• kisaca belirtelim: guzel, kisa ve etkileyici bir film.

    uzunca belirtelim: film, joseph mccarthy ile yahut mccarthycilikle ilgili bir belgesel degil. zaten mccarthy adini ilk defa duyuyorsaniz once bir google'a bakip oyle gidin, cunku "komunist avi - 101" formatinda degil film. hatta daha genis acidan, korku toplumu, 1984, basin ozgurlugu falan da degil odak noktasi. bunlara hep deginilmis ama mccarthy burada subtexttir, pretexttir, contexttir, text oglu texttir; asil anlatilan medyanin ve ozellikle haberciligin sorumlulugudur; televizyonun salt bir eglence, bir "yalitim" araci olarak kullanilmasi yerine halkin bilgilendirilmesi yararina kullanilmasi gerektigidir.

    ve ana karakterin shakespeareden yaptigi alinti da bu baglamda incelenmeli. yani burada suclu mccarthy degil, medyanin insanlari bilgilendirecegi yerde aptallastirdigi bu sistemin devamini saglayan ama sucu samimi olarak kendilerinde degil de yildizlarda goren network yoneticileri, sponsorlar, beklentileriyle hakkettiklerini ayni seviyede tutamayan halk, vs. gercekten de haftanin iki saatinin ortadogu politikalari ustune aydinlatici bir programa ayrilmasiyla kim birsey kaybedecek, hangi sponsor zarar edecek, hangi generalin veya senatorun sansure cesareti olacak, hangi insanlar bunu begenmeyip tv'nin salt eglence araci olmasinda israr edecek ve medya patronlarini zarara ugratacak? ama sistem disardan bakildigi gibi bir butun olarak islemiyor ne yazik ki; herkes kendi kucuk bakis acisina mahkum ve statukoyu bozan herhangi bir hareket sonucunda tek enayi olma sendromu yasanacagi icin kimse bu civikligi durduracak ilk adimi atamiyor.

    daha gecen hafta, "the most trusted fake news" sloganiyla yayinlanan daily showun sunucusu jon stewartin, zamaninda cnn'de yayinlanan rezalet tartisma programi crossfirea ciktigi bolumu izledim. bilen icin eski hikaye ama bilmeyen icin guncelligini yitirecek gibi degil, topu topu 10 dakka, alin izleyin: http://www.ifilm.com/ifilmdetail/2652831?htv=12

    crossfire denen sozde ermeni, pardon sozde tartisma programinda, biri muhafazakar biri liberal rolu yapan iki sunucu oturur, iki de karsit goruslu konuk cagirirlar, sonra 1 saat boyunca 4'e bolunmus ekranda birbirlerine bagirip cagirirlar. zerre bilgilendiriciligi, zerre akilciligi veya etik anlayisi olmayan bir tartisma programi. jerry springer hergelesinin politikaya el atmasinin simulasyonu; tuketim kulturunun cnn'i ele gecirmesi. jon stewart da canli yayinlanan bu programda -herkes yeni cikan kitabinin tanitimini yapacagini sanirken- cikti ve pasalar gibi hele ki cnn'in bu gibi sovlar yerine bilgilendirici tartisma programlarini on plana cikarmasi gerektiginden, standardi bu kadar asagi cekmeye haklari olmadigindan bahsedip, kufurunu de basip herkesi hayret icinde birakti.

    iste good night and good luck da ayni eksendedir benim icin. "abi toplum bunlari seviyor" orospu cocukluguna siginip, en fazla uc bes yil surecek kisacik bir rant ugruna koca bir neslin entelektuel gelisiminin icine sicanlarin elestirisidir. toplum bunlari falan sevmiyor, sen topluma bunu sevecegini soyluyorsun, sorumlu sensin. tabii gercekci olmak lazim, kimse kalkip bbg turevi basit ve kolay zevkler dururken 24 saat boyunca siyaset meydanini izlemez -ki onun dahi crossfire'dan pek farki yok etik acidan- ama zaten filmin ana karakteri murrow da o kadar yuksekten ucmuyor, "azar azar da bilgilensek, sadece beynimizi yikamak icin kullanmasak, norm bu olsa, hayat bayram olsa, uzansak el elee sonsuzaaa" diyor.

