• aziz nesin’in kargalar hikayesi 1980’lerde ilk okuduğumda bir gün gelip de içinde yaşayacağımı pek düşünmemiştim. hikayede bir ülkede yönetim her yıl tüm ülkenin katılıp dev bir kalabalık oluşturduğu bir konseyin üzerinde halkın kutsal addettiği kargaların rasgele birinin üzerine pislemesiyle devrediliyordu. üzerine karga pisliği konan vatandaş bir yıl süreyle başkan addediliyor, ertesi seneye kadar ülkenin ötesini berisini çevirmeye çalışıyor bir sene dolduğunda ise halk meydanı doldurup kafasına karga boku konmasını bekliyordu.

    bir gün öyle rastgele başkan seçilen bir vatandaş ülkenin ihtiyaçları yerine tüm kaynakları kargaların yararına ayırmış. olan da ondan sonra olmuş. önlerine her gün en sevdiği yiyecekler gelen, konforlu yuvalara ısıtmalı tesislere kavuşan kargalar ışığı görmüş, o sene bitip yeni konsey geldiğinde hiç düşünmeden tekrar kendilerine bakan bu değişik başkanın üzerine pislemişler ve kendisini tekrar başkan seçtirmişler. başkan da gücünü böyle konsolide edebileceğini anlayıp ülkenin içişleri dışişleri komple boşlayıp sadece kargalara bakmaya başlamış. kargalar öyle mutlu olmuşlar öyle semirmişler öyle büyümüşler ki artık uçamaz olmuşlar. 5-6 sene sonra tekrar konsey vakti geldiğinde başkanlarını tekrar seçmek için adamın omzuna itiş kakış çıkmış ve pislemeye başlamışlar. bu sefer o kadar çok pislemişler ki başkanları bok dağlarının altında kalıp boğulup ölmüş.

    hikayenin özeti, size oy veriyorlar diye sadece belli bir kesime yatırım yapınca uzun vadede bokun altında kalıyorsunuz.

    şu anki nesil herhalde hatırlamaz ama vaktiyle çok popüler olan indiana jones karakterinin gençliğine atıf yapan bir genç indiana jones dizisi vardı. dizi pek filmi kadar meşhur olamadı ama genç indiana jones burada tarihe bir şekilde iz bırakmış her önemli şahsiyetle yollarını bir şekilde kesiştirirdi. birinci dünya savaşı esnasında manfred von richtofen, savaşın sonunda yüzbaşı charles de gaulle, theo roosevelt, thomas edison, lenin. sonlara yakın da atatürk türkiyesi ile ilgili üç de bölüm yapmışlardı. halide edip’in falan da yer aldığı bölümlerde kemalist devrimin özü ile ilgili böyle bir alt metin bulunuyordu: halk için halka rağmen. (for the people, despite the people). 1923-1949 arası dört kelimeyle daha ne kadar güzel özetlenebilir.

    demokrasinin açmazlarını daha önce şurada yazmıştım. şimdi daha da genişletiyorum. kafamda deli sorular :

    mesela halka gidip referandumla

    a- “çocuk tacizcileri meydanlarda parça pinçik linç edilsin mi?”

    b- “allah’a inanmayan herkes meydanda ibret-i alem olarak yakılsın mı?”

    c- “ağzı kuransız alnı secdesiz kimselerin memur olmaları yasaklansın mı?”

    d- “israil’e savaş açılsın, tsk kudüs’e gitsin mi?”

    gibi sorular sorabilir misiniz? sorarsanız alacağınız cevapları aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. halkın kalbinden ve aklından geçenler bunlar ise neden sorulamıyor? bunlar sorulamıyorsa ve halkın düşündüğü söylediği her şey doğru değil ise, söylediği herhangi bir şeyin doğru olduğuna (mesela başkanlık sistemi) nasıl karar veriyorsunuz? mob kültürü gibi geçinen, aralarında adını dahi yazamayan yüz binler olan bir güruha sonuçları katastrofik olacak ve yalnızca o anki nüfusun değil henüz doğmamış milyonları da etkileyecek kararları aldırabiliyorsunuz?

