• sigmund freud'un gradiva'yla olan ilişkisini anlayabilmek için, michelangelo'nun şaheseri "musa" ile olan münasebetine de bakınız. rahmetli serol teber, türkiye'de freud'u en iyi anlayıp aktaranlardan biridir sanıyorum (yeri gelmişken, türkçedeki has incelemelerden biri olan melankoli'sini de analım). bir açık radyo hizmeti olan "didik didik freud" serisinde, doktorun musa yontusuyla kurduğu ilişkiyi de anlatır. fazlasını arayan, freud'un kâmuran şipal çevirisiyle yky'den çıkan "sanat ve sanatçılar üzerine" adlı derlemesine bakabilir. kitapta gradiva çözümlemesi mevcut. payel'den çıkan w. jensen'in gradiva'sında da aynı çözümleme bulunur. söz konusu çözümlemeyi teknik bulanları ise aşağıya alalım.

    musa yontusu üzerine yazmağa, önünü alamamaktan korktuğum için şimdilik bulaşmıyorum. freud'un ilgi/tutku alanları, nedense bizim de ilgi/tutku alanlarımız. ilgide, hezeyanvâri bir şey bulunur mu? ona da inşallah bir ara bakarız.

    ilgilisine:
    "şirk, bütün olmayıp da kısmî olana, sanki o bütün imiş gibi kıymet vermek, tapınmaktır."
    roger garaudy

    jensen'in gradiva'sının bir yerinde baş kadın karakter zoe, hezeyanlı âşığı hanold'ı "archaeopteryx"e benzetir. arkeopteriks, yunanca ilk kuş, en eski kuş, "uçabilen sürüngen" anlamına gelir. bu teşbih, "id"in süperego olduğu bir zamanı anlatır. tabii batı fikriyatında idin süperego olması başka şey, bizde başka.

    "âlemde tersine çakılmış nallar görür, esirlere padişah adı verildiğini duyarsın." rûmî

    zoe'nin babasının zoolog ve kertenkele avcısı olması da dikkate değerdir. gene bir rüyada, bir kuş ağzında sürüngenle yükselir. kuşlar, sürüngenlerle beslenir malum (yani sürüngenler de, kuşların onları yemesiyle kuşluğa yükselir). gradiva, tatsız bir çocukluk hatırasının (sürüngenin), tatlı bir yetişkinlik hayaline (kuşa) dönüşümünü anlatır. freud da der ki: hayallerimiz, aslında görece sevimsiz bilinçaltı hayaletlerimizin görece sevimli bir kılığa bürünüp bilincimizde boy göstermesidir. geçmişin geleceği şekillendirmesi diyelim, tam olsun. bu yüzden geçmişle hesaplaşmak, yüzleşmek, barışmak, affetmek önemlidir; ve bu faaliyetleri bir defa değil, bin defa (çünkü mazi, sürekli kılık değiştirip âna musallat olmak ister) yapmak gerekir.

    affetmekle ilgili, bir psikiyatrın zihin açıcı bir yazısına denk geldim, tam yeriymiş: http://drdogansahin.blogspot.com.tr/…ndirir-mi.html

    insanın mazisiyle olan çekişmeli ilişkisinde affetmek, kendine sevgi/merhamet gözüyle bakabilmekle ilgilidir. ben bu bakışı, görüntü dilinde gaze denilen bakışla ifade ediyorum. usta bir kamera, son derece dikkatli fakat yargısız bakar. insan da, kendine ve ötekine aynı anda hem dikkatli hem yargısız nazar edebildiği zaman, hakiki anlamda bir affetme faaliyetinde bulunur. böyle bir sevgi bakışına ulaşmış insanın, başkasını affetmeye ve başkası tarafından affedilmeye ihtiyacı kalmaz (ihtiyaç varsa, hezeyan da vardır). dolayısıyla buradaki affetme, yazıda bahsedilen nevrotik bir affetme eylemi değildir. hem affolunmayı hem affetmeyi kapsayan, bağımsız ve etkin bir iyileşmedir. (dikkat edelim: toplumsal yaralar da ancak bu tür bir kolektif bakışla şifa bulur!)

    iyileşmiş mazi âna dolar, âna ait olur. böylece, gelecekle ilgili bir tasarrufu kalmaz: kaçılanın olmayışı arzulananı da hükümsüz kılar. geçmiş/gelecek kaybolur, insanın içi dışına çıkar. hallaç, bilinçaltını pamuk gibi atar. "ve dağlar, atılmış renkli pamuklara döner." bunun için kâmil bir hallaç olmazsa olmazdır. hezeyansız insan nadirdir. hiçbir hezeyanlı/hasta kendi kendine ya da benzerlerinin yardımıyla iyileşemez. hasta olduğunu kabul etmeyeni hiçbir doktor iyileştiremez. iyi olacak hastanın doktor ayağına gelir. yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder. bu beşliyi anlayana sivrisinek oda orkestrası. (gülücük)
    hazır gülmüşken (bkz: hastalık/@atlantisten gelen zekiye)

