• 17 nisan 1890'da girit’te doğdu. amcası sadrazam, babası atina sefiriydi. 5 yaşına kadar atina’da büyüdü. ''orada yanağıma bir tokat yemişim gibi akdeniz’in büyüsüyle çarpıldım'' dediği faleron (paleo faliro) kıyısındaki bir evde yaşadı. ağabeysinin genç yaştaki ölümünden sonra babası şakir paşa devlet görevlerinden ayrılıp büyükada’ya taşındı. köşkün tavanarası resim çizen cevat şakir’in atölyesi olarak düzenlendi. ingiliz ve fransız, iki mürebbiyesi vardı. herkesin en az iki yabancı dil bildiği, bir müzik aletini çok iyi kullandığı, bir ucunda büyük başarılara imza atmış askerler, diğer ucunda ilkleri başarmış sanatçıların yetiştiği türkiye’nin en renkli ve belki de ''en çılgın'' ailesinin en gözde çocuğu olarak yetiştirildi.

    1900'de robert kolej’e başladı. neredeyse tüm zamanını okuyarak geçirdiği için okul yönetimi tarafından kütüphaneye girmesi yasaklandı, arkadaşlarına sipariş verip el feneriyle yatağın içinde okumaya devam etti. 1904'te ingilizceden ilk çevirisi ikdam'da çıktı.

    üniversite eğitimi için portsmouth’taki denizcilik okuluna gitmek istiyordu ama babasının üstelemesiyle oxford’da yakın çağlar tarihi okudu. zamanının çoğunu başta italya olmak üzere ispanya ve fransa’da geçiriyor, sanat çevreleriyle tanışıyor, resim kurslarına katılıyordu. kurslarda ''müthiş empresyonist türk'' diye tanınıyordu. ispanyol sanatçı pilar’dan bir oğlu oldu. çok sonraları oğlunun daha çiçeği burnundayken ispanya iç savaşı’nda öldüğünü öğrendi. roma güzel sanatlar akademisi’nde modellik yapan agnesia kafiera’ya aşık oldu. 1912'de evlendiler ve hamile karısıyla büyükada’ya döndü. kızlarının adını mutahhara (temizlenmiş) koydular. cevat şakir, sanayi-i nefise mektebi'nde minyatür, gravür, tezhip eğitimi alıyor, bir yandan da gazete ve dergilere çeviriler ve yazılar hazırlıyordu.

    1914'de babasının memleketi afyonkarahisar'a, kabaağaçlı çiftliği'ne taşındılar. burada yaşanan bir tartışma sırasında oğluna silah çeken şakir paşa, oğlunun elindeki tabancadan çıkan tek nefsi müdafaa kurşunuyla öldü. cevat şakir, 15 yıl hapis cezası aldı. hapishanede verem oldu, o yıl çıkan genel afla 7 yıl hapis sonunda serbest bırakıldı. agnesia çocuğunu alıp italya'ya dönmüştü. dayısının kızı hamdiye hanımla evlenip üsküdar’a yerleşti. 1924’te oğlu sina doğdu. babıali’de anadolu’daki kurtuluş hareketini destekleyen ''güleryüz'', resimli ay, ''resimli gazete'' gibi dergi ve gazetelere yazılar yazıp; resim, tezhip, illüstrasyon ve karikatürler çizdi. türk medyasının ilk resimli dergi kapağını yapmasının yanı sıra ilk grafik tasarımcılarından da biriydi. o yıllarda molla gürani dergahı'nda rufai dervişliği de yaptı.

    1925'de asker kaçaklarının istiklal mahkemesi’nce idam edilmelerini konu alan bir yazısı nedeniyle resimli hafta dergisinin genel yayın yönetmeni zekeriya sertel ile birlikte istiklal mahkemesi’nde idam istemiyle yargılandı. üç yıl kürek mahkumluğu cezası ile bodrum'a sürgün edildi. ankara’dan bodrum’a teslim edilmek üzere tren, otobüs, araba, at sırtında ve yayan olarak devam eden yolculuğu üç buçuk ay sürdü. sonunda bodrum’a vardığında, denizden gelen köpüklü dalgalarla başbaşa kaldığı anda dizlerinin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağladı. içinde bir milyar kuşun sevinçle cıvıldadığını duydu, irkildi, dikilip ayağa kalktı. cevat şakir olarak yığıldığı yerden ayağa kalkan o adam, artık halikarnas balıkçısı’ydı.