    filmin bu kadar yanki koparmasinin da nedeni, 50 senelik mccarthy arsivleri esliginde islenen bu asil konunun, crossfire gibi orneklerle goruldugu uzere, aslinda guncel bir elestiri oldugunun anlasilmasidir. abd her ne kadar boka batmis olsa da bu acidan, yine de national public radio gibi olusumlarla ayakta durmaya calisan komuniteler var. biz de o da yok; topu topu bir iki nesil sonra, hayatlarinda bir kere bile dogru duzgun bir tartisma gormeden yetismis, hatta bir konuda akilci bir tartisma ihtiyaci dahi hissetmeyen aptallardan olusan bir ulke olacagiz. 90 milyon aptalli bir turkiye ve ne bir npri olacak, ne de crossfire'i jon stewart'in ciktigi bolumden birkac ay sonra yayindan kaldirirken "halki bilgilendirmek adina hicbir sey yapmiyordu" diyebilecek bir medya patronu, ne de su basit ama guclu filmi cekebilecek yonetmeni, yapimcisi. elbette tenzih edilecek insanlar olacak ama bunlar biraraya gelip bir komunite olusturamayacak, bir degisime neden olamayacaklar; huysuz ihtiyarlar olarak, birey olarak surdurecekler yasamlarini.

    neyse, filmle basladik, filmle bitirelim: basrol oyuncusu mukemmeldi, bir saniye dahi rol yaptigini dusundurtmedi; diksiyonu ve ses tonu, dogru duzgun kullanildiginda ingilizcenin ne kadar kapsamli ve etkileyici bir lisan oldugunu hatirlatti. bu konusmalar, yeni ve farkli bir bakis acisi kazandirmasalar da halihazirda sahip oldugumuz dusuncelerin cok daha guzel dile getirilmis versiyonlariydilar. bunun altina britanyanin kopegiyimi ondan vidi vidiyim bkzini vereni de, ruyasinda ibranice argo bagirip cagiran kekeme mccarthyler kovalasin.
  • george clooney boyle bir film cekmek istemis cunku:
    1. murrow gibi kendi babasi da gazeteci imis ve clooney o ortamda buyumus.
    2. 1965-1975 arasinda cekilen filmlerin sinemanin altin cagi olarak yorumluyorken estetik olarak da kendini yakin buluyormus.
    3. politik gorusleri cercevesinde (amerikan liberalismi) murrow'un mccarthy doneminde yazdiklarinin ve filmde de yer alan konusma metinlerinin su anki konjukturu bire bir uydugunu soyluyor. referansimizi da ekleyelim:

    "i began by saying that our history will be what we make of it. if we go on as we are, then history will take its revenge, and retribution will not limp in catching up with us. just once in a while, let us exalt the importance of ideas and information... because if they are right, and this instrument is good for nothing but to entertain, amuse and insulate, then the tube is flickering now and we will soon see that the whole struggle is lost. otherwise, it is merely wires and lights in a box... good night, and good luck." edward r. murrow
  • ünlü gazeteci edward r. murrow'un joseph mccarthyle olan savaşını konu alan film. biraz politika biraz da 50'lerin amerikasını sevenler için birebir bir film olmuş, özellikle david strathairn süper bir oyunculuk sergilemiş (bu sene en iyi erkek oyuncu kategorisi çok çekişmeli geçicek belliki), filmin müzikleri harika olmuş (tabi jazz seviyorsanız), bazı kesimlere sıkıcı gelebilir bu film uyarmadı demeyin ama benim tavsiyem mutlaka izleyin.8/10 hazır yeri gelmişken filmle ilgili birkaç trivia veriyim;

    *film boyunca şarkıları çalan grup george clooneynin teyzesi rosemary clooneynin grubudur, ve çalan şarkıları bizzat kendisi aranje etmiştir.

    *mccarthynin göründüğü sahnelerde tamamen arşiv görüntüleri kullanılmıştır, daha sonra bu görüntüler filmi test eden seyircilere izletildiği zaman seyirciler, mccartynin kendisi olduğunu farketmeyip mccartyi oynayan aktörün rolünü fazla abartarak oynadığını iddia etmişlerdir.

    *john l. mcclellan, mccarthyyi sorguladığı sırada ekranda kamera sağa döndüğü zaman robert kennedyin küçüklük hali görülebilir.