    hayal ve hatıranın bu organik bağını doğru yerinden bağlamak, kişiyi (ve dahi toplumu) hatıralarından memnun, hayallerinden umutlu olmağa götürür. hayallerden umutlu olmak, onlardaki hezeyan sonucu gelişen ütopik vasfı ortadan kaldırır (aynı şekilde, hatıralardaki hamasi/epik vasfı da giderir). kişi; kendine, istidadına göre hayaller kurmaya başlayacağı için hayal kırıklığına uğrama olasılığı asgariye iner. hatta belki şöyle diyebiliriz: artık o kişi hayal kurmaz da, hayal onu kurar. hayal onu kurar ve hatıra onu hatırlar... kanımca bu da tam, ibn arabi'nin "yaratıcı muhayyile" olarak tanımladığı kavram alanına ait bir konu olur.
  • dün akşam rüyamda geçen bir temadır kendileri. rüyam şöyle:

    sanki ankara'daki hacı bayramın orası gibi bir yere sokakların arasından gitmeye çalışıyorum. yolun gidişatından ve eğiminden göz kararı istikameti tahmin ediyorum. tam bir yokuşu tırmanırken yan tarafta yola bakan ve kapı-penceresi açık kulubemsi bir yere gözüm takılıyor. burada ikamet eden şahsı tanıyormuşum.

    o da beni fark ediyor ve davet ediyor. önce dışarıda bir yerde oturuyoruz. iki tane kahve getiriyor. benim ise bir termos çayım var. ama çay yeterince sıcak olmayabilir. kahve küçük fincanlarda ve yarım dolu. içiyorum ama içinde bulgur gibi tanecikler var. bulgurun ne işi var kahvede? bu şahsa güvendiğim için kahvesini içiyorum. yoksa buralarda bir şey yenilmez ve içilmez. bana "son ağaca" kadar gittiğini söylüyor. bunun üzerine ben de "deniz, su" vs. bir takım semboller hakkında yorum yapmasını istiyorum ama o susuyor.

    sonra yola sıfır olan barakasına gidiyoruz. üst katında oturuyoruz. yola bakan pencere-kapıyı kapatıyor. dışardaki bir kadına da arayanlara "yok" demesini tenbihliyor. yalana cevaz vermesi hoşuma gitmiyor. belli ki, benimle görüşmeyi önemsiyor. sonra içeriye iki kişi geliyor. onların tiplerinden pek hoşlanmıyorum. çirkin metalci gibi görünümleri var. ev sahibinin önüne bıraktıkları kağıtta gradiva ve psiko-arkeoloji meselesi yazılı. içeri gelen tip "onu geçirecek misin?" diyor. sanki not verme meselesi var. ben "gradiva'yı okudum" diyorum
  • didik didik freud ıx: psikanaliz ve arkeoloji
    serol teber, şenol ayla
    15 kasım 2006

    şenol ayla kaldığımız yerden freud’a devam ediyoruz. geçen programda psiko-arkeolojiden söz etmiştik. freud’un arkasını dayadığı tarih ve arkeolojiden yola çıkmıştık. şimdi bunu da ayrıntılı göreceğiz. psiko-arkeoloji ne demek, önce bu kavramı açıklayabilir miyiz?

    serol teber evet, zannediyorum freud’u ve psikanalizi anlamak için bu kavram hayati önem taşıyor. freud’un kişiliğinin evrim sürecinde geçirdiği aşamaları anlamak açısından, onun italya, ama özellikle de roma gezileri çok önemli aşamalardır. düş yorumu’nu yazana kadar freud birkaç kez italya’ya gitmiş, ama roma’ya gitmeden, roma’nın 80 km doğusunda trasimeno kasabasında kalmış. tıpkı hanibal’in yaptığı gibi -burada şeytani bir refleksle hareket eder- orada kalır ve roma’ya girmez. 1900 yılında düş yorumu yazıldıktan sonra roma’ya girecektir ve hayran olacaktır. roma’nın arkeolojisini daha yakından görme olanağını bulacaktır. şimdi bugünkü konumuza biraz daha yaklaşacak olursak, psişik yapılanmaları kolay kavranabilir örneklerle anlatabilmek zorunluluğunun bir sonucu olarak, pek çok denemelerden sonra en çok başvurulan metafor arkeoloji olmuştur.

    şenol ayla ne demek bu?

    serol teber freud, bilinçdışını, bilinçaltını, ön bilinci -bir zamanlar kendi kullandığı tabirlerle- bilinci hem kendisine, hem okurlarına daha iyi anlatabilmek için ilk önce teleskop benzetmesini kullanmıştır. iç içe girdiği zaman tek bir parça olan, açıldığı zaman en az üç parçanın bir araya gelmesiyle uzun bir dürbün haline gelen teleskopa benzetmiştir bilinç yapılanmasını. ancak, bu çok fazla sürmemiş, arkeolojinin etkisi, arkeolojiye olan tutkusu ve arkeolojik bulguları biriktirme düşkünlüğü, onun psikolojiyi açıklamada arkeoloji benzetmesini kullanmakta karar kılmasına yol açmıştır. bu kaçınılmaz bir özellik ve boyuttur. çocukluk yaşantılarının, ergin insanın güncel yaşamını açıklamada çok önemli bulgular olduğu saptandıktan sonra, yaşanan güncel hayatın psikopatolojisini anlamada da geçmiş yaşantıların, geçmiş kültürlerin, arkeolojik bulguların önemi psikanalizde gittikçe belirginleşmiştir ve arkeolojiyle psikoloji arasında, sonradan freud’un sürekli altını çizeceği psiko-arkeoloji bağlantısı ortaya çıkmıştır. tam da freud bunlarla uğraşırken girit ve truva bulgularının yayınlanması, mısır’daki yeni bulgular, roma’daki, pompei’deki yeni bulgular freud’un arkeolojiye olan tutkunluğunu artırmıştır tabii.