    işte atatürk devrimlerinin bugün genel olarak eleştirisi “halka sorulmaması” atatürk’ün “halk adamı olmaması” falan gibi yerlerde aranıyor. bütün dinibütün/yobaz kaynaklarda tayyip erdoğanın halk vurgusu ile atatürk devrimlerinin halka uzaklığı gibi şeyler ön plandadır. atatürk devrimlerinin kişisel servet değil halk progresif odaklı olması yüzünden genelde o kısmına saldırırlar. halk istemiyordu kimse halka sormadı derler. egemenliği padişahtan alıp meclise verip kayıtsız şartsız milletindir diyen bir anlayışa bunu demek bayağı ayıp olsa da evet pratikte halkın doğrudan bir şeyleri değiştirme gücü de bu anlayışta yoktur. nedeni de bence henüz ümmet mi halk mı ne olduklarını bilmek bir yana kendi isimlerini de düşünmeden söyleyemeyen böyle bir güruhun “millet” olmasının sağlanmasının gerekmesindendir. halk doğru ile yanlışı ayırdedecek kadar bir seviyede eğitim almadan, okuma yazma henüz yüzde 7’lerdeyken “sizi yarı başkanlık sistemiyle mi yoksa nispi d’hondt sistemiyle mi yönetelim?” diye sormak abestir. sorarsanız alnı secdeli mi değil mi ona bakarak cevap verir. verdiği cevapla da ülkeyi yöneterek yalnızca batarsınız. halk bu tip şeylerin cevabını verebilecek kadar yetkin değilse o bu noktaya gelene dek “idare edilmek” zorundadır. egemenliğin kayıtsız şartsız ait olacağı nesil henüz daha yeni fırına girmiştir. kendini kandırtıp üzerinden oy devşiren asalaklara müsade etmeyecek bir seviyeye gelene kadar eğitilecektir.

    atatürkçü devrim anlayışının bence herhangi başka bir yerde örneği olmayışının tek sebebi de böyle halkı uyuşturup statükoyu sağlamaya devam etmek isteyen bin yıllık bir tekere daha önce hiç görülmemiş bir çomak sokmayı becerebilmesidir. atatürkçü anlayış halk denen güruhun eksikliğini çok güzel saptamıştır. devrimlerini da halkın yararına halk istemese de yapmışlardır. yani durup bir düşünürsek atatürk devrimcisinin savaştan çıkmış bir enkaz halinde aldığı ülke sonrasında kendilerine hayat boyu mal mülk para ve güç sağlayacak bir mekanizma zaten mevcuttur. halka istediklerini verdikleri müddetçe 1930 itibarıyla dilerlerse bir elleri yağda bir elleri bağda yaşayabilirler. ancak rahatlarına bakmak oturmak yerine onlar popülist bir mob kültürüne asla teslim olmamayı, halkın yararına yaptıkları yapacakları herşeyi halka rağmen yapmayı göze alacaklardır. kadının adı olmayan bir toplumda kendilerine seçme seçilme hakkı verecek, eğitim seferberliği ile okuma yazma oranını zıplatacak, beş yıllık kalkınma planlarıyla ülkeye üretim getirecek, köy enstitüleriyle cahil halkı bir tık ileriye taşımak isteyeceklerdir. ama bugün sorarsanız, kadını evlerinden çıkartıp orospu yaptılar, alfabeyi değiştirdiler kuran okuyamaz olduk, ülkeye gavur mühendis getirdiler alem yaptırdılar, köylere okul açtılar rakı içtiler diyeceklerdir.