    * filmin ismi, murrow'un programı kapatış cümlesinden gelmektedir.

    good night and good luck
  • bir bes sene evvel yada bes sene sonra cekilmis olsa, sinemasal acidan eli yuzu duzgun, orta karar bir film olabilecek bu film, zamanlamasi ve bu zamanlamayla iliskili olarak verdigi mesaj ile cok onemli bir yere oturmaktadir amerikan sinemasinda. george w. bush' un ya bizdensin yada teroristsin anlayisini sorgular. filmede mccarthy'nin komunist avi yontemlerine karsi tavir alirken bunun illaki komunist olmak demek olmadigini anlatirken, gunumuzde de amerikanin politikasina karsi olmanin insani terorist yapmayacagini izleyicinin yuzune carpar. gercekleri anlamanin ve kamuoyuna aktarmanin, tehditlerle yilmamanin gazetecinin gorevi oldugunu tekrar hatirlatir. george clooney bu filmle ne dusuncede oldugunu acikca belirtmistir, ve gecmisten olaylarin ve cok belirgin bir donemin anlatildigi bir film gibi gorunse de film son derece gunceldir. bu yinden cok onemli bir filmdir. (imho)

    bir diger ilginc yani ise sigara konusunda nerden nereye gelindigidir. birakin is yerlerinde sigara icilmesini, adamlar haber programina elde sigara cikip, fosur fosur iciyorlar.
  • insanlık gelişmiş ve ilerlemiş de olsa, haklar ve özgürlükler bakımından epeyce mesafe almış da olsa dönem dönem toplumları esir alan, ruhları karartan ürkütücü zamanlar yaşanmaya devam ediyor.
    zorbalık böylesi karanlık dönemlerde her seferinde başka renk ve biçimlerle kendini yeniliyor.
    dünya görüşü dayatan, düşünceyi yasaklayan katı sistemler; dünyayı verimsizleştirip yaratıcılığı öldürüyor, dondurduğu hayatı tekdüzelik ve renksizliğe hapsediyor.
    özgür düşünce tahtından derdest edilerek zorbalık hukuk haline geliyor. haklar ve özgürlükler perdeleniyor, en basit ve açık gerçekler sisler arkasına saklanarak kendini kamufle etmek zorunda kalıyor.
    böyle zamanlarda güç karşısında dudaklar mühürleniyor, kalemler kırılıyor, özgür ruhlar ele geçiriliyor.
    şiddetin kirletmediği düşünceler, kan bulaşmamış fikirler gerçek eylemleri nedeniyle değil görünmeyen düşünceleri nedeniyle yargılanıyor, insanlar iç dünyaları yüzünden devlete hesap vermek zorunda kalıyor.

    tiran yapılı karakterlerin temel düşüncesi her çağda karşıt fikirleri engellemek, sansür ve baskı ile öteki ağızları kapamak olmuştur.
    zorbalık akıl tutulması zamanlarında vicdanların ırzına geçerken yanı sıra iflah olmaz münafıklarını da üretmekte pek mahirdir.
    zira güç her zaman ahlaka galebe çalmış, taraftarlar için adalet önemli olmamıştır. çünkü fanatizm hak vermekten çok hakkı elinde bulundurmayı arzular ve onlar daha çok zaferle ilgilidirler.

    “gelecek nesiller, ortalık çoktan aydınlanmışken bizim bir kez daha böylesi bir karanlık içinde yaşamak zorunda kalmamızı kavrayamayacaktır.”

    protestanlar 16. yüzyılda katolik kilisesi’ne karşı zorlu mücadeleler verdiler, ağır bedeller ödediler. fakat cenevre’de iktidarı ele geçiren fransız reformist john calvin, her sözü kanun haline gelen bir zorbaya dönüştü.
    calvin’e karşı düşünce ve inanç özgürlüğünün savunuculuğunu yapan fransız ilahiyatçı sebastian castellio, insanların inancından dolayı baskı ve işkence gördüğü, her türlü karşıt düşüncenin sert biçimde bastırılarak diri diri yakıldığı bir ortamda yukarıdaki sözleri dile getirmişti.
    castellio bu sözleri söylerken belli ki calvin zorbalığının istisnai bir durum arz ettiğini düşünüyordu. tabii ki aydınlanmasını tamamlayacak gelecek nesillerin calvin tarzı diktatörlerden hiç mahrum kalmayacağını bilemezdi. tarihsel süreç içinde devlet gücünün tüm militan aygıtlarını yedeğine alarak devleti kaskatı bir itaat makinesine çevirmeyi başaran, özgür düşünceyi ve bağımsız tavrı yok etmeye ahdederek düşünce özgürlüğüne ambargo koyan nice otokratın insanlığın başına bela olacağını castellio beş yüz yıl öncesinden nasıl bilebilsin.