    şenol ayla pompei’nin özel bir yeri var galiba, bilimsel bir peri masalı adlı kitabında da belirttiğin gibi.

    serol teber pompei ile freud’un ilişkisi çok özel bir ilişki. freud yoğun melankolik dönemlerinde, kendini iç mekâna hapsettiği dönemlerde, daha önceki konuşmalarımızda söylediğimiz gibi, odasını bir müze haline getirmiştir. bu müzenin içine kapanır, büyük çoğunluğu orijinal olan, en az birkaç bin arkeolojik kalıntı ile oluşturduğu bu müzede, hastalarında, en temeldeki, bilinçdışındaki belirtileri, bir tür truva hazinesini keşfedercesine kat kat kazmaya çalışır. bu sırada tam oturduğu koltuğun karşısındaki duvarda bir rölyef vardır. gradiva rölyefi olarak, hem psikoloji hem de edebiyat tarihine geçen, sonraları bütün kültür tarihinin vazgeçilmez başyapıtlarından biri olan gradiva’yı seyretmeye başlar. nikotine olan tutkunluğuyla gradiva’ya olan tutkunluğunun neredeyse at başı gittiğini söyler. bir puro içer, dumanını üfler ve gradiva’nın yürüyüşünün ardına takılır. tabii ki düşlerinde.

    şenol ayla gradiva kim?

    serol teber gradiva, pompeili bir kız ya da psikanaliz söylemindeki adıyla “küller altından çıkan aşkın tanrıçası”. bu rölyef, arkeolojiyle psikanaliz ve sanatla edebiyat arasında kurulan en güzel köprülerden birini oluşturur. freud ilerleyen yaşına rağmen dakikalarca gradiva’yı seyretmekten kendisini alamaz.

    gradiva, wilhelm jensen adlı bir alman yazarın 1903 yılında yazdığı bir romandır. gradiva’nın diğer bir adı bir pompei fantezisi’dir. olasılıkla bu romanı carl gustav jung, freud’a 1906 yılında okuması için vermiş, freud daha eline alıp birkaç sayfa çevirdikten sonra romana hayran kalmış ve 1906 yılının haziran-temmuz aylarında küçük bir çalışma yazmış ve 1907’de gradiva yapıtı yayınladıktan sonra hemen modern klasikler arasına karışmıştır.

    roman, bir arkeologla ilgili, hem bir arkeoloji çalışması kadar ayrıntılı olarak arkeoloji üzerine bilgi veriyor, hem de psikanaliz çalışması kadar da insan psikolojisi üzerine bilgiler veriyor. burada anıların bastırılışını, bilinçdışı özlemleri, buralardan kaynaklanan hezeyan ve sanrısal boyutlara varan psikoz öncesi gerilimleri, sonra bunların düşler yoluyla insanın bilincine çıkışı ya da çıkma yolları arayışı ve bunun farkına varan insanın da bu bilinçdışı gerilimin asıl kaynağının peşinden koşma serüveni gibi yorumlayabiliriz. yani şaşırtıcı bir psikanaliz örneğidir. freud da bunu bir yazarın bulmasını hayranlıkla selamlamıştır sürekli olarak.

    romanın kahramanı, arkeolog norbert hanold’dur. genç bir arkeolog. bir gün roma arkeoloji müzesi’ni gezerken orada bir rölyef görür. bu rölyef genç bir kadını yürürken göstermektedir. kadın olasılıkla taşların üzerinden sekerek yolun bir tarafından öbür tarafa doğru geçmektedir. elleriyle pilili eteklerini hafifçe yukarıya doğru kaldırmıştır, ayaklarında sandalet vardır, bir ayağı tümüyle yere basmıştır, öbür ayağının parmak uçları yere dokunmaktadır ama ayağını tabanıyla topuğu zeminle neredeyse 90 derecelik bir açı oluşturacak şekilde yukarı doğru kaldırmıştır. bu görünüm gravüre olağanüstü bir çekicilik ve gizem katmıştır. genç arkeolog gravürü gördükten sonra kendisinin de uzun zaman açıklayamayacağı bir büyünün etkisine kapılır.