    halk işte böyle 1789 fransası gibi patlama noktasına erişmemişse değişim falan isteyen bir yapı değildir. hele ki müslüman bir ülkede hemen hemen tepeden tek istediği şey din orjinli şeylerdir. ancak nasıl bir çocuk hasta olduğunda ne ilacı içeceğine, nasıl bir tedavi yöntemi izleyeceğine izin veremiyorsak, okula o gün kafasına esip gitmek istemediğinde nasıl evde oturmasına müsade edemiyorsak halkın yararına olan şeyler halka rağmen yapılmak zorunda kalır. atatürkçü ilk nesil işte elini taşın altına sokup bu tip şeyleri saptayıp 10-15 yıl içinde yapmayı becerebilmişti. eğer olmasalardı bugün osmanlı mezarlar taşlarını okuyabilen ve nüfusun %7’sini teşkil eden edip kesim, okuyamayan %93’ü falan avcunun içinde oynatıyor olabilirdi. çoğunluğun karacahil kalmış olması o osmanlı imparatorluk anlayışın zaten bir yerde merkezinde olan şeydi. eğitimli olup bir de monarşiyi halifeliği falan sorgulamanızı istemiyorlardı. dindar olunca koyun gibi yaşayıp ölüyordunuz bu da çok işlerine geliyordu.

    nitekim bu tip çağdaş kazanımların halk tarafından sindirilip artık standart hale gelebilmesi için beş nesil falan gerekiyor. yani 1920lerde doğmuş bir çocuk hayatını çağdaş temeller üzerine inşa edip torunlarına bunu öğretip torunları da kendi torunlarına aynı hayat görüşünü anlatabildiği müddetçe bu tip devrimler yaşayabilir. biz ise bunu kıvıramadık. aradan iki buçuk nesil geçtikten sonra gayet gerisin geriye gitmiş bulunuyoruz. 1960’ların 1970’lerin günlük hayatının günümüze göre çok daha açık herşeyin tartışılabilir bir toplum olması bile buna işaret ediyor. hükümet de yalnız kendine pisleyecek olan kargalarına bakıyor. eğitimli kitap okuyan insan “elit”, hayatını arap normlarına göre yaşamayanlar “batı özentisi”, kurumlarıının ve silahlı kuvvetlerinin din tahakümünden bağımsız olmasını isteyenler “vesayetçi” olarak damgalanıyor.

    sonra da sandıklara sahip çıkalım vesaire dediğinizde işte tam da bu yüzden denklem çok abes oluyor. bu sandıklı oy pusulalı sistem demokrasi değil, bir oklokrasidir. yani ayaktakımı iktidarıdır. “ayaklar baş oldu” deyişinin en açık tezahürüdür. yetkinleşememiş halkın eğitimsizliğini yüceltir kendi eksikliklerini görmesini sağlamaz ve koltuğun sizde kalması için bu kargaları beslerseniz, olacağı budur. tekrar üstüne basarsak eğitimsiz, eğitimsizliği yücelten, kendilerine oy vermeye devam etsin diye üzerine din pompalanan, kafasını çağdaş bilgiye mühürlemiş, kendini yüce görmek isteyen ve haberlerde “öylesin” dendiği zaman buna inanan bir çoğunluk ile bir şeye oy veriyor olmak ve verilen oyun sayılması neticesinde çıkan siyasal sonuçlara biat etmek anakronizm değil de nedir. o sandığa değil sahip çıkmak ipek çarşaflara sarıp sarmalasanız da içinden açtığınızda sadece karga boku çıkar.

    zira,

    halkın söylediği her şey doğru değildir,

    halkın hissettiği her şey adil olmaz.

    halk verdiği kararları tahlil edecek yetkinliğe erişmiyorsa, ona sorulacak sorular ve bunların cevapları yalnızca siyasilerin istedikleri sonuçlara meşruiyet ekleme kaygısındandır.

    gelişmiş ülkeler kitlelerin birbirleri üzerinde tahakküm kurduğu yapılar değil, hukukun üstün olduğu, hakimlerin savcıların siyasi şahsiyetlere mesafeli ve adil olduğu, siyasi güçlerin birbirini dengelediği ve sınırladığı ve toplumun eğitim piramidinin en altındaki kesiminin öyle kalmasına müsade edilmediği, işçisinin de köylüsünün de aydınlanmasına çalışıldığı yerlerdir.

    bir yerel seçim daha gelmişken kuzularla kurtlar aynı masaya oturup ne yiyeceklerini oylayacaklar. bu sorunun çözümü oyla sandıkla değildir demiştim, sanırım türkçe söyleyince anlaşılmıyor pek, pekala, o halde. osmanlıca deneyelim.