    1927'de balıkçı’nın cezasının son bir buçuk yılını istanbul’da çekmesi kararı verildi. bodrum’da öyle büyük bir dönüşüm yaşamıştı ki onun için gerçek sürgün istanbul oldu. 1929'da bodrum'a geri döndü. hamdiye hanımdan boşanıp girit göçmeni hatice hanımla evlendi. ''hatico''dan üç çocuğu oldu: ismet, aliye ve suat. bodrum’da kesintisiz geçirdiği 20 yıl boyunca ya keşif ve balıkçılık için denize açıldı ya da bodrum’un doğası ve toprağıyla uğraştı. gazete ve dergiler için yazılarına, resim ve çevirilerine de devam etti. aralarında türk edebiyatını derinden etkilemiş eserlerin de bulunduğu 7 roman, 9 öykü, 10 inceleme, 1 anı, 1 mektup, 2 çocuk, 13 çeviri kitabı yayınlandı. ama asıl başyapıtı bodrum’daki yaşamı oldu. 1945'de, aydın arkadaşlarıyla birlikte ilk mavi yolculuk gezisini başlattı.

    1947'de, çocuklarının eğitimlerine devam edebilmeleri için izmir’e taşınmak zorunda kaldı. taşınma günü; bugün bodrum'a dair meşhur sözlerinin tabelasının ve el sallayıp merhaba diyen güleç yüzlü heykelinin bulunduğu yokuşbaşı’ndan arşipel’e son kez bakarken, ayağında tabanı yırtık, bağcık yerine telle tutturulmuş ayakkabısı vardı. izmir’de de doğayla uğraşıp fuar alanını cennete çevirdi. daha sonra rehberliğe başlayarak türkiye’nin ''pir-i rehberan'' ı oldu. bodrum’la bağını hiçbir zaman koparmadı ama yoktan var etttiği sevgili kentinde bir daha tatil dışında yaşayamadı. son nefesine kadar kalemini sağ eline koyup sol eliyle ittirerek yazmaya devam etti. 13 ekim 1973'de son sözleri, ''koku duyuyorum. çiçek kokusu…'' oldu.
  • balikci bodrum'u yesillendirmis, halkina verebilecegi her seyi vermistir. ama artik cocuklarinin okul vakti gelmistir, cesiti zorluklar vardir. sehir yolu gozukur balikciya, ici kan aglayarak donus hazirliklarina baslar. dagitabildigi her seyi cevreye dagitir. ceplerine avuc avuc tohum doldurup her yere serper tohumlari. aglayarak ayrilir bodrumdan balikci.

    ama sen salakmissin be balikci, hem de suzme. zamaninda kapatamamissin oradan guzel yerler. agaclandiracam, yesillendirecem die ugrastigin yerleri yaktik biz. yakamadiklarimizi kestik, uzerinde clublarda tepiniyor genclik. bodrum kavruluyor, klimalarla serinliyoruz. sintinemizi, biokumuzu saliyoruz senin anlattigin denizlere be balikci.

    birbirine merhaba diyen de kalmadi be balikci, "hello, you me sex?" ile anlasiyor yagiz guneydogulular , inek memeli okuz bakisli ingiliz kizlari ile. evini de kofteci yaptilar, karisinda kurulan kitap fuari'na ugrayan yok artik bodrum bedroom oldu be balikci.

    salakligina doyma balikci, mezarinin yerini bilen yok.
  • surgune yol acan yazisinin adi: "hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmağa nasıl giderler?"

    hatta soyle:

    hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmağa nasıl giderler?