    rölyefin bir kopyasını büyük zorluklarla elde edip evine koyar. ama o günden sonra da yaşamı aşağı yukarı sürekli olarak bu gravürü izlemekle geçer. büyük olasılıkla antik grek kökenli bir genç kadın olduğunu düşünür. ama sonra birdenbire pompeili olabileceğini, soylu bir aileden geldiğini ve yağmurdan ıslanmasın diye eteklerini kaldırarak karşıdan karşıya geçmekte olduğunu varsayar. o zamana kadar tümüyle mesleğiyle ilgilenen genç arkeolog, o günden sonra garip bir şekilde, artık sokaktaki kadınların da yürüyüşlerine dikkat etmeye başlar. dış dünyaya kapalı olan bir insan bir anda bir miktar dış dünyaya açılır gibi olur, ama bunların hiçbirinin farkında değildir. günlerden bir gün bir düş görür; düşünde ms 79 yılında, pompei’ye vezüv’den çıkan küllerin yağdığı felaket günüdür; o gün tesadüfen arkeolog da pompei’dedir. ama olacak felaketi bilmektedir. genç kadını görür, ardından koşar ve onu uyarır; “buradan kaç, felaket geliyor” diye. kadın oralı olmaz, gider tapınağın mermerleri üzerine yatar ve o dakikalarda zaten küller yağmaya başlamıştır ve kadın mermerleşir. kan ter içinde uykusundan uyanan arkeolog, uyandığı zaman bile, neredeyse, pompei kentindeki gürültüleri duymaya devam eder. fakat kalktığında bakar ki cam açıktır ve çarşıdan gelen seslerdir kulağındaki gürültüler. camı kapamak için dışarı uzanır fakat karşı kaldırımda, rölyefteki genç kadına, gradiva’ya, -bu kadına latince olarak “ileriye doğru giden genç kız” anlamına gelen gradiva adını vermiştir- benzeyen bir kadın gitmektedir. son derece uygunsuz yatak giysileri içinde sokağa çıkar, kadının ardına düşer ama kaçırır. uygunsuz giysilerine dışarıdaki insanların alaylarına maruz kalır, geri döner, bu arayışından vazgeçer. ama gradiva düşüncesi kafasından çıkmaz. alelacele üniversiteye kapsamlı bir proje sunar ve roma’ya gitmek istediğini, roma’da bir araştırma yapmak istediğini bildirir. önerisi kabul olur ve yaz tatilinde alelacele roma’ya gider.

    roma’ya gelir ve hızla napoli’ye geçer ve kendini yoğun sıcağa ve öğlen sıcağına rağmen pompei’de bulur. neredeyse bu araları kendisi bilinçli olarak yaşamamıştır. pompei’de dolaşırken birden gradiva’ya benzeyen bir kadının gerçekten de sokakta karşıdan karşıya geçmekte olduğunu görür. hızla kadının ardına düşer. diğer bir sokakta karşılaşırlar. arkeolog, pompeililerin neredeyse 2000 yıl sonra tekrar yaşama döndüklerini düşünmeye başlayacak ölçüde hezeyanlar ve sanrılar içindedir. gördüğünün gerçek mi düş mü olduğunun farkında değildir. ilk önce genç kadına yaklaşıp grekçe bir şeyler söylemeye çalışır. kadın hiç yanıt vermez, ardından latince söyler. genç kadın gülümser, “eğer benimle konuşmak istiyorsan almanca konuş” der. genç kadın, gradiva, almanca bilmektedir. biraz sonra da kendisiyle ertesi gün öğlen buluşabileceklerini söyler ve ayrılırlar. tabii ki izleyen saatlerde arkeologun nasıl bir ruhsal durum içinde olduğunu düşünmemiz kolay. bir paranoid psikozun prepsikotik dönemine girmek üzeredir. kadının canlı mı cansız mı olduğunu henüz bilmemekte, pompei’deki hayat yeniden geriye mi dönüyor, yoksa dönmüyor mu, onu da mesleki bilgileriyle de bağdaştıramamaktadır bir türlü. ertesi gün öğlen, sözleşilen yere geldiğinde genç kadın elinde o bölgede ölülere ve gelinlere verilen beyaz bir çiçekle gelir, arkeologa bunu verir ve pompei’ye nasıl geldiğini arkeologun ağzından dinlemek ister. burada bir parantez açıp yazarın, wilhelm jensen’in, şaşırtıcı bir öngörüyle, neredeyse freud’la aynı zamanlarda, belki de ondan biraz önce, serbest çağrışım yöntemini bulduğunu freud yazısında belirtir, “inanılmaz bir şey bu” der. gradiva, arkeologa içinde bulunduğu psikopatik durumu sezinleyerek, serbest çağrışım yöntemini uygulamaktadır, belki de freud’un muayenehanesinde uyguladığından çok daha güzel bir biçimde. zaten freud bunu söyler “avantajları benden çok daha büyüktü gradiva’nın” der, “çünkü ben, sıradan, tanımadığım insanlara bunu uyguluyorum, gradiva ise sevdiği ya da tanıdığı bir erkeğe.” tabii biz bunları romanın bu bölümünde şimdilik bilmezlikten gelelim. biraz daha konuştuktan sonra gradiva arkeologla, yeniden buluşmak üzere ayrılırlar. genç arkeolog gradiva’nın kim olduğunu bizler gibi bilmemektedir. ertesi gün söz verilen yere geldiğinde, aynı üniversitede çalıştığı bir zooloji öğretim üyesinin oralarda gezindiğini görür, ona hayretle, neden buralarda olduğunu sorar ve adam ona ancak o bölgelerde bulunan bir kertenkeleyi bulmak için pompei’ye geldiğini söyler. ayrılır, ilerde gradiva’yı yeniden görür. genç kadın bu sefer öğlen birlikte yemek yiyebilmeleri için kâğıda sarılı ekmek de getirmiştir. birlikte karşı karşıya otururlar ve gradiva serbest çağrışım yöntemini bir parça uygulamaya başlar, yeniden onun biyografisini öğrenmek ister ve bir ara “hatırlıyor musun?” der, “-çok çok eskiden biz seninle bir kez daha böylesi yerlerde yemek yemiştik.” arkeolog bir şeylerin farkına varır gibidir, ama sadece gibidir. daha fazlasını bilmez, hâlâ gradiva’nın canlı olup olmadığını bilmemektedir. sonra bir ara genç kadının sol eli dizinin üzerinde durur, üzerindeyken oraya sinek konar ve arkeolog o sineği kovmak amacıyla ya da bahanesiyle diyelim, kadının parmaklarına dokununca onun sıcak ve canlı olduğunu görür. bu sefer hezeyanları biraz daha artmıştır ve pompeililerin, taşlaşmış 2000 yıllık pompeililerin canlanmak üzere olduğu kuşkusuna kapılır. o zaman gradiva adını taktığı genç kadın biraz daha ileri gidip, genç arkeologu biraz daha fazla tedavi etme gereğini görür ve kendisinin biraz önce rastladığı zoologun kızı olduğunu, aynı şehirde oturduklarını, adının zoe bertgang, yürüyen, ileri giden, ışıldayan anlamına geldiğini ve ikisinin çocukluk arkadaşı olduklarını, hatta birbirlerinin ilk sevgilileri olduklarını yavaş yavaş söylemeye başlar. adam bunun farkına varır ve bastırılmış anılar adım adım, kare kare bilince gelmeye başlar. gradiva devam eder konuşmasına ve serbest çağrışım metodunu, belki de freud’dan daha iyi uygulayarak genç arkeolog norbert hanold’u içinde bulunduğu paranoid psikozdan ya da girmek üzere olduğu paranoid psikozdan çıkarmaya çalışır ve ona birlikte yaşadıkları çocukluk günlerini, ilk aşklarını anlatır, sonra biraz sitemkâr, “tabii ki siz arkeolojiye başladıktan sonra mesleki aşkınız, yanınızdaki diğer bütün aşkları gölgeledi ve çevrenizde olup bitenlerden hiç haberiniz olmadı, ne zaman ki siz bir rölyefte yani mesleğiniz ile ilgili bir konuda içinizdeki dürtülerin sesini duymaya başladınız, ondan sonra çevrenize bakıp bunun gerçek gizini, gerçek nedenlerini gördünüz. aslında sen pompei’ye benim ayak izlerimi aramak için değil, bizzat beni bulmak için geldin, ama bunu kendine kabul ettirebilmek için mesleki bir gerekçe bulman lazımdı, bu yoldan da arkeoloji ile kendi cinsel dürtülerini, cinsel arzularını bağdaştırdın. hem mesleğini kurtardın, hem tozlar altından pompei’nin tozları altından bizi kurtardın, ilk çocukluk aşkını çıkardın, bizi kurtardın” der.