    “kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
    uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletden.”
  • halkın iyiliğine olan bir şeyin gerçekleştirilmesinde halkın desteğinin alınamadığını ifade eden söz öbeği.
  • türkiye gibi rafine olmayan halklara sahip ülkeler için olması gerekendir.
    (illa bir -izm diyeceksek jakobenizm bunun temelidir.)

    üstümdeki entry’ye (bkz: #84120548) binaen (ki “devrim yapılırken halka sorulmadı” diyen şahısların bazı şeyleri idrak edebilmeleri adına muazzam bir entry olmuş):

    olayın özünü kavrayamayıp siyasi pencere dışına çıkamayanlar için şöyle izah da edilebilir:
    *siz ergenliğe girmemiş çocuğunuza araba, ev veya para emanet ediyor musunuz veya onlardan yatırım fikri alıyor musunuz?
    -hayır. çünkü beyinleri ve tecrübeleri o kadar gelişmiş değil.

    *o zaman mesela metroda; “ayağınızı koltuklara uzatmayın, hamilelere yer verin, orayı burayı kırmayın” falan yazdığınız varlıklara hayat memat meseleleri neden sorulur?

    * “bilmiyorum” deme alışkanlığı hiç ama hiç olmayan, her şeye fikir beyan eden ancak neyin doğru neyin yanlış olduğunu asla bilmeyen bir halka önemli kararlar (yönetici kim olsun gibi kararlar) sorulabilir mi?

    *şehirlerinde dahi “insan” gibi yaşayamayan; kaldırımda yürümeyi bilmeyen, trafik kurallarına hakim olmayıp uymak istemeyen, toplu taşımaya inmeyi binmeyi bilmeyen, çöpleri sokağa ve yola atan bir topluluğa geleceği tasarlatmak mantıklı mıdır?

    ... işte bu bir paradokstur. halk cahil ise demokrasi ile bu devinim hep devam edecektir. halk bu döngünün içinden kendi kendine çıkamaz ve nesiller boyunca belki yüz milyonlar büyük bir fırsat kaybı ile karşılaşırlar. yani belli dogmalar ve muhafaza edilen aşağı kültür eşliğinde potansiyel refah kaybından ve insan gibi yaşayıp hayattan keyif alabilmekten mahrum kalırlar. zaten burada muhafazakarlık kelime anlamının hakkını veriyor. doğu tipi muhafazakarlık böyle bir şeydir (ingiliz tipi değil bizimki); muhafazakar kişi, fayda analizi yapmaksızın onu bataklığa çeken fikirleri ölümüne savunur.

    işte bu halka fikir soruyorsanız da neden kontrol mekanizmalarını (siyasetteki filtreleri) bozuyorsunuz ve daha çok yanlış kararlar alınmasını destekliyorsunuz? çünkü bu muhafazakar yöneticinin işine gelir.
    gerçi nasıl bir sistem kurarsanız kurun, eğer insanların çoğu yozlaşmışsa ve aynı kafadalarsa o sistem her türlü görmezden gelinmelerle ve karar anındaki yorumlarla aldatılır. birkaç nesil komple olarak en azından “insan” gibi yaşamayı ve yaşatmayı öğrenene kadar bu durumlar kaçınılmaz. mesele insana “insan” olduğunu hatırlatmaktır ve muhafazakar bir halka bunu vermek için tepeden inme devrimlere ihtiyacınız vardır; çünkü insan, yapısı gereği muhafazakarlığa yatkındır.

