• ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
    ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

    ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var, deliyim
    ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim

    kime sorsam dönüşüm yok
    nereye gitsem mavi
    yelkenimde deli rüzgâr
    her yanım tuz, deliyim

    ah, yaralı kalbin, yanıp gidecek yaralı kalbin, delisin
    ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin

    ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
    ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim

    kime sorsam dönüşüm yok
    her gemi biraz deniz
    her yanım mavi, her yanım yel
    her yanım tuz, deliyim
  • delisin..

    yorgunsun; süzülmese bile yanaklarına yaşlar, yorgun bakışların. yarınlara ulaşmak öyle zor gelir ya bazen insana, umut etmek hani yorar ya zaten yorgun olan seni, hani kırıklar üstünde yürüyormuşsun gibi hissettirir sana; o hissiyattan, bunların toplamından bezmişsin. gitmek, uzaklaşmak, arınmak istiyorsun her şeyden, hepsinden. yorgunsun; yaralı, annen için bile ufacık olan kalbin yorgun, annen bile farkında yorgun olduğunun, ama anlamıyor belki seni. o bile yoruyor seni. vazgeçmekle vazgeçememek arasında, gitmekle gitmemek arasındaki pişmanlık çizgisinde, kimsenin fark edemediği ince bir çizgidesin belki de. bir şeyler olsun kurtulayım, çekip kurtarsın seni istiyorsun. gözünü açıp kapadığında, o olmasın istiyorsun. olmasın, pişman olmayayım, acımasın. ne ben, ne de o.

    ahh..

    içini yakar her ahh çekişin. kimse, kimse anlayamaz vakitsiz, zamansız, mekansız ağlama krizlerini, çözemez. anlayamazlar seni, uzaklaşmak istersin işte bu yüzden. yargılar herkes düşünüşünü. delisin, deliler farklı düşünür çünkü. kimse anlayamaz, çözemez. dönemezsin, yaralı bak kalbin, dön(e)mezsin.. uzaklaşmak, çözüm değil, dön(e)mezsin bir daha geri.

    deliyim..

    tutunabilecek, sığınabilecek, ulaşabilecek bir kıyım olmadı. hayaldi, bunlar vardı bir tek, rüzgar vardı birde, dosttu. ne yağmurdu dostum, ne bir kıyı. uçsuzdum, bucaksızdım. bazen mezar kokardım, nefes alamazdım, toprak sinmişti tenime. ama daha çok denizdim, tuzumu bulaştırırdım rüzgara, gemilere. hamaldım, yükünü taşırdım onların, hamaldım, hiç şikayetim olmadı, fark etmezlerdi mutlu değildim oysa ki. her yanım maviydi, her yanım tuzdu. bir bendim, ikinci kimse yoktu. gök vardı, rüzgar vardı.. onlar da mecburdular, benim için de benim gibi düşünüyorlar. hissederdim. ve bir gün, kimse kalmadı, ne rüzgar, ne yel. ne de bir gemi. bendim, bir bendim. her yanım maviydi, her yanım zehir gibi tuzdu.

    ahh..

    küçücük gemisin. sulara attın kendini, kaçıyorsun belki, belki de sığınıyorsun mecburiyetten. benim gibisin sen de, mecbursun; her gemi biraz da deniz nasılsa. düşünülebilir mi gemi denizsiz? deliyim, biraz yıpranmışım, eskiyim. ama umutlarım var, köpüklerin var aklımda. kaybolabileceğim köpüklerin var. her yanım tuz benim, her yanım toprak! temizim ama, tertemizim. sabaha hazırlanmış, tertemiz gülüşlerim var. her yanım tuz ama, deliyim. umudum var. rüzgarlarım var, seni ayakta tutabilecek, yelkenlerini doldurabilecek. yelkeninin açılmasını bekliyorlar sadece, içini doldurmayı onların. delin olmayı bekliyorlar.