    şenol ayla akıllı bir kadın değil mi?

    serol teber son derece akıllı ve güzel. o zaman arkeologun bir tek ricası olur. “bari bir kerecik olsun bu gradiva rölyefindeki gibi yürür müsün?” der. kız onu kırmaz. aynı pozda yürür. gerçekten de gradiva kadar güzel yürümektedir. ama bu kez ayağında eski pompei sandaletleri değil, çağdaş italyan yapımı kum rengi ayakkabıları vardır.

    şenol ayla böylelikle arkeologumuz da gerçekten deneyerek gerçek aşkının o olduğuna inanır.

    serol teber inanır ve sağlığına kavuşur. burada freud’un yaptığı çıkarsamalar çok yücelticidir. aynı zamanda da çağ açıcıdır bir anlamda. freud’la gradiva’nın yazarı mektuplaşırlar bir süre. çok iyi anlaşılmayan nedenlerle yazar freud’a çok yakın davranmaz, biraz çekingendir, biraz geri çeker kendini. oysa freud onunla gerçekten dost olmak istemektedir, bilgi alışverişi yapmak istemektedir. ama bu gerçekleşmez. freud yazdıklarında ve diğer yapıtlarında, “görüldüğü gibi sanatçı her zaman bilim insanından daha önde gider ve gökyüzü ile yeryüzü arasında olup biteni sanatçı her zaman bilim insanından daha önce görür, bilir ve bunları bize anlatır. ondan sonradır ki bilim bunları bazı yasallıklarla, bilimsel bir peri masalı şeklinde formüle etmeye çalışır” der. freud’un bu yazdıkları okunduktan sonra, özellikle resim ve edebiyat alanında, neredeyse bir psikanaliz patlaması olur, böyle söylemek hoş bir şey değil ama caiz, çünkü sürrealistlerin en büyük esin kaynaklarından biri hem bu yapıttır, hem de bu yapıtın yorumudur. düşlerinde gördüklerini anında resimlemek aşkıyla pek çok sürrealist, -örneğin dali- yatağının başucuna boş bir tuval ve elinde fırçalarla yatağa girer ki herhangi bir düş görürse anında kalkıp onları resimleyebilsin diye.

    bir çığır açılır. sürrealistlerin öncüsü andre breton’dur. breton’un ünlü nadja romanı da bize gradiva’yı çağrıştırır zaten. ardından thomas mann’ın, venedik’te ölüm, büyülü dağ gibi yapıtları gelir. yani edebiyat alanı ile psikanaliz bu yapıttan sonra neredeyse gerçekten b, bütünüyle buluşurlar.