    ***

    yapılması gereken şu:

    tıpkı çocuğunuz ağlasa da aşı yapmak gibi halka rağmen halk için devrim yapmak ve bu devrimi tüm ağlamalara rağmen çocuk büyüyene dek (halk eğitilene ve rafine hale gelene dek) devam ettirmek.

    türkiye’de bu süreç, ülkenin dünyadaki sol sağ kavgasında arada kalıp, kutup seçmek zorunda bırakıldığı bir ortamda yarıda kalmıştı, yani terk edilmişti. türkiye için başka şans komünizmi seçmekti (onun daha iyi mi daha kötü mü olacağı konusu hepimizi aşar, uzun tartışmalar gerektirir). jared diamond'a* hak vermemek mümkün değil, olağanüstü insanlar olmadığı (veya erken öldükleri) müddetçe coğrafya kaderdir gerçekten... türkiye’nin ölüme çare bulamadığı için, şu an içine düştüğü durum olan "halkın altın tepside gelen devrime rağmen intiharı"na yapabileceği bir şey yoktu sanırım.
  • adına cumhuriyet denilen rejimle idare olunan, egemenliğin 'kayıtsız şartsız' cumhura tevdi edildiği söylenen netamiye gibi ülkelerde halkla vatandaşı ayıran nev-i şahsına münhasır totaliter, tepeden inmeci bir idare tarzının ülkeyi idare ve idame etmesi sürecindeki zihniyeti betimlemeye yarayan söz grubu. hâttâ söz gurubu. 'konuştukça batıyorsun' diyor ya nazan öncel, aynen böyle bir durumu ifade eden ahvaldir halk için halka rağmen ya da halka rağmen halk için.

    mesela, halk denilen 'cahil kalabalık' klasik müzikle aydınlatılmalıdır. en ücra mezralarda mozart inim inim inlemeli, beethoven duyulmalıdır. kollar makas gibi açık, 'işte çağdaş netamiye' diye heyecanlanmak ve alkışlanmak için. en ücra memleket köşelerinde millet 'dut kurusu süpürge tohumu' yiyormuş, kar eritip içiyor ve 'çimiyor'muş, yolu, elektriği, suyu yokmuş önemli değildir bu zihniyet mensupları için. vals ve bale eğitimi hızlandırılmalıdır, çamurlu gıslaved çizmeler, üzerinde sahte ayakkabı bağı olan kara lastikler içinde nasır tutmuş 'kafa'lar aydınlatılmalıdır. bu aydınlanma sürecinde çocuklar devşirilmeli, eğitime hız verilmelidir.

    köylü netamiyenin efendisidir. aynı zamanda efendi, çiftçi mehmet efendi, işçi rıza efendi ve kapıcı hüseyin efendi, karısı ve çocuklarıdır; bunlar rehabilitasyona tutulmalı, yabanilikleri işlenmeli, evcilleştirilmelidirler. işledikçe rotatifler, döndükçe torna tezgahları yekpare, mermer motifli tektip, presten çıkmış gibi yan yana dizilmelidirler. origami gibi katlanıp kesilerek çoğaltılmasalar da, bütün iklimlerde yetişen, çabuk büyüyen ve erken meyva veren bu mahluklar tesviyelenmeli, eğelenmeli, inceltilmeli, çağdaş kriterlere uygun bir hale getirilmelidir.

    bu zihniyetin (kul)us inşaa teorisine göre 'netamiye'de herkes 'netami'dir. netamiye netamilerindir. netami o kadar acayip bir tanımdır ki, hem herkes netamidir, hem de hiç kimse netami değildir. işte bu sebepten yüzyıllardır netamiye topraklarında yaşayan farklı milletlere mensup olanlar türlü türlü tezgâhlardan geçirilmeli, hâlâ kalan varsa da analarından emdikleri süt burunlarından getirilmelidir. sonra kendileri sabah öğle akşam ve televizyonların kapatıldığı yatsı vakitlerinde günde en az bin kere 'ben netamiyim', 'ne mutlu netamiyim diyene' deseler de netamiler de kendi aralarında vatandaş ve halk olarak ikiye ayrılmalıdır. halk için halka rağmen bir anlayış geçerli hale getirmek için bu lüzumlu müessese kurulmalı, işletilmelidir. halkın bir kısmına vatandaş, diğer kısmına da halk denerek işler kolaylaştırılmalıdır.

    artık halk plajlara hücum etmektedir, vatandaş denize girememektedir. aslında gayet homojen bir yapıya sahiptir bu halk. kolaylıkla güdülebilen bir sürüdür. talebeler olmasaydı maarif sistemi çok iyi işleyebilmektedir, gomonizim de 'iyi bir şey olsa' bu zihniyet tarafından getirilebilecek bir şey haline getirilmiştir.