    umumi harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. bu hale engel olmak isteyen evliya-yi umur, sert tedbirlere başvururlardı. epeyce zamandan beri hiçbir tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire türkiye’nin bir çok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye bir çok kaçaklar asılırdı. hayatlarına son verilen bu kaçaklar, kendilerinden önce muhakemeden sonra tahliye edilen kaçaklardan daha kabahatli değildiler. bunların siyaset meydanına gönderilmelerinin tek sebebi, baştakilerin kızacakları tuttuğu zaman kendilerinin tesadüfen tutuklu bulunmalarıydı. bu zavallılar, baştakilerin hiddetine kurban giderlerdi. hatta dahası var: kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine kararı bildirmezdi. bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerlerken asılmaya götürülürlerdi.

    sonbahar esnasındaydı. kunduzlu mehmet, karaçörenli (karacaviranlı) koca yunus, balta mahmut ve işıklarlı (aşıklarlı) himmet bir akşam evvel muhakemelerinin gelecek celsesini beklerken hapishanede ne kadar şen ve kaygısız vakitlerini geçiriyorlardı. öyle ya, bunların ne kaygısı olabilirdi? kendileri, hapishanede bulundukları üç dört ay içinde yirmişer yirmi beşer defa kaçmış olan kaçak sanıkları muhakemeden sonra, hatta küçük bir hapis cezası görmeyerek salıverilmişlerdi. yirmişer defa kaçanlar salıverilince yalnız iki defa kaçmış olan kendileri mahkum edilmeyeceklerdi ya! tahliye edileceklerdi. s

    lakin o günün akşamına doğru kaygısızlıkları üzerine bir acı şüphe çöktü. mahpusların akrabası, karıları, çocukları, arkadaşları kendilerini görmeye veya kendilerine bir şey getirmeye gelince “kapıcı” denilen mahpuslardan biri, kimin akrabası gelmişse onu iç kapıdan “yangın var” nidasına benzer bir eda ile ünler, yani çağırırdı. kapıcının bu hazin ünleyişi, soğuk ve yüksek duvarlar arasında aksederek her ne kadar bir ağlayışı andırsa da, gene de mahpuslara haz verirdi. bu hazin ses onlara, hapishaneye ölü mezara gömüldüğü gibi gömülmediklerini hatırlatır, dış dünyadan kendilerini arayan, soran, hatta seven insanlar olduğunu tekrar ederdi.

    bu akşam tekmil tutukluları ve bilhassa harp divanı tutuklularını müteessir eden şey bu inleyişin birden bire kesilivermesiydi. bir çok tecrübelerle anlaşılmıştır ki önleri kesildi miydi müthiş bir facianın vukuu yakındır. her ne vakit bazı mahkumlar idam edilecek olsalar, idamlarından bir gün önce haberdar olarak müteessir olmasınlar diye hapishane müdürü mahpuslara gelen ziyaretçileri, mahpuslarla konuşmaktan ve görüşmekten men ederdi.

    güya bu suretle şehir içinde yayılmış olan idam havadisi mahpuslara erişemeyecekti. işte, birdenbire kapıcının ünleyişi kesilivermişti. ertesi günü birkaç kişinin asılacağı duyulmasın diye alınan bu tertibat -bir çok defa tekrarlandığı için- mahpuslara şafaktan önce içlerinden bazılarının asılacağını bildirirdi.

    işte dört delikanlı firarinin zihnine şüphe girmişti. acaba içlerinden hangisi şafaktan ince asılacaktı/ bu bulmacayı çözebilmek için kullanılması alışılmış olan vasıta, altın anahtardı. işte bu biçarelerde o vasıtaya başvurdular ve gardiyanlara dolgunca bahşiş verdiler. gardiyanlar da, şehrin tekmil meydanlarını gezdiler, bazı meydanlara dikilmekte olan darağaçlarının adedini saydılar. at pazarı meydanında üç darağacı dikiliyordu. şehrin yukarı kısmındaki bir meydanda da bir tek darağacı kurulmuştu. demek darağaçları dört taneydi. işte o zaman zavallı kunduzlu mehmet, karaçörenli koca yunus, balta mahmut ve işıklılı himmet anladılar ki asılacak olan insanlar ta kendileridir.

    bu anlayış üzerine bu dört biçare can korkusuyle kapıya yaklaştılar, kapıyı zorlamaya çalıştılar. bu kapıdan zorla çıkmak mümkün değildi. duvarlara baktılar.. duvarlara tırmanmakta imkansızdı. her ne kadar kurbanlık koyunlar gibi boğazlanmak istemeseler de kendileri için hiçbir çare, hiçbir ümit kalmadığını görünce üzülerek döndüler. boyun bükerek o günlerini beklemeye karar verdiler.