    betimlediğimiz tarzda bir akıl tutulması ve vicdan körelmesi 1950’ler amerikasında yaşandı. önce halk korkutuldu ve yapılacak uygulamalar için halkın desteği sağlandı sonra hak ve özgürlükler birer birer askıya alındı.
    bu örgütlü korkunun adı “kızıl korku”ydu. (bunun bizdeki yansıması, aynı dönemde muhafazakâr kitlenin desteğini sağlamak isteyen iktidarın “bu kış komünizm gelebilir.” diyerek yaydığı korkuydu.)
    ortaçağ koşullarına atfen “cadı avı” olarak nitelenen bu utanç döneminde, mutlak hakikati temsil iddiasındaki senatör mccarthy öncülüğünde yayılan komünizm korkusu kısa sürede paranoyaya dönüşerek devlet terörü üretme aşamasına geldi. mccarthy’nin safsatalarına karşı çıkan herkesin “şeytanın köleleri” olarak nitelendiği bu dönemde her farklı düşünce devlete karşı suç olarak damgalandı. mccarthy’e göre de aynı calvin gibi, “vicdan özgürlüğü bir şeytan öğretisiydi.”

    mao’nun çin’de iktidara yükselişi, sovyet rusya’nın atom ve hidrojen bombaları üretmesi ve 1950’de başlayan kore savaşı mccarthy ve arka planda oyun kurucu olarak rol oynayan fbı şefi j. edgar hoover’ın işini kolaylaştırdı.
    üretilen korku ve histeri atmosferi komünistlere duyulan öfke ve nefreti bileyledi.
    bu korkuyu fırsata çeviren mccarthy, savaş sırasında politik görüşlerine göre tasnif edilerek fişlenen beş milyona yakın yabancının yanına amerikan vatandaşlarını eklemek üzere, 1938’de geçici olarak kurulup 1945’te kalıcı hale getirilen amerika karşıtı faaliyetleri soruşturma komitesi huac’ın faaliyetlerini canlandırdı.

    senatör mccarthy, 205 “vesikalı” komünistin devlete sızdığına dair suç duyurusunda bulundu ve önceliği halkı etkileme gücünden dolayı sanat camiasına vererek hollywood’da tam bir komünizm avı başlattı.
    politik duruşundan şüphe duyulan oyuncular, senaristler, yönetmenler, sendikacılar; komünist ve sovyet ajanı oldukları gerekçesiyle kurulan sorgulama komisyonlarının karşısına çıkarıldılar, itibarsızlaştırıldılar, mahkûm edildiler.
    bu sanatçıların suçlandıkları nitelikleri taşıyıp taşımadıkları önemli değildi. hayatının bir döneminde bir yürüyüşe katılması, komünist parti’ye sempati duyması, üye olmasa bile sol görüşlü bir sendikanın birkaç toplantısına katılması, selamlaştığı komşusunun amerikan yasalarına göre kurulmuş yasal bir parti olan komünist parti’ye üye olması o kişinin kara listeye alınıp hiçbir iş verdirilmemesi için yeterli sebeplerdi.
    korku ikliminin öznesi kılınan komünist parti’nin etki gücü olmayan marjinal bir parti olması da yasal olması da hiç önemli değildi. nihayetinde tüm komünistler sovyet ajanı birer teröristti ve yargılanıp mahkûm edilmeliydi.