    uzun uzadıya konuşmanın, yazmanın da pek anlamı yok. halka rağmen halk için seçimler yapılır, açık oylama gizli tasnif kuralı uygulanır. halk için darbeler yapılır, halka rağmen. netamiye'nin uzak köşelerinde zindanlarda işkence tezgâhlarından neredeyse bir milyona yakın insan geçirilir, karanlıklarda dışkısı yedirilir, türlü türlü elektrik geçirgenlik testleri uygulanır. bütün bunlar cahil olan, onca gayret ve çabaya rağmen bir türlü aydınlatılamayan halkı çağdaş bir vatandaş yapmak için gösterilen 'baba' şefkatidir oysa. kendileri bilmeseler de kendileri içindir, halk içindir.

    sana rağmen, senin içindir hepsi!
  • "bir akşam sarayın bir penceresinden sokakta akıp giden kalabalığı seyreden bir kralın gözüne, o kalabalığın içinden bir adam takılmış. sıradan bir insanmış bu. o akşam vakti, evine yürümekteymiş. tıpkı, yıllardan beri haftada beş akşam yaptığı gibi... kral, adamın evine vardığında yapacaklarını tahayyül etmiş: hanımı ve çocuklarıyla merhabalaşmak, hal hatır sormak, yemeğini yemek, televizyon seyretmek veya birşeyler okumak, uyumak, sonra da, ertesi sabah her zamanki saatinde uyanıp yine işe doğru yola koyulmak.

    birden bir merak sarmış kralı: “hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi, bu adamı da bir kafese kapatsak acaba ne olur?”

    ertesi gün hemen ruhbilimcisini çağırıp ona bu düşüncesinden söz açmış ve kendisini bu deneyin gözlemini yapmaya çağırmış. ruhbilimci bunun imkânsız olduğunu söyleyip itiraz edecek olduysa da, kral, cengiz han’dan hitler’e kadar pek çok totaliter liderin bunu yaptığını ve şimdi bu durumu bilimsel açıdan incelemenin hiçbir mahzuru bulunmadığını söyleyerek kestirip atmış. “üstelik” demiş kral, “bu iş için külliyetli miktarda para ayırdım. bu para heba olsun istemem.”

    aslında, ruhbilimci de bir insanın kafese kapatıldığında ne gibi davranışlar gösterebileceğini için için merak ediyormuş zaten.

    ertesi gün kral hayvanat bahçesinden kafes getirilmesini emretmiş. kafes sarayın iç avlusuna yerleştirilmiş ve kralın gözüne kestirdiği o sıradan adam derdest edilerek kafese konulmuş. ruhbilimci de adamı gözlemlemek için kafesin kenarında bir yere ilişmiş. adam önceleri yakınmış hep. ruhbilimciye, “tramvayı yakalamam gerek, işe gitmeliyim, saate bak, geç kaldım!” deyip duruyormuş. ikindiye doğru, neler olup bittiğinin farkına varmış ve protestoya başlamış: “kral bunu bana yapamaz! bu âdil değil, kanuna aykırı!..” sesi kuvvetli, gözleri öfke doluymuş.

    “çok iyi” diye düşünmüş ruhbilimci. “öfke, yanlış giden şeylerle savaşmak, onu doğrudan protesto etmek isteyen insanların davranışıdır. birisi kliniğe bu duygu içinde gelse iyi sayılır, ona yardımcı olunabilir.”

    haftanın sonraki günlerinde adam protestolarını devam ettirmiş. kral ne zaman kafesin yanından geçse, protestolarını onun yüzüne haykırıyormuş.

    ancak, şöyle diyormuş kral: “şuraya bak! iyi bir yatağın, bol yiyeceğin var, çalışman de gerekmiyor. sana burada çok iyi bakıyoruz. niye itiraz ediyorsun ki?”