    kendilerinin idamına sebep olan cürümden çok daha vahimini irtikap etmiş bulunanların kayıtsız şartsız tahliye edilmiş bulunduklarını düşündükçe ıstırapları ziyadeleşiyordu.*

    işte, mühim cinayetler işlemiş canileri salıverdikleri ve kendi akranlarını tahliye ettikleri halde pek genç yaşlarında çirkin, soğuk ve şanssız bir ölümle öldürüleceklerdi. lakin, bu demir ruhlu insanlar için ağlamak, çırpınmak, şikayet etmek ve yalvarmak akla bir an için bile gelmeyen, gelemeyen şeylerdi.

    avcı: bak kaçıyor demesin diye yavaş yavaş çekilen bazı canavarlar gibi bunların her tavrında teenni (dölenme), metanet ve sukuti bir belagat vardı. bu erler ertesi günü asılacaklarını anlayınca evvelemirde gidip yıkanmışlardı. ölümü ve ahireti, vücutları ve gönülleri kadar temiz olarak karşılamak istiyorlardı.*

    bu zavallı dörtler yıkandıktan sonra tekmil eşyalarını sattılar, hatta başlarındaki fesi, sırtlarındaki camadanı, ayaklarındaki kalçınları bile!..bu satışa mukabil aldıkları paraları da tutukluların en fakirine dağıttılar. sonra, koğuşun bir köşesine toplandılar ve kendilerini ziyarete gelen diğer tutuklulara karşı muamelelerini hiç değiştirmediler. gelen herkese yerlerinden kalkarak yer ve ellerini göğüslerine koyarak selam veriyorlardı. teselliye muhtaç sanki kendileri değildi...

    vakta ki grup yaklaştı ve koğuşların kilitlenme zamanları geldi. aşağıdaki avluda nöbetçi gardiyanın mahpuslar dama (yani koğuşa) feryadı ve kilitlerle anahtarların şangırdayışı duyuldu. damlar kilitlendi. koğuşların pencerelerinden ancak karahisar’ın kara kayasının tepesi gözüktü. ve bu kayanın üzerinde alaeddin keykubat’ın yaptırdığı surlar ve kaleler seçildi. batan güneş, keykubat’ın burçlarını kana buladı. evlenme heveslisi olan bakire kızlar akşamları kuleye çıkıp “bahtım, kocaya gidecek vaktım” diye feryat ederler. sanki pek uzak aşırı bir yerden gelen bu çığlığı dörtler işitince bir şeyler yaşadıkları son günün ölümüne ağlıyor sandılar. bu ölen gün, bu grup, son gün ve son gruptu. şimdi gece gelecekti. sonra?..günü, şafağı bir daha göremeyeceklerdi. yirmişer yaşlarında olan yunus, mahmut ve himmet gece düşündüler. bir çok sigaralar içtiler. lakin nihayet genç bünyeleri tabiatın hamlesine dayanamadı, yahut allah onlara acıdı da işkencelerini kısaltmak için uyku gönderdi.

    velhasıl zavallılar, pencerenin yanına başlarını dayayıp uykuya daldılar. yalnız, yirmi altı yaşında olan kunduzlu mehmet ise pencerenin yanına oturdu. nasıl şafaktan evvel ana kuşlar yavrularına gıda bulmak için uyanırlar ve içinde yavruları bulunan yuvanın yanındaki dala konarak şafağa bakarlarsa, kunduzlu mehmet’te böyle ufka bakıyordu. lakin şafağı değil artık gecenin kesif karanlığını söylüyordu.

    bir an için o karanlık aydınlanmaya başladı. bir rüyada görüyormuş gibi yirmi altı yıllık hayatının mühim vakaları gözünün önünde birer geçit resmi yaptı. doğduğu zaman merhum annesi onu diğer insanlar gibi severdi. onun için ağlar, çırpınırdı. çocukluğunda en çok kendisine tesir eden şeylerden biri de abisinin, “ben bir köroğlu’yum dağda gezerim / uçan kuştan bile hile sezerim” şarkısı idi. öyle bir kahraman yetişmişti.

    seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. harp esnasında çanakkale’de birkaç defa yaralanmıştı. uzun yıllar içinde kendisi ancak köye gitmek için izin almıştı. halbuki evlatlarını çok özledi. o da etten, kemikten, ruhtan ibaret bir insan değil miydi?

    bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. işte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu. uzun zamandan beri göremediği çocukları ta şuracıkta, bu çatının altında yaşıyorlardı. kendisi filistin cephesine gidiyordu. ama, gidipte dönmemek vardı.

    “çocuklarımı bir defa göreyim” dedi. arkadaşları “sen atlarken biz havaya ateş ederiz!” dediler. zira kim atlarsa “vurulsun” diye emir vardı. velhasıl trenden atladı. bu, işte bir firar vakası olmuştu. şimdi de onun için asılacaktı.

    derken uzaktan bir zincir şakırtısı duyuldu. bu korkunç ses, onu ve arkadaşlarını zincirleyecek ve götürüp asacak olan jandarmaların yaklaştığını bildiren meşhur bir haberdi. zaten şimdi dış avluda adımları, hatta sesleri bile duyuluyordu. biraz durdular. dış avludan iç avluya girilen kapıyı açıyorlar. işte gözüktüler.

    artık tahta merdivenlerde ayak sesleri güm güm ötüyor, kısa kısa emirler veriliyordu. koğuşun kapısı kurcalanıyor, haşin madeni çatırdılarla, kapının kilitleri ve ağır sürgüleri açılıyordu.

    açık kapının çerçevesi dahilinde bulunan bir karaltı isimleri okuyordu. kunduzlu, metin tavrı fakat bir anne şefkatiyle arkadaşlarını uyandırdı. onlar uyanınca anladılar, “bismillah” diyerek kalktılar. sonra, bu dört kahraman, koğuşta bulunan diğer mahpuslarla kucaklaşarak helallaştılar. gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar.

    onlar ölüme değil sanki düğüne gidiyorlardı. o kadar metin, o kadar vakur duruyorlardı. karakuşi bir emrin kurbanı olarak öldürülecek olan bu dört anadolu çocuğunun ölümle alay eden ağırbaşlı hareketleri bu hapishanede yaşayanların yeni bir köşesini gösteriyordu. burada ne bahadırlar, ve kıymetli insanlar vardı. onlar, öldüklerine değil, gürültüye gittiklerine yanıyorlardı. hapishanede hakiki katiller keyif sürerken, onların öldürülmesi...işte zavallıları öldüren manevi azap buradaydı. fakat gittiler, bir daha gelmediler. o gece bütün hapishane onların matemini tuttu.

    hüseyin kenan
  • zekeriya sertel'in gazetesinde asker kaçaklarının affına dair bir yazı kalame alır bu zat.
    bunun üzerine adaletiyle meşhur istiklal mahkemeleri tarafından sertel'le birlikte idama mahkum edilirler. cezaları idamdan kalebentliğe çevrilince sertel sinop'a, cevat şakir de bodrum'a gider, sürülür.

    burada tarımla yoğun şekilde ilgilenen cevat şakir greyfurtun tohumunu ilk kez türkiye'ye getirten kişi olur. istiklal mahkemeleri sayesinde ülkemizde greyfurt üretilmesi de, sadece türkiye'de gerçekleşebilecek bir hadise olarak tarihe geçer.
  • dev hümanist hakkında, çocukluğunu bodrum'da cevat şakir'le içiçe geçirmiş olan 87 yaşındaki beyefendi samim uslu, bakınız ne benzersiz anılar, acı tatlı şeyler anlatıyor..