    sanatçılar arkadaşlarını ihbar etmeye zorlanarak ajanlaştırılıyor, tehdit ve şantajlara rağmen muhbirliği kabul etmeyenler burunları sürtülmek üzere kara listeye alınıp birer yıl hapse atılıyordu.
    1947’deki hollywood 10’lusu olarak bilinen dosya herkes için gözdağı haline gelmişti. dönemin önde gelen yönetmen, yapımcı ve senaristlerinden oluşan 11 sanatçı komitenin sorduğu eylem ve düşüncelerine dair soruları yanıtlamayı reddettiler. bunlardan bertolt brecht soruşturmanın ertesi günü ülkeden kaçtığı için 10 kişi kalan sanatçı grubu önce kongre’ye saygısızlıktan beş ay ile bir yıl arasında hapis cezaları aldılar.
    sonrasında kara listeye alınarak damgalandılar, dışlandılar ve bir daha herhangi bir iş alamadılar. bu on kişiden sadece edward dmytryk, hapishane sürecinde komünist olduğunu itiraf ederek yirmi altı kişinin adını verdi ve kariyerine devam edebildi. diğerleri sonuna kadar direnerek onurlu yaşamı tercih etti.
    marksist olduğunu gizlemeyen, sinema emekçilerinin hakları için sendikacılık da yapan senarist ring lardner jr.’un kalan dokuz kişiden biri olarak “sizin sorularınızı istediğiniz gibi yanıtlayabilirdim ama sabah olunca da kendimden nefret ederdim.” yaklaşımı bu sanatçıların erdemli duruşunu gösteren etkili bir örnektir.

    bertolt brecht, charlie chaplin, arthur miller, orson welles, walter bernstein gibi önemli sanatçılar cadı avının mağdurları olurken;
    gary cooper, cecil b. demille, walt disney, clark gable, ayn rand, ronald reagan, robert taylor ve bilhassa da john wayne gibi muhafazakâr sanatçılar bu devlet terörüne vatan görevi sayarak gönüllü destek verdiler.

    bu süreçte yüzlerce sinema sektörü çalışanı işsiz kaldı, açlıkla imtihan edildi. asılsız suçlamalarla itibar suikastlarına maruz kalan onlarcası bunalımdan çıkamayarak intihar etti.
    merhametsiz reformist calvin, muarızlarını kazığa bağlayıp az bir ateşte ağır ağır kızartarak öldürüyordu. anti-komünizmi bir anlamda dinsel bir fanatizme dönüştürerek “aksi kanıtlanana kadar her yurttaşın hainlikle suçlanabileceği ve ifade vermeyi reddeden tüm yurttaşların çalışma hakkından yoksun bırakılacağı.” ilkesiyle hareket eden amerikan yönetimi iftira atıyor, hapse sokuyor, itibarsızlaştırıyor, dışlıyor, işsiz bırakıp yokluk ve sefaletle terbiye ediyor, korkutarak muhbirleştiriyordu. her ikisi de dehşet vericiydi.

    iktidar sahipleri, toplumsal muhalefeti terörle yaftalayarak her türlü karşıt düşünceyi güvenlik meselesine indirgiyordu.
    zira devletin kendi vatandaşlarına karşı açtığı savaş sadece komünistlere karşı değildi. mccarthy’nin elinde salladığı devlet düşmanı listelerinde yahudiler, eşcinseller ve siyahlar da kendilerine yer buluyordu. ayrıca sanat camiasıyla başlayan insan avı önemli bürokratlara, gazetecilere, akademiye ve hatta komutanlara kadar uzanmıştı.
    keza mccarthy’nin sonunu orduyu karşısına alması olacak, sıra dayağından geçirebildiği sanatçılara yaptığını silahlı kuvvetlere de yapmak isteyince duvara toslayacak ve böylece mccarthy’i bitiren süreç başlayacaktır.

    özgürlükleri askıya alarak itibar suikastlarıyla yüzlerce kariyeri sonlandıran, intiharlara sebep olan mccarthy dönemine dair, gerek bizzat bu devlet terörünün mağdurları tarafından gerekse o dönemde mağdur edilen sanatçıların hatırasını diri tutmak isteyen yönetmen ve oyuncular tarafından bugüne kadar pek çok film üretildi.
    bu filmlerin en önemlilerinden olan good night and good luck, komünizm paranoyasının sanat camiasına karabasan gibi çöktüğü dönemi gazetecilerin dünyasından ele alıyor.
    film, kariyerine 1935’te cbs’te başlayan ve ıı.dünya savaşı’nın radyodaki karizmatik sesi olan, televizyonun emekleme döneminde yaptığı haber-belgesel programıyla ayrımcılık, göçmen işçilerin sömürülmesi, ırkçılık, j.edgar hoower ve özellikle senatör mccarthy ile tarihi mücadeleleriyle bilinen edward r. murrow ve arkadaşlarının sorumluluk ve cesaretle yaptıkları gazetecilik savaşımını konu alıyor.