    şenol ayla jung, jensen’in başka romanlarını da okumuş.

    serol teber o da esinlenmiş. diğer romanlarında da jensen benzer metaforlar yazar, hatta jung bunların bir kısmını jensen’ın yaşadığını sanmış, jensen’le dolaylı yollardan haberleşmeleri esnasında jensen, kendi yaşantısından da yansımalar olduğunu doğrulamış, , ama bunun gizi tam ortaya çıkamamıştır. söylediğim gibi jensen biraz kendini çekmiştir. bunları anlatmaktan, bir anlamda kendini ele vermekten kaçınmıştır.

    şenol ayla anlaşılabilir bir kaygı. pompei kadar önemli bir diğer yer de truva freud için. neler ilgilendiriyor freud’u truva’da?

    serol teber tek cümlede özetlersek, neredeyse freud’un yaşamında en çok kıskandığı, ama sözcüğün tam, gerçek anlamıyla kıskandığı insanlardan biri, belki de birincisi schliemann olmuştur ve bunu yazmıştır. o’nun bulguları, onun çağ açıcı kazıları freud’u viyana’daki berggasse’deki odasında neredeyse tepindirmeye başlamıştır okudukça. schliemann’ın biyografisi freud’unkine bir ölçüde benzerlik gösterir. o da çocukluk yaşında 8-10 yaşlarındayken babasının kendisine verdiği bir resimli dünya tarihi’nden homeros’un ilyada destanı’nı okur ve orada bir ressamın sanal olarak çizdiği truva harabelerinin gerçek olup olmadığını babasına sorar. babası, “oğlum bunların hepsi hayal ürünüdür, fantezidir. bunlarla gerçekliğin ilgisi yok. bu konuda bir şey bilinmiyor” diye yanıt vermesine rağmen, schliemann, “bu kadar güzel şeylerin hayal ürünü olması mümkün değildir, ben bunları bir gün mutlaka bulacağım” diye şaşırtıcı bir öngörüyle ve ısrarla, henüz çocukluk yaşında, hızla grekçe öğrenir. zaten dil öğrenme konusunda schliemann tam bir yetenektir. almanca’dan grekçe’ye, latince’den rusça’ya hatta bir miktar türkçe’ye kadar, hatta ara diyalektlerini ve yöre konuşmalarını öğrenir ve bütün bunlarla homeros’u ezbere okur. grekçe’yle, rusça’yla, latince’yle, almanca’yla ve bir miktar türkçe’yle homeros’u ezbere okuyacak kadar bilir. ama bir yandan da büyük bir yoksulluk içindedir. amerika’ya gidip orada çalışmak için yola çıkar ama gemi yolda batar, hollanda’ya sığınmak zorunda kaldıklarında şaşırtıcı biçimde zengin olur, çalıştığı firma rusya’ya barut yapımında kullanılmak için anilin satmaktadır. o sırada kırım savaşı çıkar ve kırım savaşı için firma elindeki bütün malzemeyi rusya’ya satar ve schliemann olağanüstü bir servetin sahibi olur. ama genç yaşlarında 46-48 yaşlarında “şimdiye kadar para kazanmak için çalıştım, bundan sonra düşlerimi gerçekleştirmek için çalışacağım” diyerek, bütün işlerini bırakıp korfu adası’na gelir ve homeros’un destanlarından iz sürmeye başlar.

    şenol ayla truva’nın ortaya çıkarılmasını bir anlamda kırım savaşı’na ve silah ticaretine mi borçluyuz?

    serol teber öyle söylemek istemem, ama schliemann’ın zengin olmasının nedeni bu, gerçek bu.

    korfu’ya gelir. burada odisseus’un izini sürmeye başlar ve homeros’un kendisini yanıltmadığını görür. homeros şaşırtıcı ölçülerde doğru kerteriz noktaları vermiştir destanlarında. oradan çanakkale’ye geçer. schliemann geldiği zaman, bugünkü truva harabelerinin bulunduğu yerde arkeologlar orada kazı yapmaktadırlar. schliemann arkeolog değildir, sadece çılgın bir homer hayranıdır, ve güvenir homer’e. “homer yalan söylemez ve homer insanı aldatmaz” diye yazar.

    şenol ayla şairden çok tarihçi gibi görüyor.