    birkaç gün daha geçince adamın protestoları azalmış ve sonra bitmiş. kafesinde sessiz duruyor ve konuşmayı reddediyormuş. ama ruhbilimci adamın gözlerinde bir ateş yalımı gibi parlayan nefreti görebiliyormuş. ağzından birkaç söz çıktığında kısa ve kesin kelimelerle oluyormuş bu; kimden ve niçin nefret ettiğini bilen sakin ama kuvvetli bir sesle oluyormuş. kral avluya çıktığında adamın gözlerinde derin bir ateş yanıyormuş.

    ruhbilimci bu derin ateşi haksızlığa uğrayan çok insanın gözlerinde gördüğünü düşünmüş: “hâlâ iyi, içinde kavga ateşi taşıyan bir kişiye yardım edilebilir.”

    kral ne zaman avluda yürüyüşe çıksa, kafesteki adama kendisine iyi bakıldığını, bol yiyecek ve barınak verildiğini hatırlatıyormuş. gel zaman git zaman, ruhbilimci adamın kralın sözlerine eskisi gibi öfkeyle mukabele etmediğini, bunları sessizlikle karşıladığını farketmiş. adam kralın doğru söyleyip söylemediğini tartmak ister gibi, düşünceli bir halde, susuyormuş. öfkenin yaktığı o derin ateş zaman içinde sönmeye yüz tutmuş.

    birkaç hafta içinde adam ruhbilimciye bir insana yiyecek ve barınak sağlanmasının ne kadar iyi olduğunu anlatmaya başlamış. insanın kaderine rıza göstermesi gerektiğini, kadere rızanın bilgeliğin bir parçası olduğunu söylüyormuş. bir süre sonra da güvenlik ve kadere teslimiyet konusunda kapsamlı bir kuram geliştirmeye başlamış. bu uzun ve çoğu kez adamın monologundan ibaret sohbetlerinde, ruhbilimci onun sesinin düzleştiğini, âdeta içinin boşaldığını hissetmiş. “çok zor” diye düşünmüş. “bir insan kime buğzedeceğini bilmiyorsa eğer, ona yardım etmek çok zor.”

    adam, kendisini ziyarete gelen bilim adamları heyetine şaşırtıcı bir biçimde dostâne davranmış ve onlara bu yaşam biçimini kendisinin seçtiğini, emniyetin ve gözetilip kollanmanın büyük değerler olduğunu anlatmış. “ne garip!” diye düşünmüş ruhbilimci. “kendi yaşam biçimini temize çıkarmak için neden bu kadar uğraşıyor ki?”

    ileriki günlerde kral avluya gezmeye çıktığında adam kafesin parmaklıkları ardından ona şükran ve minnetini bildirmeye başlamış. kral ortalıkta olmadığında ise, içine kapanık, künt ve vurdumduymaz bir hale bürünüyormuş. parmaklıklar arasından yiyeceğini aldığında bardağı yahut tabağı yere düşürüyor, sakarlığına üzülüyormuş. konuşması da giderek fakirleşmiş ve gözetilip kollanmanın değeri üzerine geliştirdiği felsefî kuramlar, yerlerini “kader bu!” gibi basit ve sıklıkla yinelenen cümlelere bırakmış. önceki testlerinde hiçbir zeka sorunu olmadığı açığa çıkan adamın bu durumu, ruhbilimciyi şaşırtmış. neden sonra, bunun efendilerinin elini öpmeye zorlanan kölelerde sıklıkla görülen bir davranış biçimi olduğunu hatırlamış. kendilerini besleyen ama aynı zamanda onları köleleştirmiş kişilere karşı ne isyan, ne de buğz edebilen köleler de böyle umarsız bir duruma düşerlermiş.

    kafesteki adam artık gün boyu kafesinde oturuyor, sadece güneşin hareketlerine göre pozisyonunu değiştiriyormuş. ruhbilimci, adamın yüzünün artık belirli bir ifade taşımadığını, o yüzde gülümseyişten bir iz bulunmadığını, yüz ifadesinin tümüyle boş ve anlamsız bir hale büründüğünü farketmiş. adam yemeğini yiyor ve ruhbilimciye en fazla birkaç kelime diyormuş. gözleri uzak ve belirsiz bir noktaya tıkılmış gibi, bakıyor, ama etrafını görmüyormuş. adam o basit konuşmalarında artık hiç ‘ben’ demiyormuş. kafesi ve bir kafes içinde yaşamayı kabullenmiş. öfkesi, nefreti, dahası içinde bulunduğu hali meşrulaştırma yolunda bir gayreti yokmuş. zira artık aklı başında değilmiş.