    politik konulardaki duyarlılığı ile bilinen george clooney’in hem senaryosunu yazıp yönettiği hem de yardımcı oyuncu olarak yer aldığı 2005 yapımı film, dönemin atmosferini verebilmek açısından siyah beyaz olarak çekilmiş. senatör mccarthy’i bir oyuncunun canlandırmasını tercih etmeyen george clooney, mccarthy’i en iyi mccarthy’nin kendisi oynar düşüncesiyle senatörün arşiv görüntülerini kullanarak gerçekliği üst seviyeye çıkarmış.

    dönem oldukça netamali bir dönemdi. baskı ve korku devletin temel silahları olarak toplumun bilhassa da sanat çevrelerinin tepesinde sallanan bir kılıca dönüşmüştü. huac’ın önünde diz çökmemek sizi stalin kadar komünist yapmaya yeterdi. mccarthy kelimenin tam anlamıyla terör estiriyor ve hedef olmaktan korktukları için çok az kişi ona karşı sesini yükseltmeye cesaret edebiliyordu.

    televizyonun gerçek amacının insanları eğlendirmek, kandırmak, oyalamak olmaması gerektiğini düşünen ed murrow, televizyonu toplumu eğitmek ve insanların rahatını kaçıracak bilgiler vermek amaçlı kullanmak istiyordu. filmin girişinde yaptığı konuşmada medya etiği ve tv’nin amaçları konusundaki duyarlılığına tanık olduğumuz murrow, “kendimizi dışımızdaki dünyada yaşanan hak ihlallerine karşı özgürlüğün savunucuları ilan ediyoruz. ama özgürlüğü ülkemizde terk ederek başka ülkelerde savunamayız.” diyerek mccarthy zorbalığına direnme sorumluluğunun altını çiziyordu.
    özgür bir toplumda komünist düşünceye sahip olmanın neden yanlış olduğunu sorgulayarak herkesin sindiği ve sustuğu bir vasatta tüm risklere rağmen temel hak ve özgürlükler konusunda sesini yükseltme kararlılığı gösteren murrow ve ekibi, mccarthy ve mccarthyciliğin sonunu getiren fitili ateşleyen bir misyon yükleniyordu.

    yukarıda da değindiğim gibi senatör mccarthy’nin sonunu komünizm tehdidini amerikan hava kuvvetleri’ne dayandırması getirecektir. ed murrow ve ekibinin mccarthy ile mücadelesi milo radulovich davası ile başlar.
    babası sırpça gazete okuduğu, kız kardeşi komünizm sempatizanı olduğu gerekçesiyle milo radulovich adlı teğmen sorgulanır ve eğer ordudan ihraç edilmek istemiyorsa babası ve kız kardeşini suçlaması istenir. teğmen bunu reddedince mahkemeye dahi çıkarılmadan ordudan ihraç edilir. bu konuyu işleyerek haber yapan cbs, hava kuvvetleri tarafından “tehlikeli sularda yüzüyorsunuz.” denilerek tehdit edilir. cbs’i, kendilerini tek taraflı bilgiye dayanarak mahkûm etmek ve etik ilkelere aykırı hareket etmekle suçlayan komutanlara, cevap vermek isterlerse ekranlarını açacaklarını söyleyerek konunun üzerine gitmeye devam ederler.
    ve oluşan kamuoyu baskısı sonucu teğmen, güvenlik riski barındırmadığı gerekçesiyle tekrar göreve iade edilir. 1953’te gerçekleşen bu dava mccarthy’nin aldığı ilk ciddi darbe olacaktır.

    bu davadan sonra komitenin şüpheli yöntemleriyle yüzleşme zamanının geldiğini düşünen murrow, ekibine artık direkt mccarthy’i hedef alacaklarını söyleyerek komünist parti ile en ufak bağı, bağlantısı olanların bunu paylaşmalarını ister. boşandığı karısının bekârken katıldığı birkaç komünist toplantının ifşa edilmesinin sorun yaratabileceğini söyleyen bir çalışandan başka sorunlu kimsenin olmadığı anlaşılır.

    murrow, 3 mart 1954’te “joseph mccarthy raporu” adlı dosyayı yayımlamaya başlar. artık mccarthy’nin iftiraları ve yazılı basının salvoları da cbs yönetiminin baskısı ve sponsorların birer birer desteklerini çekmesi de murrow ve ekibini durdurmaya yetmeyecek, mccarthy’nin ipliği pazara çıkarılana kadar mücadele sürdürülecektir.