    serol teber evet tarihçi gibi görür, ve ingilizlerin çeşitli yerlerde yapmakta olduğu kazıların yanlış bölgelerde olduğunu düşünür. burada ona çıkış noktası da homer’dir yine, homer, aşil ile hektor’un ünlü savaşlarını anlatırken, hektor’un arkasında bulunan dağların ya da bugün kara menderes adıyla anılan nehirlerin, destan kahramanlarının sağında mı, solunda mı olduğunu, inanılmaz bir doğrulukla anlatır. schliemann buraları gezer ve truva’nın bulunması gereken yeri gösterir ve orada bugün, “schliemann yarığı” diye adlandırılan, arkeoloji bilimi bakımından hatalı bulunan bir kazı yapar. bir yığın şeyi -katmanları- harap etmiştir belki. ama bazı şansların da iyi gitmesiyle gerçekten priamus’un hazinesi dediği, hazineyi bulur ki freud bu buluntuları ayrıntılarıyla ezberlemiştir ve dediğim gibi kıskançlıkla schliemann’ın serüvenlerini okumaktadır ve kendisini sürekli olarak schliemann’a ile benzetir. “ben de psikolojinin schliemann’ıyım” der. “katman katman bilinçdışına ineceğim ve priamus’un hazinesini bulacağım” diye arkadaşlarına, dostlarına yazdığı mektuplarda belirtir. burada belki bir bir kere daha anımsatmamız lazım; çocukluk tutkuları. schliemann’ın çocukluk tutkusu, onun mitolojiye olan tutkusu, homeros’a olan tutkusu, arkeolojiye olan tutkusunu getirir. schliemann tutkuları freud’a yansır. freud’un da antik grek trajedilerine yaklaşmasının ana nedenlerinden biri olur, o’nu sofokles’e, yani oidipus kompleksine yaklaştırır, yani psikanalize yaklaştırır ve siklus bu şekilde devam edip sanatçıların üzerinden tekrar dünya kültürüne yansır. buraya gelmişken, amerikalı bir şair, yazar hilda doolittle’ın bütün bu yansımaların toplamının tekrar bir tür truva hazinesi şeklinde freud’un muayene odasında toplanmasına ilişkin -ki 3000’e yakın buluntuyu kapsıyor bu koleksiyon- anıları var freud’la ilgili olarak. özel olarak amerika’dan kalkmış, analiz olmaya freud’a gelmiş.

    başka hiçbir art niyeti yok. “ben, bu büyük üstatla, iki kişi arasında konuşulabilecek en mahrem şeyleri konuşmak için muayene odasına girdiğimde, raflarda, masaların üzerinde, kitaplıkların içine doldurulmuş binlerce tarihi kalıntının tanıklığında, neredeyse tarihin gözetiminde yaşam öykümü anlatmaya başladım.”

    şenol ayla bu da iyi bir tarih sonuçta. bugünkü programı bitiriyoruz. haftaya görüşmek üzere hoşça kalın.

    serol teber hoşça kalın.

    (28 haziran 2006’da açık radyo’da yayınlanmıştır.)

    http://acikradyo.com.tr/…ix-psikanaliz-ve-arkeoloji
  • latince yuruyen kadın anlamina gelen, pompeili bir kız ya da psikanaliz söylemindeki adıyla “küller altından çıkan aşkın tanrıçası” anlaminda bir rölyef. bu rölyefin önemi; psikanaliz, sanat ve edebiyat arasındaki en güzel köprülerden birini oluşturmuş olması. freud en büyük hayranlarındanmış.

    daha ayrıntılı bilgi için: http://www.acikradyo.com.tr/…mv=a&aid=16183&cas=942 --- link çalışmıyor.
    meraklısı için bu da resmi: http://upload.wikimedia.org/…4/gradiva-p1030638.jpg

    düzeltme için sanbo'ya teşekkürler.
  • (bkz: leos carax)
    ve kültür tarihinde bir gradiva incelemesi.
  • bu rölyef alain robbe-grillet' in de aklını almıştır ve wilhelm jensen'in romanından, aynı isimle, hatta biraz fazlasıyla gradiva c'est gradiva qui vous appelle - it's gradiva who is calling you isimli bir filme imza atmıştır. pompeili kızımız bu kadar sanatçının kalbine girince insanın ister istemez "o nasıl yürümekmiş öyle" diyesi geliyor.
  • ileriye doğru yürüyen kadın
    gönlüm ardınca sürünür
    söyle bana nedir adın

    istikamet üzere olan kadın
    bu yol seninle yürünür
    kalbimde daim yâdın

    beni peşine takmış olan kadın
    kimi zaman sırra bürünür
    söyle bana nedir adın

    dur söyleme
    ben tahmin edeyim
    "gradiva" olmasın sakın

    çok da şiir yazacak havada değildim ama şu entry(bkz: #45688394) için şiddetli bir şekilde yazma ihtiyacı duydum. pek olmadı ama artık idare edin. sonuçta maksat hasıl oldu.

    gradiva da neyin nesi diyenlere:

    genç bir arkeolog. bir gün roma arkeoloji müzesi’ni gezerken orada bir rölyef görür. bu rölyef genç bir kadını yürürken göstermektedir. kadın olasılıkla taşların üzerinden sekerek yolun bir tarafından öbür tarafa doğru geçmektedir. elleriyle pilili eteklerini hafifçe yukarıya doğru kaldırmıştır, ayaklarında sandalet vardır, bir ayağı tümüyle yere basmıştır, öbür ayağının parmak uçları yere dokunmaktadır ama ayağını tabanıyla topuğu zeminle neredeyse 90 derecelik bir açı oluşturacak şekilde yukarı doğru kaldırmıştır. bu görünüm gravüre olağanüstü bir çekicilik ve gizem katmıştır. genç arkeolog gravürü gördükten sonra kendisinin de uzun zaman açıklayamayacağı bir büyünün etkisine kapılır. ayrıntı isteyenler
  • kalbimin üstüne basmadan geçme gradiva,
    sandaletinin izini fosilleştirip saklayım..
    günahlarla beyhude geçen bu anlamsız ömrümü,
    ayaklarına turap olarak aklayım..
  • wilhelm jensen'in kitabının çözümlemesini yaptığı "sırlar ve düşler 'gradiva'" da serbest çağrışımın freud'un beslendiği esas kaynaklardan biri olan edebiyatla ilintisi görülebilir. gradiva'yı uzun saatler izlediği söylenir freud'un. ayağının açısıbileğinin kıvrımı tey tey tey.
  • erkek kadına bakarak elest alemini hatırlayabilir, hakikate merak sarabilir böylece. çünkü kadın cemal tecellisidir. elest aleminde allah'ın cemal'i etkisi altında kaldığımız için güzel olan şeyler, bize o alemi yeniden hatırlatabilirler.
    örneğin gradiva bir tür kapıdır. ona bakan bir erkek çok etkilenebilir. bir erkek ona bakınca sadece bir kadını görmüyor, tarif edemediği bir his yaşıyor. bu his aslında elest aleminden ruhda kalan bir hatıra. bir erkek ona bakınca o zamanlarını hatırlarmış gibi oluyor.