    denizin olayım. dönüşüm yok. köpüğünde kaybolayım. deliyim..
  • yük kaymış
    personel ise çoktan kaymış...
    hava raporunu beaufort 8-9 veriyor meteoroloji.
    asıl olanını sıkıntılı olduğu için kullanamadığımız jeneratör zaten marine olmayan yedeği, kara tipi bir dizayn olduğu için tanktaki yakıtı ememiyor yalpaya düştüğümüzde ve bu da hava* yapmasına sebep oluyor...
    yer akdeniz'in ege ile karışır gibi yaptığı sular...
    makine arıza alametleri veriyor, bütün değerler minimum ya da maksimumda duruyor.
    bunların arasında en önemsiz sorun olarak bir de mf-hf cihazına* elektrik gelmiyor*.
    elde var vhf*, sadece acil durumda kullanılabilecek şekilde kesik olan bir inmarsat c cihazı, bir de batınca kullanılacak epirb ve sart cihazları...
    açılır mı açılmaz mı diye düşünüyorum cansallarını* aklımdan geçirip.
    personele denize atlama elbiselerini* giymelerini söyleyeli çok olmuş. yerde duran kıyafetimi giymem için ısrar eden aşçıyı yanımdan uzaklaştırıyorum...
    evet, havayı arkaya* almayı başarmış, kayan 2200 ton yükün yığıldığı tarafta kalması için gereken müdahaleyi yapmışız ama 27-30 derece civarı yattığımız iskele açımız hepimizin sinirini bozuyor.
    bir aşçı bir de sarhoş ikinci mühendis* var dua etmek yerine söyleneni yapmayı tercih eden*.
    pervane 1 knot hızla yol alacak şekilde bile olsa dönmeli ki gemi ataletini korusun ve istediğimiz doğrultuda devam edebilelim seyire.
    neden sonra kendine gelen romen gemici yanıma çıkıp biraz dinlenmem için dümeni tutmayı teklif ediyor. bunun sayesinde sanırım 25 dakika kadar uyuyorum oturduğum yerde.
    ölüm geliyor aklıma sık sık, aşçıyı çağırıp koyu bir kahve istiyorum, yarım bardak kahvemi getirince de "alışveriş listesi yapacağız" diyorum, "kağıt-kalem bul"...
    biraz şaşkın elinde bir a4 ve kurşun kalemle ayakta durmaya çalışıyor.
    sıkı çocuk bu aşçı diye geçiyor aklımdan, kimin ne sevdiğini konuşuyoruz, bir yandan gülüyor sinirden bir yandan yazmaya çalışıyor;
    hüseyin abi etli bezelye sever,
    makine stajeri puding,
    usta gemici osman balık seviyor, tutsun o zaman hayvan evladı diye söyleniyor bir yandan yazarken.
    efendi kaptanı siktir et.
    süvari bey ton balıklı kepekli makarna...
    aklı başında 3 adamdan biri sarhoş, diğeri aşçı, üçüncüsü ise aşçıya alışveriş listesi hazırlatıyor. durum pek iç açıcı değil anlayacağınız...
    takip eden 17 saat minimal hızda yola devam ediyoruz yamuk yumuk. sonunda kuytusuna demirleyecek iki ada görünüyor, birini seçiyorum.
    son 9 mil nasıl geçti tarif edemem, iskele* taraftaki kırlangıç* suya değdi değecek gibi oluyor yalpada kabaran denizin de yaklaşması ile...
    o sırada kimsenin yanında olmaya cesaret edemediği 3 kat aşağıdaki makine dairesinde bulunan ikinci mühendis dahiliden telefon açıyor köprüye, talebi yok. varınca yakıt almaya gerek yok diyecekmiş, bunun için aramış. bir de ekliyor "burası çok sıcak ve yolunda giden herhangi bir şey yok" diyor "haberiniz olsun"...
    teşekkür edip sınırsız rakı ısmarlayacağımı söylüyorum istanbul'da. yalnız adam pişman edebilecek kadar sağlam içici diye düşünüyorum sonra.
    nitekim o 9 mil bitiyor, demiri atıyor ve bir de attığımız demir ile adaya ait sualtı boru hattına zarar verdiğimiz için ceza yiyoruz ertesi gün. yazılan raporla durumumuz göz önüne alınıyor astronomik ceza küçük bir meblaya çevriliyor.
    tabi bu ceza, düşmesine çok sevinen armatör dışında kimsenin umurunda olmuyor...
  • bir anıyı canlandıranşarkıdır.