    murrow, mccarthy ve kirli yöntemleri ile ilgili yıldırıcı yayınlar yaparak kamuoyunu bilinçlendirirken her seferinde söz hakkını kullanmak üzere mccarthy’e ekranlarını açacakları duyurusunda bulunmayı ihmal etmez. nihayetinde kendisini yıpratan yayınları görmezden gelemeyecek noktaya gelen mccarthy ekrana çıkar ve “komünistleri ve hainleri ortaya çıkarmaya cesaret edenlerin gırtlağına çöken çakal sürüsünün içinde en akıllı olanı.” şeklinde nitelediği murrow’u komünist örgüt üyesi olmakla itham eder.
    murrow’un bu iftiralara cevabı ve senatörün ahlaksızlığını açıkça sergilemesi ikna edici olacak ve senato’nun 1954’ün aralık ayında mccarthy’nin bazı eylemlerini kınayan kararı, 76’ya karşı 22 oyla onaylanacaktır. bu tarihten sonra politik birtakım hesaplaşmaların da katkısıyla mccarthy’nin etkisi, gücü ve nüfuzu azalacak, tarihin kara bir lekesi olarak kendi yalnızlığına terk edilecektir.

    mccarthy dönemi uygulamaları, yalana dayanan propaganda teknikleriyle kamuoyunun kolayca yönlendirilebileceği gerçeğini bir kez daha kanıtlayan ve tarihe mccarthycilik olarak geçen bir yöntemin adı olmuştu. george clooney’i bu döneme dair böyle çarpıcı bir film yapmaya iten salt yeni nesillere tarih bilgisi vermek değildi şüphesiz. 11 eylül 2001 olayları sonrası amerikan toplumu travmatik bir süreçten geçiyordu. dönemin abd başkanı george w. bush’un talimatlarıyla abd’deki müslümanlara karşı, 1950’li yılların kızıl korku’sunu aratmayan nitelikte baskılar arttırılmıştı. clooney belli ki, yeşil korku’nun yayılması ve antidemokratik uygulamaların meşrulaştırıldığı bir dönemde tarihin tekerrürüne dikkat çekmeyi amaçlıyordu.

    joseph raymond mccarthy 1957 yılında, 49 yaşındayken karaciğer yetmezliğinden öldü.
    günümüzde mccarthy’i ve yaptıklarını savunana pek rastlanmıyor. aksine kınanıyor, lanetleniyor. ama onun ruhu bir yöntem olarak yaşamaya devam ediyor.
    senatör’ün isminden türetilen mccarthycilik, devletin tekeline aldığı tüm güç aygıtlarını kullanarak demokrasiyi askıya alması olarak siyasi literatüre girmiş durumda.
    onun adı korku atmosferi yaratarak toplumu sindirmenin veya militarist bir kalıba sokmanın, vicdanları denetlemenin, medya ile idrakleri manipüle etmenin, iftira-karalama-baskı ile aydın-akademisyen ve sanatçıları yıldırmanın, toplumsal muhalefeti itibarsızlaştırmanın eş anlamlısı olarak kullanılıyor.
    ismini verdiği kirli siyaset bugün de sık sık kullanılıyor devletler tarafından. avrupa’nın pek çok ülkesinin, abd’nin veya türkiye’nin yakın ve çok yakın tarihlerine bakıldığında tüm bu yöntemlerin bir siyaset etme biçimi olarak kullanıldığını görüyoruz.