    yani gradiva bir hatırlatıcı. o zamandan(alemden) bu zamana(aleme) açılan bir kapı gibi.
    aynı kapı bir çok güzel şeyle de açılabilir kişiye. bazen bir çiçekle, bazen gökyüzüyle, bazen denizle...

    gradiva gibi hatırlatıcı şeylerde hem açıklık hem kapalılık oluyor. yani onu herkes göremiyor. gradiva'nın elbisesi kapalı ve uzun, hatta saçı bile kapalı. ama ön tarafı açık. saçının uçlarının gözükmesi, ayaklarının sandalet giydiği için gözükmesi hep aynı zamanda kapalı bir perdenin aralanmasını hatırlatıyor. bacağının doksan derecelik duruşunun elbiseden belli olması bile yine cemal tecellisinin üzerindeki perde anlamına gelebilir. yani perde ardında saklı bir tecelli gibi.
    gradiva'nın çoğunlukla kapalı ama biraz açık oluşu onun cemal tecellisini yansıttığını, elest alemini hatırlatan perdeyi aralama anlamına geldiğini gösterebilir. zaten elbisesi bile sanki perde gibi. perde kadında aralanıyor, erkek ona bakarak elest alemini hatırlıyor.
    hem kapalı hem açık ama daha çok kapalı. sır gibi.

    "bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. gözümün nuru ise namazda kılındı."

    hadisinde kadının peygamber efendimize sevdirilmesi, cemal tecellisi ve elest alemini hatırlattığı için olabilir.

    hz.isa melek gibidir. onun kadınlarla işi olmaz. bu noktada kadın faktörü kaybedildiği için marifette çok büyük düşüşler yaşanır. peygamber efendimizin marifeti ile hz.isa'nın marifeti çok farklıdır. peygamber efendimizin marifeti en üst seviyededir.

    perde ardındaki an
    ruhu içine çeken
    ezelde üflenen sır
    varlığa yerleşen

    geçmişin gölgesi
    ilk ana götürdü
    ezeldeki güzelliği
    hatırlattı ruha

    isnetus'un kadın(bkz: #88556984)entrysinden:

    "kadın, allah'ın tekvin sıfatının mazharıdır. bu nedenle kadında allah'ı müşahade en kamil müşahade olduğunu beyan eder muhyiddin ibn arabi hz."
    .

    "resulullah efendimiz " bana dünyanızdan üç şey sevdirildi , kadınlar , güzel koku ve gözümün nuru namaz "buyurmaktadır.
    kadında allah'ı müşahade en kamil müşahade olduğundan allah , resulullah efendimize kadınları sevdirmiştir ki müşahadesi kemal bulsun. "

    "allah , insan için yine insan sureti üzere başka bir şahsı üretti ona da kadın adını verdi. kadın kendi sureti üzere zahir olunca ona müştak oldu. bu hal bir şeyin kendi nefsine iştiyak duymasıdır. kadının erkeğe vurgunluğu da bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür.şu izahımıza göre insana kadın sevdirildi. çünkü allah da bizzat kendi sureti üzere halk ettiği kimseye(âdeme) muhabbet gösterdi."

    "şu duruma göre hak , erkek ve kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. bu arada erkek , kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan rabbi'ne müştak oldu. şu halde allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. o halde erkeğin muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı hem de kendisini yaratan hakk'a karşı oldu. işte bunun için hazreti peygamber ' bana kadın sevdirildi ' buyurdu. çünkü kendi sevgisi ancak rabbi'nin suretiyle ilgili olduğundan kendi nefsinden bahisle ' ben sevdim ' demedi. bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile allah'a nispet etti. çünkü hazreti peygamber kadın sevgisini , allah'ın kendi sureti üzere olan insana sevgisi gibi, ilahi ahlaka uymak için dilemiştir."
    .

    "şu halde erkeğin hakkı görüşü kadında daha tam ve kamil olur. çünkü o hakkı hem etken hem de edilgin olması bakımından görür. kendi nefsinden görüşü ile bilhassa erkeğin edilgin olması dolayısıyladır. işte bu sebeple hz. peygamber hakk’ın kadında bu tam görünüşünden dolayı kadına muhabbet etti. çünkü hak , maddeden ayrı olarak ebediyen görülmez. zira allah , zatı itibariyle alemlerden ganidir.

    demek ki hakk’ı görüş bir bakımdan imkansızdır ve görünüş ancak madde de mümkün olacağından hakk’ın kadında görünüşü şuhudun(görüşün) en büyük ve mükemmel derecesidir."
hesabın var mı? giriş yap