    bu masalı bize rollo may anlatıyor, psychology and the human dilemma adlı eserinde.

    acaba diyorum, burada adamın yerine bir milleti koysak, bu kıssadan bir hisse devşirmek mümkün olur mu? kafese konmuş bir millet de, tarihsel süreç içerisinde benzeri tepkileri verir mi?

    ne dersiniz: bu masaldan asrî zamanlara uygun bir mesel çıkar mı?"

    az evvel okudum kemal sayar'a ait kafesteki adam başlıklı yukarıdaki yazıyı. sonra da bu başlıkta buldum kendimi. halka rağmen halk için. ironik bir düstur. ötesindeyse söyleyecek çok da bir şey kalmıyor geriye.
  • bu cümleyi halkı küçümsemek olarak algılayanlar 5 yaşındaki çocuklarına araba kullandıranları da hoşgörürler. zira cahillik, yetkinsizlik ve hatta aptallık suç ya da aşağlanma sebebi değildir. lakin bunlar görmezden gelindiği takdirde beslenir büyür büyür sonra da götümüze girerler. hem de çok acaip ama senin benim götüme. bu bunla alakalı bi cümledir. hemen bir atasözü ile savımı destekleyeyim. (bkz: kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz)
  • halkı yıllardır bilgisiz bırakanların karşı çıktığı söz. sen insanların beynini yıka, aradan sıyrılanı marjinal ilan et, bilgilendirmeye çalışanı yok et. sonra bu söze elitist de.
  • şevket süreyya aydemir, enver paşa'nın hayatını anlattığı kitabının (makedonya'dan orta asya'ya enver paşa) ikinci cildinde meşrutiyetin iadesinden sonra yapılan gösterilerde, ikinci abdülhamit'in halk tarafından protesto edildiğini ancak gösterilerin yine aynı halk tarafından "padişahım çok yaşa" nidaları ile bitirildiğini söyler.

    büyük yazar bu durumu ise şu sözlerle açıklar:

    "sokak kalabalıkları, unutkan, kaypak, uysal ve hiddetlidir. efendiye boyun eğmek en güçlü güdüleridir."

    işte meşrutiyet ve daha nice kazanımlar bu topraklarda bu halka rağmen kazanılmıştır. “halka rağmen halk için ” anlayışını bu olaydan daha iyi anlatacak bir olay bilmiyorum.
  • sonuna kadar desteklediğim düşünce. halk kim ki ona fikir soracaksın, ona seçim yaptıracaksın, ondan doğruyla yanlışı ayırt etmesini bekleyeceksin. hele de gelişmemiş toplumlarda demokrasi demek, besin maddesini popülist söylemlerden alan potansiyel bir totaliter rejimdir ki biz zaten bu süreci anbean yaşamaktayız. en ideal olan rejim aydın despotizmidir. halkı gerekirse kafasına vura vura yükselteceksin, başka yolu yok.
  • türkiye ve orta doğu ülkeleri gibi geri toplumlarda gayet normal ve hatta olması gerekendir.

    batı'da adamlar kendileri okuyup aydınlanıp otoriteye başkaldırdı ve devrim yaptı.

    ama bizde neredeyse hiç kimse okuyup aydınlanmadığı için okuyup aydınlanmış bir grup elitist azınlık asker ve sivil bürokrat aydın halkı zorla adam etmeye çalıştı. başarılı oldular mı? bugünkü tabloya bakarsak çok net bir biçimde hayır. ama başka bildiği bir çözüm olan varsa buyursun gerçekleştirsin o çözümü. biz en azından bir şeyler yapmışız, çaba göstermişiz. siz ise hiçbir sik yapmadan anca kafa ütülüyorsunuz.
hesabın var mı? giriş yap