğüm için söylüyorum - elindeki yapıyı öylesine abartıyor ki (mubalağa), insanlara, olaylara, dünyanın anlamına, tanrının bulunduğu yerden bakıyoruz sanki. bu romanında 6.ncı dereceden bir memurla 7.nci dereceden bir memur var. fizik bakımından birbirlerinin burnundan düştükleri gibi, isimleri de aynı. ister istemez, bergman'ın, yaban çilekleri'ndeki profesörüyle tabuttan düşen ölünün aynı insanlar oluşunu düşündüm. sonra gogol'un "burun" hikâyesini.. bakıyorum da, büyük yaralar da, öyle bir çöl çiçeği gibi hür doğmuyor; birbirleriyle vuruşarak, kaynaşarak, anlaşarak yaratıyorlar kendilerini. moby dick'i okumayan, ihtiyar balıkçı'yı yeni sanır. sophokles'i okumayan da beckett'i. gittikçe çok okumanın gerekliliğine inanıyorum. hiç durmadan okumak! böylece, seçkin ve soylu bir edebiyat tablosu yaratabilirim belki kafamda. ona benim ne ekliyeceğim sorusu da, böylelikle cevabını içinde taşımaya başlar.

    ya sen alevci? okuyor musun? sosyal yayınlar arasında bitirdiğin kitaplar var mı? biliyor musun, bunu çok istiyorum. sanırım sen de istiyorsundur. kaldı ki, engin, atak, sindirmesini iyi bilen bir zekân var. başka yeteneklerin de var senin. mesela belleğin çok iyi. hayatına, dünya anlayışına, insanın anlamını çözme çabana yardımcı olacak bu kitapların sayfalarını açıver yavaş yavaş, olmaz mı alevci? duyacağın bilimsel coşkuyu paylaşmak istiyorum seninle. elindeki çamuru, pencerendeki yaprağı, bach'taki tanrısal simetri ve yapıyı nasıl bambaşka gözlerle izliyeceğini şimdiden merak ediyorum. ve asıl mucize ne, biliyor musun alevci? bizim birlikteliğimiz, bizim sevgimiz, insancıl bir yücelmenin mayası oluverecek. o zaman aşk, çok derin bir anlam kazanacak. neden seviştiğimizin geometrik olmıyan hesabını verebileceğiz kendimize.

    zorba diyor ki: "kimileri içyağı yapmak için, kimileri iş ve keyif yapmak için, kimileri de allah yapmak için yer, patron! sen allah yapmak istiyorsun, bu yüzden sıkıntılısın. bense iş ve keyif yapmak için yiyorum." sanırım biz üçüncü kategoriye yerleştirebiliriz kendimizi: allah yapmak! ama mistik (gizemsel) bir allah değil bu. allah, gelecekteki mutlu bir dünyanın insanları... bizse sıkıntıyla boğuşuruz, sevgiyi modelleştiren iki insanız sadece. görüyorsun ki, ben seni değiştireceğim, sen de beni. sonra biz başkalarını değiştireceğiz, onlar da bizi değiştirecek. diyalektik bir yasa bu. ve bu yasayı yaşamak için de durmadan öğrenmek zorundayız. sanat için de aynı mantık geçerli. elindeki çamuru düşün, beynimdeki kelimeyi düşüneyim. nasıl bir allah yaratacağız bu malzemeden. ne ellerimiz, ne de beynimiz fabrika değil ki... öyleyse? vücutlarımızla seviştiğimiz gibi; bilimle, felsefeyle, sanatla da sevişeceğiz. eski bir hitit seramiği, nasıl ki, ellerin için bir dürtü oluyorsa; kitaplığındaki 8-10 kitap da, vietnam'daki bir ölünün gözlerinde, çağlar boyunca yapılmış haksızlıkların, gayri insani davranışların birikimini ulaştıracak sana. ve işte "görmek" bu, alevci. bilinç bu. aşkın aşk kitaplarından çıkarak insanlaşması bu. ve gözlerimizin, etlerimizin birbirinden korkmaması bu. ağlamanın, sevinmenin, hüznün, özlemin, şefkatin, merhametin, acının, mutluluğun gerçek anlamı bu.

    uzattım galiba sevgilim. öğüt verir gibi uzattım. sanki sen bütün bunları bilmiyormuşsun gibi uzattım. üstelik karmakarışık uzattım. seni suçluyormuşum gibi bir suçluluk duyarak uzattım. belki de kendi tembelliğimi, kendi eksiklerimi paylaşmak istedim seninle. ya da çaresizliğini alkolle bastıran bir insanı, senin yaşamak dolu dünyanda dinlendirmek istedim biraz.

    seni korkunç seviyorum alev. aramızda hiçbir uzaklık kalmasın istiyorum. bana yaprakları anlat, camus'u anlat, dün gece nerde içtiğini anlat, son düzenlediğin çamuru anlat, bach'ı, okul çantanı, üstündeki paltoyu anlat. bana bütün bilmediklerimi anlat alevci. göğü, denizi, kendi kurduğun mitolojik dünyayı, tedirginliğini, coşkunu, hayatını, her şeyi anlat.
    seviyorum.
    e.

    seviyorum değil, korkunç seviyorum.

    -edip cansever'den alev ebüzziya'ya 30.mektup, iki satır, iki satırdır
hesabın var mı? giriş yap