    ta küçüktüm sanki.
    sanki küçük değildim de yalnız mıydım neydim?
    sene "ilkokula başlamamışım henüz" senesi, yok yok üniversiteyi mi bitirmişim?

    istanbul'dayım.
    hayal şehrindeyim, hikayelerin başladığı ve bittiği şehirde.
    korkuyorum, hikayem biter sanıyorum.
    gürültü, kalabalık, her şey üstüme geliyor.
    alıp götürecekler, bıçaklayacaklar sanıyorum.
    kimse takmıyor beni, bakmıyor bile.
    ama korkumu almıyor bu yine de.
    korkuyorum, görmek istiyorum.
    bilmek istiyorum.
    belki bir köşesine sadece benim bileceğim bir adım bırakmak istiyorum. kimse adım atmamış bir ben atmışım sayacağım.
    korkuma galip geliyor adım bırakma arzum.
    yürüyorum sanki, yoksa zaten orada mıydım?
    bir gemi.
    yanaşıyor.
    çok güzel de, sanki değil de.
    ama eşsiz, orasına emin oluyorum.

    büyülenmişim, bakakalıyorum. öteden beri suların nasıl bir arada durduğuna hem şaşardım da hem de hayran kalırdım ya ben? hani çarşaf gibi ama, çarşafı elinle yaramıyorsun. oysa sular hem biraradadır hem de elinle yarabilirsin. içinden geçersin, içinden geçer. dıştan bakınca içindekileri bir garip gösterir, kafanı soktuğundaysa çok nettir her şey ya hani.
    bu gemi hem yara yara hem de süzülerek geldi yanaştı bana.
    biri elimden mi tuttu, ben mi sürüklendim gemiye?
    suyun hem üstündeyim hem bakıyorum. gemi ilerliyor. beyaz beyaz kuşlar geldiler selamladılar beni. herkesi tanıyorlar da benim yeni olduğumu bildiler mi? elbisem mi var üzerimde? sanki yok gibi ama.
    ben de yokum sanki.
    koca dünyada bir deniz, bir gemi, bir beyaz kuşlar, bir de ben mi kalmışım?
    neden aklıma başka birisi gelmiyor?
    zaten ben dediğim nedir ki?
    ben şu tahtaların arasından süzülmedim mi az önce?
    ah ben gemi mi olmuşum? gemiydim de ben mi olmuşum yoksa?
    küçükmüşüm değil mi? söylesene!!! hâlâ oyun oynayabilirim.
    değil mi?
    şimdi dünya önümde, ben dünyadayım.
    gemiyim, yara yara süzülüyorum ya.
    ah bekleyen kalmış mıdır ki?
    dönmesem ne olur sanki?
    dönmem ben de o zaman, madem bekleyen yok.
    olsa döner miyim? karıştırma o konuyu şimdi.

    dönmeyeceğim, ardıma da bakmayacağım.
    küçük bir gemi olarak kalacağım; ama kimseyi almayacağım da kendime.

    istanbul'da mıydım az evvel, korkuyordum ya hani...
    hah şimdi korkmuyorum, götürüp bıçaklayamazlar beni.
    gemi oldum ki ben.
    bir şey olmaz bana artık.
    mutluluk dedikleri bu galiba.

    hımm...
    evet mutluyum ki ben...

    bir ben, bir deniz, bir beyaz kuşlar, bir de koca dünya...
  • küçücüktür, sulara atar kendini.
    yakarlar, dönmez bir daha geri.

    delidir, deli.
  • bu defaki '74 model ve yine ufak bir gemi. karinasını oluşturan yorgun saçları her dalgaya gömülüşümüzde yumurta kırılması ile kağıt yırtılması karışımı sesler çıkarıyor.
    ilk birkaç bin çatırtıdan sonra beyninin olayı normalleştirme çabalarıyla bünye ortama adapte oluyor da insanda pek tedirginlik kalmıyor.
    bu defa doğrudan geminin ya da gemide yaşamın dinamiklerinden bahsetmeyecek, yaşarken hem çok güldürüp hem de yoran birtakım olaylar silsilesinden kesit alacağız...

    bir ukrayna limanındayım, hem geminin kasasında, hem bende, hem de personelde neredeyse hiç para yok.
    bu da o limandan sağ salim ve işlerimizi aksatmayacak şekilde kısa sürede ayrılmamızı güçleştirecek bir durum.

    tahliye için limana girişimizden hemen sonra, biri gelip de bunlar geçen 10 yılın kainat güzellik yarışması finalistleri dese, hiçbirimizin doğruluğunu sorgulamayacağı bir grup rütbeli asker hanım giriyor zabit salonuna.
    önce yemekler yeniyor, bu sırada yavaş yavaş evrakları incelemeye başlıyorlar.
    başta da söylediğim gibi gemi çok eski ve yorgun.
    bu tip gemiler bazı memleketlerde kontrole gelen görevlilerin iştahını kabartır. onlar için yaşam standartlarını normale yaklaştıracak biçimde yükseltmenin tek yolu bizden alacakları bir miktar dolardır ve ukrayna da bu bahsettiğim yerlerden biri...
    dönelim konuya;
    şayet geminin yola çıkmasını sağlayan 100 kadar sertifikanın doğruluklarını sınayacak olsak, belgelerin en az 80'i elimizden geri alınır.
    yani bu aslında sefer yapamayacak kondisyonda bir gemi.
    demek ki bu limandan çıkmanın tek yolu, gelenleri hoş tutup, yedirip içirip, üzerine de ceplerine standart tarife olan 150 doların biraz fazlasını harçlık olarak koymak.
    gemi bu derece eski ve eksik iken akıllara durgunluk verecek garip bir biçimde çok da zengin bir reviri var.
    olması gerekenin misli ile ilaç ve medikal alet...
    tüm bunlar geniş ve temiz revirin dolaplarında yığılmış vaziyette ve bu kulağa geldiğinin aksine iyi bir durum değil, bilakis gayet ciddi bir sorun.
    "bunun ne sakıncası olacak?" diyeceksiniz
    karadeniz ülkelerinin limanlarında ortak bir uygulama vardır. üşenmez o ilaçları tek tek sayar, tarihi geçmiş ya da gemi ilaç defterine kayıtlı olandan 1 tek eksik-fazla aspirin çıksa bunu para cezası olarak yansıtırlar.
    bu ceza standart olmamakla beraber tablet başı yaklaşık 100 usd'dır.
    mesela gemi envanterinde o anda kayıtlı 27 tablet novalgine varsa da bir personel, izinsiz-habersiz 4 tane içmiş olsa, sayımda mevcut 23 tablet çıksa, bu tutarsız rakam gemiye 400 usd ceza olarak yansırken, kaptan da personelinin narkotik ilaçlara kolayca ulaşmasına olanak verecek biçimde ihmalkâr davranmış olarak kabul edilir, duruma göre başı hayli ağrıyabilir.
    bu ilaç listesinin hatasız tutulması, rakamların güncellenmesi ve personelin sorununa göre ilaç dağıtılması genellikle üçüncü nadiren de ikinci kaptanın sorumluluğundadır.
    süvari, yani birinci kaptan bu işe karışmaz ama kendi selameti açısından o listenin güncelliğini zaman zaman teyid etmelidir.
    işte, başında geçici görev aldığım bu ihtiyar kızın reviri, kontrol etmenin zor olduğu büyük bir eczane gibi, bin küsür çeşit ilacı ile orada duruyor.
    bu durumu farkeden dr. yüzbaşı hanımın belki de birkaç bin doların yattığı ilaç sayım işlemine bizzat katılacağını anladığımda, ben de mecburen bu işe refakat edeceğimi söylüyorum.
    kalkıp revire geçiyoruz, her bir personel sürekli revir kapısından geçip yüzbaşının dar eteği ile sedyeye oturmuş sayım yaparkenki pozlarını erotik bir gösteri izler gibi birkaç saniye fazladan görmeye çalışıyor.
    tabiatıyla kadın durumdan rahatsız, bunu engellememi istiyor.
    kapıya gidip civarda dolaşanları kovuyor ve kapıyı kapatıyorum.
    takip eden 1 saat boyunca sayım devam ediyor, ben kadını 130 usd rüşvet karşılığı ilaç listesi ile ilgili bir işlem yapmamaya ikna ediyorum.
    uzun süredir kaliteli bir sigara içmemişim, kadına iyi bir sigara bulabilecekse, çıkıp zabit salonunda türk kahvesi eşliğinde birer sigara içip kontrolü sonlandırmayı teklif ediyorum.
    toplam vereceğimiz ve sonradan birkaç kg çay ve şekerin de ekleneceği, 350 usd kadar para 4 tam tavuk ve 2 kg kadar limon'a pazarlığı bitirip salona çıkıyoruz.

    aşçıya, bize iki kahve hazırlamasını söylüyorum, tüm personelin ağzı kulaklarında.
    ikinci kaptan kulağıma eğilip "kaptanım siktün müüğ?" diyor*

    "yuh" diyorum "ne alakası var!?!",
    sizin bir türlü toparlayamadığınız ilaçları saydık 1 saat.
    ama ne desem boş bu adamlar için şu saatten sonra...
    akşam duyuyorum, başka gemideki abisi ile telsizde konuşuyor:
    "35 senedur bu denüsdeyum,böyle üş görmedum. izmirlü gaptan geldu kapattu gurabüye gibü karuyu kamaraya bi saat, sonra çıktı sügara içtüler"
  • zaman zaman hayatıma içinde devam ettiğim bir şarkı. girişinde ud olan versiyonunda kendimden geçtiğim, yalnızca yalnızken dinlediğim, tek kişilik şaheser..
  • siirler ve sarkilar icin bir ozel mekan gibidir gemi.
    cunku adı, nereye ceksen gelir. huznu anlatmak istersen, gokyuzunun ve denizin gri oldugu bir gun iskeleden en sevdigine el salladıgını tasvir etmen yeter. zira herkes bilir ki gemiler hep cok uzaklara gider.
    sokakta yagmurda ıslanırken hala mutluysan, -bakakalırım giden geminin ardından, atamam kendimi denize, dunya guzel- diye mırıldanırsın. ne guzel ki giden degil kalan olmussundur ve direnmeye hazırsındır, mutlusundur.
    bazen kopup gitmek istersen tum rutinlerinden, cook derinlerdeki ozune donmek istersen, takarsın vcd' ye gemide filmini, ayakların hemen yerden kesilir ilk dakikada -bir memleket gibidir gemi..-

    gemi her yola gelir cunku kendi icinde tezattır herseyiyle. saydam bir maviligin uzerinde dev bir gri demir yıgınıdır. kimisi kum ceker, bes personeliyle, kimisi besbin yolcusunu kumarhanelerinde, acik kapalı yuzme havuzlarında, ozel tiyatro gosterilerinde agırlar.
    kavusmak ve ayrılmak uzere orada olanlar aynı lokantada yer yemeklerini. guvertede demirlere dayanıp, ruzgarın yuzune vurmasını izlemek, onde dalgaların geride martıların sesi ile mırıldanmak huzur verir insana ama bir yandan da sulara gomulen ölü gemilerin tum yolcularının, okyanus ortasındaki cıglıklarını da duyar gibi olur cıkaramazsın aklından.

    guzeldir gemi ve emek ister, gidis de donus de uzundur gemide. gemi; denize tutkunu sınar.
  • şarkı diyor ki "ben senin kırıldığını incildiğini biliyorum daha da kırmamak için yavaş yavaş söyleniyorum bak. kemanın yayı yavaş yavaş geziyor kemanın tellerinde. bu gemiyle at kederini, yağmur dost değil ama ben dostun olurum, düşlerin yarım kalırsa ben yenilemen için yanındayım"
  • sabahat akkiraz öyle bir söyler ki bunu, sanırsın sesiyle tek başına iktidar olacak kadın.

    ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
    ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

    her aşık olduğumuzda kendimizi sulara atışımız yetmezmiş gibi, bir de bunu pis bir sırıtmayla bile bile yapmaya itiyor insanı. hiç derdimiz yoktu çünkü. öf.
hesabın var mı? giriş yap