    ''cevat şakir, biz çocukların gözünde erişilemez derecede büyük bir insandı. ancak, uzun boyu, kalın sesi ve çatık kaşlarından dolayı yanına yaklaşmaktan çekinirdik. görünüşü böyleydi ama kendisi çocuklara çok iyi davranırdı. cevat şakir'in evi, çocukluğumun ilk yıllarındaki adı rum mahallesi, sonraki adı giritli mahallesi ve şimdiki adı da kumbahçe olan mahallenin sahilindeydi. evinin kapıları her zaman açık olurdu. evinde çok az eşya vardı. içerisi çıplakmış gibi görünürdü. bazen kendisini odanın ortasında yere boylu boyunca uzanmış vaziyette bir şeyler yazarken görürdük.

    cevat şakir, belediyenin bahçıvanıydı. yedi lisan bilen ve oxford mezunu olan böylesine değerli bir insanın bahçıvanlık yapmasına biz çocuklar hiç akıl erdiremezdik. sırtında gübre çuvalları taşıyarak bodrum'da üç tane egzotik park yapmıştı. izmir'e taşındıktan kısa bir süre sonra bu parklar yerle bir edildi. bodrum'a geldiğinde özene bezene yaptığı parkları göremeyince çarşının ortasında oturmuş ağlamış.

    bodrum'da ramazan topunu yıllarca cevat şakir atmıştır. ramazan topu, kalenin dışını çevreleyen surun üstüne yerleştirilirdi. cevat şakir, topu ateşlemek için meyilli topraktan yürüyerek surun üzerine çıkar, topun fitilini ateşledikten sonra hızla aşağı iner, hemen sonra da top patlardı. topun sesi yarımadanın her tarafından rahatlıkla duyulurdu.''
  • mavi surgun adli kitabinda bu surgunu anlatir. okunmasi siddetle tavsiye edilir. kitabin basinda istanbulun yarattigi bir ic sikintisi; sonunda ise bodrumun baslattigi bir huzur dalgasi boole icinize isler...
  • beni ben yapan, bunu yaparken de canıma okuyan yazar. yaşıyorsam, ne olursa olsun yaşıyorsam, inadına, gözüne vura vura yaşıyor ve gülüyorsam, gülüyor ve konuşuyor ve yazıyor ve öykülerimi kahkahayla, çağlayan neşeyle anlatıyorsam, ağlıyorsam kendimi tutmadan, bırak gitsin diyebiliyorsam dosta düşmana, bırak aksın diyebiliyorsam kendime ne olursa olsun, ondandır, onun anlattığı deniz yüzündendir. ruhumu bir "merhaba!" ile ateşliyorsam, "aganta burina burinata!" diye başlıyorsam her yolculuğa, her maviye gülerek bakıyor, her çocuğu gözlerimle seviyor, her kitabın her sayfasını ayrı bir zevkle okuyor ve hayattan sıkılmıyor, sıkılamıyorsam, ondandır. mutluluğu her türlü kötülüğün arasında bir parça gökyüzünde, bir çiçekte, bir kuşun ürkek bakan gözlerinde, bir kedinin tüylerini kabartışında buluyor ve yine gülüyorsam, onun yakamozundandır.
  • bugün ölümünün 38. yıl dönümü. anısına, yazdıklarından bir şeyler okumak istedim. daha önce okumadığım tünek ahmet çıktı karşıma internette, onu okudum.. kısacık bir öyküde bile denize, doğaya karşı duyduğu coşkulu sevgiyi, denizcilere olan saygısını öyle incelikli bir anlatımla göstermiş ki balıkçı.. "insan yaratıcısı koca balıkçı"ya* ne desem az.. en iyisi kocaman bir merhaba!
  • mausoleum'un londra'da british museumda olmasina cok kizan balıkçı, ingiltere kralicesine bir mektup yazar ve " mausoleumu bize geri vermelisiniz. cunku o ancak arsipel mavisinin onunde guzeldir" der.
    aldigi cevaba ise cok kizar:
    " mausoleumu size geri vermemiz mumkun degil.ancak bulundugu yeri arsipel mavisine boyadik"
  • adı cevat şakir kabaağaçlı değil, halikarnas balıkçısıdır onun. kendi de dediği gibi, cevat şakir denen istanbul adamı, ilk defa bodrum'da ege'ye baktığı gün, ilk defa ege'nin sahilinde diz çöktüğü gün, ölmüş, o kıyıda, o dizlerin üzerinde, o adamın küllerinden halikrnas balıkçısı doğrulmuştur.
hesabın var mı? giriş yap