    charles dickens, iki şehrin hikâyesi’ne şu ünlü cümlelerle giriş yapmıştı: “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”
    cennetle cehennem arasında salınıp duruyoruz. karanlık mevsimlerimiz aydınlık mevsimlere, umutsuzluk kışlarımız umutlu baharlarımıza galebe çalıyor, daha çok cehenneme yakın duruyoruz.
    akıl tutulması zamanları da vicdanların ırzına geçilmesi de iflah olmaz münafıkların türemesi de hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geliyor.
    ahlak güce, adalet zafere yeniliyor.
    calvin’in karşısına, arkasında kendi gölgesinden başka kimsesi ve vicdanından başka hiçbir şeyi olmayan castellio nasıl çıkabildiyse, mccarthy zorbalığının karşısına "hiçbirimiz tehlikeli bir kitap okumasaydı ya da hiçbirimizin farklı bir arkadaşı olmasaydı veya değişikliği savunan bir örgüte katılmasaydık hepimiz joseph mccarthy'nin istediği türden olurduk. bu hikâyeyi yapacağız, çünkü bu odaya bile korku hâkim…" diyerek korkunun failine karşı cepheden saldırabilen edward murrow çıkabildiyse bugünün güç ve iktidar arzularının yoldan çıkardığı yöneticilerin karşısına da onlar gibi erdemli ve insanlığını yitirmemiş insanların çıkabilmesi gerekiyor.
  • "amerika fox news ile gurur duyuyor" diye slogan atanlarin kafasina makaralari gecirilmesi gereken, talim terbiye eseri. sadece bir donem degil tum donemlerin filmi. cadi avinin yerine 11 eylul paranoyasini koyup biraz uzaktan bakin, bakalim degisen bir seyler var mi? (bkz: sasi bak sasir)
  • cok basarili bir film. o donemden alinan gercek televizyon goruntuleri ve muzikal yapitlar da canlandirmada cok basarili kullanilmis. o doneme dogrudan bir gecis saglanmis. elbette tarihsel bilgisi olanlar acisindan cok daha cekici bir hale geliyor cunku o donemde yasananlari 1. elden tum ciplakligiyla ortaya koyuyor.

    sinematografi acisindan da cok basarili diyebilirim. oyunculuklar gercekten cok yerinde ve casting konusunda takdirimi kazandi.

    filmde ust uste gelen konusmalar bazen seyirciyi takip acisindan zorlayici bir faktor olabiliyor. ancak acikcasi acil servis birimleri gibi haber odalari da bir duzenli kaos yapisina sahiptir. bu notkada surekli birbirinden ayrik konusmalar dogalligi bozabilirdi ve her ne kadar zorlayici bir faktor olduysa da dogallik acisindan dogrusu buydu.

    david strathairn acisindan soylenebilecek cok sey yok. karizmatik bir sigara icicisi olmasinin yaninda oyunculuk acisindan da karakterin hakkini veriyor. yasadigi tum soklar ve baskilar altinda verdigi tepkiler hicbir yapaylik hissi dogurmadi. ayrica goruntu acisindan stres ve baskinin hissettirilmesi konusunda basarili detaylar da mevcuttu.

    --- spoiler ---

    belirli noktalarda sidney lumet klasigi network benzeri bazi temalar da islendi ve zaten cok sevdigim bir film olan network'le bu bazi paralel donusler beni gercekten memnun etti. televizyonun temel amacinin ne oldugu, televizyonun etkisi ve insanlarin televizyondan bi sey ogrenip ogrenemeyecegi tartismalari o doneme ciddi anlamda etkisini vuran konulardi ve burada da oksuz birakilmadi.

    --- spoiler ---
  • türk televizyonlarında gösterilemeyecek filmdir.

    (bkz: televizyonda sigara sahnelerine yapilan sansur)
  • --- spoiler ---
    televizyonun, edward r. murrow'un ağzından, ışık saçan kablolu kutu olarak tanımlandığı bir finale sahip, beklediğimden çok daha iyi olan sinema filmi. söz konusu final konuşmasının sonu aşağıdaki gibidir.
    "... tv öğretebilir. aydınlatabilir ve ilham verebilir. ancak sadece insanlar bu amaçlar etrafında onu kullanmayı seçtikleri takdirde. yoksa, sadece ışık saçan kablolu bir kutu olur.
    iyi geceler, ve iyi şanslar."
    --- spoiler ---
  • salt medya eleştirisinin çok ötesine geçerek, düzenin bütününü eleştiren çok önemli film.

    --- spoiler ---
    filmde kim kaybetmiştir, senatör mccarthy mi yoksa murrow'mu? her ikisi de tabi ki, bu da düzenin kendini yeniden üretmesinin yoludur. mccarthy sistemin devamı için çalışan biriydi, murrow hatalarını ifşa etti. mccarthy kamuoyunun gözünde ve de senato da suçlu bulundu, murrow prime timedan uzaklaştırıldı. mccarthy sistemin adamıydı yem oldu, yeni mccarthyler görevi devraldı, onlara ne mi oldu? en yakın tarihten örneklersek ırakta işkence görüntülerinin ardından görevli subayın cezalandırılmıştır, ve de bugün hala sistematik biçimde işkenceye devam edilmektedir.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap