• insanin sadece maddi varligina degil ruhuna da vurulan soguk, gri, monoton bir pranga hapishane. simdiye kadar hic hapse girmedim ve bugun gorduklerimden sonra da allah dusmanimin basina vermesin demekle yetiniyorum hapishanelerle alakali olarak.

    philadelphia sehrinin correctional facilitylerinden birindeydim bu sabah. bir adli tip dersi icin yapilan bir "gezi" nedeniyle.

    muze gezer gibi hapishane gezmek sadece amerika'ya ozgu bir yaklasim olsa gerek. ama konu bu degil. cunku hukuk devleti olarak addedilen ve yargi ve ceza sisteminin bir nebze duzgun yurudugu amerika'daki bir hapishane bile acikcasi tuylerimi urpertmeye yetti ve artti.

    "riverside correctional facility" sadece kadin mahkumlari barindiran bir maksimum guvenlik unitesi. 750'nin ustunde mahkum barindiran bir kale. insasi 1 sene once tamamlanmis. modern bir bina esasinda ama disardan bakildiginda bile soguk ve itici duruyor. etrafi ayni filmlerde oldugu gibi sira sira dikenli tellerle cevrilmis. otoparktan ziyaretci girisine gelinceye kadar 3 kere kontrolden geciriyorlar adami. buraya kadar beklenmedik bir sey yok esasinda. ziyaret ettigimiz mekan bir "hapishane" cunku.

    iceri girdigimizde hadisenin ciddiyetinden biraz daha haberdar oluyoruz. mahkumlarin bulundugu bolume gecmeden once cuzdan, sigara, cakmak, saat, ceket ustunuzde ne varsa bir dolaba kitlemek gerekiyor. beyaz t-shirt dahi giymek yasak. iceriye ait olmayan her sey (kisinin kendisi haric) disarida kaliyor.

    kimlik birakip bir defter imzaliyoruz. metal dedektorunden gecip kapida bizi bekleyen gorevliye yoneliyoruz. adam tek tek ve detayli bicimde coraplarimizdan boynumuzun arkasina kadar elleye elleye bir guzel ariyor bizi. malum, "maximum security unit".

    sonra yine o filmlerden bildigimiz "dıııııııızaaaarrrrrrrttttt" sesi cikiyor; yuksek voltajla elektrik verirmis gibi. ardindan bir "klank" ve otomatik bir kapi yana dogru aciliyor. iceri ilerleyip duruyoruz. yine ayni sesler; girdigimiz kapi kapaniyor. bir senfoni daha; ikinci kapi aciliyor. kapidan gecip yine duruyoruz. senfoninin tekrariyla ucuncu kapi aciliyor ve nihayet mahkumlarin serbestce gezdigi (bu noktada insan bir garip oluyor) bolume geciyoruz.

    bileklerinde kimlik bileklikleriyle gezen, is yapan bir suru mahkumun arasindan geciyoruz biraz tirsarak. "sakata gelir miyiz lan?" paranoyalari birakmiyor pek pesimizi. hayir, insan ne kadar humanist olsa da yanindan sallanarak, hatta biraz da pis pis bakarak gecen kadin belki de bundan 4 ay once 2 kisiyi oldurdu. ne malum bir anda fevrilesip kendini kaybetmeyecegi? sakat biraz.

    koridordan ilerlerken gozumuze her kose basinda bir kamera carpiyor. soyle bir bakildiginda kameralarin ve o kameralarin basinda oturanlarin gormedigi kose pek yok gibi hapishanede. azicik rahatliyoruz. bir asansore binip 3. kata, mahkumlarin "hucrelerinin" oldugu bolume cikiyoruz. h-kanadi. 5 dakika suren bir bir baska "kapi acil - yuru - kapi kapan - kapi acil - yuru" faslindan sonra etrafina biraz korku, biraz hayret, biraz da merakli bakislar atan bir grup ogrenci olarak mahkumlarin "yasadiklari" bolume giriyoruz.

    vay anasini. bu, filmlerde gorduklerimizden biraz daha farkli. icerde en azindan 4 guvenlik gorevlisi, bellerinde biber spreyi ile etrafta geziniyor. hicbirinin suratinda en ufak bir gulumseme, en ufak bir sicaklik yok. kalpsiz mi bu adamlar yahu? pek degil; sonradan ogreniyoruz. mahkumlar ve gorevliler arasinda kurulacak en ufak bir duygsal bag, unitenin tamami icin tehlike teskil ediyormus.

    unitenin girisinde yuksekce bir kontuar, arkasinda 2 tane izbandut gibi kadin gorevli; onlerindeki monitorlerden h-kanadindaki 60'a yakin hucreyi gozluyorlar. arada bir telsiz gibi bir seyden ses geliyor ve kapilarin acilip kapandigini duyuyoruz. mahkumlar, kendi hucrelerinden gorevliler kapilari aktive etmeden cikamiyorlar; bunu da sonradan farkediyoruz.

    evet, bu anlattiklarimin yarisi dusunuldugunde "bariz" denilebilecek seyler. ama bunlari gormek algiya bambaska bir boyut katiyor; anasini satayim, insanin hesap vermeden yuruyemeyecegini ne kadar dusunsem hayal edemezdim herhalde.

    bizi "cok amacli" addedilen bir odaya aliyorlar; 18 kisi konferans dinleyecekmis gibi muhteviyati sadece sandalyeden olusan bir "hucre"ye tikiliyoruz. sonra iceri lacivert pantolon ve acik mavi t-shirtler giyen 6 tane kadin giriyor. her birinin kolunda birer "kimlik" bilezigi, yuzlerinde yari tedirgin, yari umursamaz bir ifade, 6 mahkum karsimiza oturuyorlar. "gezi"den sorumlu kisi mahkumlara neden orada oldugumuzu acikliyor ve bizlerden mahkumlara kendimizi tanitmamizi, neden orada oldugumuzu kisaca anlatmamizi istiyor.

    cok daha buyuk gruplarin onunde konusutugumu bilirim; ama bana "lan biz hayvanat bahcesinde sergilenen hayvanmiyiz; ne istiyor bunlar bizden" mealinde bakislar atan 6 kisinin onunde ne diyecegimi pek bilemedim acikcasi. ne desem bos. "eeeooo, biz okuldan geliyoruz da field trip yapiyoruz buraya; sizin nasil yasadiginizi gormek istedik". hayatinin 2 senesini bos duvarlara bakarak gecirecek birine soylenmez ki arkadas bu. allahtan grubun basinda asistan var; california'da deputy sherriflik yapmis bir insan evladi. o biraz giriyor mevzuya da ortam azicik yumusuyor.

    sonra mahkumlar birer birer tanitmaya basliyorlar kendilerini. ve benim icin hadisenin tuyler urperten kismi oraya denk geliyor zaten. hepsinin ayri bir hikayesi var.

    biri cocuguna vuran bir kadina saldirmaktan hukum giymis mesela. ama kadina ne olduguna dair bir sey soylemiyor. ve maksimum guvenli bir hapishaneye dusmek icin basit bir "saldiri" pek yeterli degil pennsylvania hukuk sisteminde. sadece "yapacaginiz her hareketi bir kez daha dusunun, bir kez daha gozden gecirin; tek seferlik bir hata cok buyuk seylere malolabilir" diyor. belli ki pisman yaptigindan. ama pismanliginin seviyesi, ictenligi pek kesin degil. mahkumdan sorumlu olan gardiyanin bakislari da bunu dogrular nitelikte. manipulatif olabiliyor cunku mahkumlar; klinik olarak kanitlanmis bir gercek bu. kadinin anlattiklarina inansak mi inanmasak mi bilemiyoruz. tribunlere mi oynuyor? yoksa hakikaten pisman mi?

    bir digeri banka soymak nedeniyle icerde. 32 yasindaki bu kadin, 18 yasindan beri farkli farkli hapishanelerde tutuklu kalmis. hayatinin yarisi hapiste gecmis neredeyse. o da pisman oldugunu, hatta neredeyse "sucsuz" oldugunu ima ediyor. neye inanmak lazim? 14 sene hukum giymis birinin sucsuzlugu ne derece inandirici olabilir? o da bir noktada bundan dert yaniyor zaten: "bir kere suclu damgasi yediniz mi bir sonrakini yemek cok daha kolay oluyor; bu sistem bize karsi" diyor acik ve net.

    ucuncu mahkum eski bir hemsire. uyusturucu satmaktan ve kardesine karsi "komplo" kurmaktan hukum giymis. o suclu oldugunu acik acik ifade ediyor. ve sadece "bir daha boyle bir sey yaparsam iki olsun" demekle yetiniyor. diger mahkumlardan biri uyusturucudan iceri girdigini anlatiyor; digeri ise neden hukum giydigini soylemiyor. hepsi bir sekilde "bir daha yaparsam serefsizim" diyor; ama pek cogu daha once birden cok kez hukum giymis.

    esas dert yandiklari ortak nokta ise "hapishane"nin ve "sistem"in ne kadar igrenc, ne kadar izdirapli ve ne kadar insafsiz oldugu. yemeklerden bahsederken hemen hepsi basiyor kufru. "bize oglen yemegi diye verdikleri sebzeyi duvara resim asmak icin kullanabilirsiniz" diyorlar. hijyen berbatmis; staff infection almis basini gitmis koguslarda; oyle anlatiyorlar. bu noktada hapishane gorevlilerine bakiyoruz; umursamaz bir ifadeyle dinliyorlar anlatilanlari.

    boyle surup gidiyor muhabbet. cocuklarindan bahsediyorlar bir noktada. bir tanesi 2 ay once bir cocuk dogurmus hapishanede; kardesi bakiyormus cocuga. "buradan ciktigim anda cocuguma adayacagim kendimi" diyor. ama 16 yasindan beri hapishanelerde yasamis bu kisi. yine inandirici gelmiyor neredeyse. surekli dediklerini yargilarken ve tartarken buluyoruz kendimizi. rahatsizlik verici bir durum; ben kimim ki yargiliyorum bu insanlari? beni onlardan farkli kilan, hatta ustun kilan bir sey mi var ki dediklerini "yalan" ya da "gercek" diye kategorize ediyorum? bu seferde kendimi tartmaya basliyorum; neden? onu tam cikaramiyorum. o insanlarin orada bulunmasinin sebebi degilim ki ben.

    bir yandan uzuluyorum hallerine; bulunduklari, yasadiklari ortama. bir yandan da aklimdan cikarmamaya calisiyorum orada bulunma nedenlerini: "suc islediler, cezasini cekiyorlar". ama ne ceza...

    insanin elinden ozgurlugunun alinmasi kadar kotu bir sey yok denmistir hep. genelde kafa sallayip, he deyip gecmisimdir. ayip etmisim.

    ziyaret mahkumlarin hucrelerinden birini gezdikten sonra son buldu. hucre dedigim de 2 tane 1.70'lik ranza yatak; 1 tuvalet; 1 sandalye. hepsi o. hayatimda bu kadar depresif bir hava soludugumu bilmiyorum.

    esyalarimizi dolaplardan almaya ciktigimizda hakikaten bir garip hissettim. ironik olacak belki ama cep telefonumu dolaptan alip actigimda "ozgur" hissettim neredeyse. evet, cep telefonu: iletisim araci; statu araci. buyuk bir ozgurlukmus. kara mizah sanki bu. nokia'nin acilis mesajini gordugumde sevindim ben bu sabah! istedigimi yapabiliyor olmanin, istedigim yere gidip istedigimi yiyebiliyor olmanin, bunun icin kimseden izin alip kimseye hesap vermiyor olmanin coskusuyla sevindim ulan!

    allah dusmanimin basina vermesin demistim yazinin basinda; simdi de amin diyorum. sadece soguk ve bosluk vardi cunku hapishanede. hakikaten allah kurtarsin...
  • aklımda verebileceğim bir örnek var ve çekinmeden ekleyeyim.

    yazdıklarımı sonuna kadar okumayacaklar için peşinen söyleyeyim, hapishane iyi bir yer değil, neresi olursa olsun iyi bir yer değil, hapis cezası ile sonuçlanacak işler yapmayın, gaza gelmeyin.

    şu anda bazı detayları verip vermemek konusunda kararsızım ancak yazarken belki karar verebilirim.

    yakın zamanda hapis cezası aldım, itiraz ettim, fantastik diyebileceğim bir süreç sonrası cezam kesinleşti ve postayla bir kağıt geldi. "cezanızı çekmek üzere 10 gün içerisinde en yakın savcılığa başvurun" minvalinden birşeydi.

    şimdilik suçumun ne olduğunu söylemeyi düşünmüyorum, zira söylersem kendimi birde buradan gelecek mesajlara karşı savunmam gerekecek.

    neyse, ailevi durumlardan ötürü gerçekten çok ters bir zamandı ama yapacak birşey yoktu. kafamda yaptığım bazı hesaplar sonucunda cezamı bulundğum ilde değil başka bir yerde çekmenin daha kolay olacağını düşündüm, gittim savcılığa başvurdum.

    önce nasıl oluyor onu anlatayım,
    farklı bir talebim olduğu için önce mahkemeye gittim, talebimi söyledim, talep doğrultusunda karar verildi. hakim jandarmayı çağırdı, evrak işleri halledildi ve beni jandarmayla yolladı.
    önce infaz savcılığına gittik, oradan evraklar alındı, sonra hastaneye gidip "bu adam sapsağlamdır" raporu alındı peşine ceza infaz kurumuna gittik (hapisane işte) jandarmayla beraber demir kapıdan girdik ve kapının yanındaki askerlerin olduğu odaya gelip üst aramasını evrak kontrolünü yaptırdık biriki imza atıldı sonra içeri, binaya girdik. orada ben beklerken jandarma ve infaz memurları (bunlarda gardiyan işte) gene evrak işlerini yaptılar.

    jandarmaların gitmesinin ardından gardiyan üzerimi aradı, burada bir hasmım olup olmadığını sordu, yok dedim. şayet varsa ona göre koğuşa yerleştireceklerdi yada birşeyler ayarlamaya çalışacaklardı, bilemiyorum. neyse, akşam saatinde girdiğim için çok sakindi, 2 adet gardiyan vardı ve işlemlerim kısa sürdü. üst aramam, akıllı uslu ol tembihleri o kadar.

    2 adet koğuş vardı, hangisinde kalacağımı kararlaştırdılar ve gardiyanı takip ettim. bildiğiniz demir kapı, üzerinde 18 cm ye 8 cm kadar olan ve 4 adet parmaklık olan bir pencere. üzerinde bildiğiniz asma kilit. asma kilit açıldı, sürgü çekildi gıcırdayarak açıldı ve içerideyim. kelimenin tam anlamıyla içerideyim. kapı kapandı.

    sağlı sollu ranzalar, kocaman bir oda. sağlı sollu ranzaların arası koridor gibi, koridorun sonunda ranzalar olmadığı için genişçe bir oda gibi duruyor ama aslında aynı odadayız. sonrasında mutfak ve tuvalet.

    işin gerçeği kocaman bir dikdörtgen oda, sadece tuvalet ve mutfak bölünmüş. aynı büyük oda ebatlarında yanda bahçe var ama sadece gündüzleri çıkabiliyorsunuz. tabi sadece gökyüzü görünüyor :)

    selamün aleyküm- aleyküm selam- geçmiş olsun allah kurtarsın faslı.

    koğuş ağası (aslında adı koğuş mümessili) kenarda oturuyor, dedi "gel yeğenim otur şöyle" aklımdan o an geçen, "a ha şimdi başlıyor sıçış kısmı"...

    hiç düşündüğüm gibi olmadı :)

    koğuş ağası eski mapusaneci, defalarca ve çok uzun süre girmiş çıkmış. suçları ayrı konu ancak düzgün bir insan. kendi ilk geldiğinde koğuş (anlatılanlara göre) it kopuk yuvasıymış, uyuşturucu, ayakbastı parası, kafakoparma (birini ezme, parasını alma vs) varmış. bir süre kendini sağlama alıp beklemiş sonra ağırlığını koymuş (tabi detaylara çok girilmedi) ama şansımıza düzeni sağlamış. sınıf başkanı gibi birşey aslında.
    neyse, kısaca durumu anlattı, yapılması ve yapılmaması gerekenleri söyledi, sonra başka bir kişi beni yanına çağırdı, içerideki düzeni anlatmak ve muhabbet etmek için.

    bir kaç kuralı söyleyeyim, koğuş içinde volta atılmaz (anlamı; ben kimseyi siklemiyorum -iplemiyorum değil-) dışarıda volta atarken başkasının voltası kesilmez (anlamı; bela arıyorum) sanırım en önemli kurallar bunlar. onun dışında, iş yapmaktan gocunmayacaksın, kıdeme saygı göstereceksin. 5 ay cezası kalan adamın yanında, 1 ay sonra çıkıyorum nasıl geçecek of demeyeceksin. millete, "sen neden yatıyosun abi" demeyeceksin. gerekirse isteyen anlatır. saygılı olacaksın.

    mahkumlardan birisi mutfakçıydı, yemekleri yapar bulaşıkları yıkardı, diğer mahkumlarda 10 tl parar verirdi 15 günde bir. parası olmayan olursa ya vermezdi yada birisi onu çekerdi.

    kendi eşyalarını kendi dolabına koyarsan kimse ellemezdi ama paylaşmak güzeldir, ortaya bırakırsanız isteyen alır hemen biterdi ama bolca teşekkür duyardınız.
    haftada iki gün kantin vardı, istediklerinizi yazdırsınız, ertesi günde gelince alırdınız. sobayı koğuş ağası yakardı bizde (normalde birşey yapmazmış koğuş ağası, dedim ya bizdeki bizim şansımıza tuhaftı :) ) çayı demleyen kişi belliydi. herşey vir düzen içindeydi ve düzeni bozmamak esastı.

    olabilecek en güzel şekilde geçti orada günler. detaylı anlatma şansım yok ama tahmininizden çok çok daha iyiydi ancak büyük bir istisnaydı bu. zira eski mahkumların söylediği birşey vardı, "bu da mapusanemi, siz şimdi ceza yatıyorum mu diyorsunuz, yurt bu yurt, öğrenci yurdu" dediği doğruydu, gerçekten benim öğrenci evimden tek farkı dışarı çıkma derdiydi onun dışında çok daha iyiydi.
    fakat bu sadece şans, hiç bir hapisanenin böyle olmadığını söylediler (açıkcası diğer koğuşdaki durum bizimkinden çok daha farklıydı, bu bile bir ipucu) yani "oo rahatmış, ufak ceza yatar çıkarım diye düşünmeyin ayağınızı denk alın :) )
    çok kısa süre ve çok iy şartlarda olmasına rağmen "çekilecek dert" değil arkadaşlar.
    şunu da öğrendim ki, hapisaneler dinamik yerler, yönetim değişir, bir kaç mahkum değişir, yasa değişir bütün şartlar bir anda değişebilir bunalra bağlı olarak.
    olur da bir şekilde yatmak zorunda kalırsanız, özellikle rize cezaevinden uzak durun. mükünse tümkaradeniz hapisanelerinden. izmir çanakkale tekirdağ tarafları daha iyi yerlermiş.

    saygısızlık etmeyin, kendinizi ezdirmeyin ama bu kendinizi ezdirmeme işi, içeri girer girmez kabadayılıkla değil haberiniz olsun. haklarınızı bilin, cezaevi-infaz ile ilgili kanunları ve uygulamaları okuyun. hakkınızı böyle arayın.

    içeri girerken yanınızda bir miktar para (çok olursa yanınıza almaya izin vermiyorlar) 2 eşofman takımı, terlik, rahat ayakkabı, kişisel bakım eşyaları alabilirsiniz. hücre sistemli olan cezaevlerinde yatmak çok daha zormuş, öyle dediler.

    neyse, çok bir tecrübem olmadığı için bu kadar yazabildim.
  • 90lı yılların tamamını hapishanede geçiren bir kadın siyasi tutuklu: "sonbaharı beklerdik. yapraklar düşecek, rüzgarla savrulanlardan birkaçı da bizim havalandırmaya düşecek. biz de kurutup mektuplara katacağız. sonbaharı, bir yaprağımız olur diye beklemek ne demektir, yazılmalı, anlatılmalı insanlığa.."
  • filmlerdeki hapishane, özellikle de tek kişilik hücre sahnelerinde fareler, böcekler filan da olur. izleyen kişiyi de bu tek kişilik hücre sahnelerinde en çok rahatsız eden şey bu tür şeyler oluyor. yani oradaki yalnızlık ve kapanmışlıktan çok, uzamış saç sakal, etraftaki bok sidik, leş gibi ortam, yemeğe dadanan fare, duvardaki örümcek gibi şeyler insanı ürkütüyor, izleyene hapsedilmenin kötülüğünü hissettirmek için bunlar kullanılıyor. hapishane kötü de, bu açılardan kötü olduğunu sanmıyorum. aksine, bir süre sonra oradaki fare seni rahatlatan, mutlu olmanı sağlayan tek şey olur gibi geliyor. fareyi beslersin, seversin, meversin. tek dostun o orada.

    "tek başına o küçücük hücresine kapandığında, işkencecisini bile özlemle bekleyebilir bir insan. sırf sıkıntıdan."
  • benim hapishanem 1,77 boyunda 75 kilo. gözleri bozuk saçları dökülüyor. genç sayılır. daha orta yaş bile değil. sabahları erken kalkmayı sevmiyor. bir bardak kahve içmeden ayılamıyor. çalışmayı da sevmiyor. elinden gelse bütün gün yataktan kalkmaz ama elinden gelmiyor işte. gezmeyi, eğlenmeyi pek sevmiyor. tek başına bilgisayarda vakit geçirmek daha çok hoşuna gidiyor. belki de pek arkadaşı olmadığındandır.

    benim hapishanem yeni arkadaşlıklar kurmayı da sevmiyor. yakın arkadaşım dediklerini en azından on senedir tanıyor. yeni tanıştıklarıyla arasına mesafe koyuyor. yeterince samimi olsa sanki daha kötüymüş gibi. canı çok sıkılıyor, gitmek istiyor. ama gidemiyor. elinden gelse ilk otobüse atlayıp gidecek. ama elinden gelmiyor işte.

    benim hapishanem daha mutlu olmak istiyor. daha çok bilmek, daha çok gezmek. daha çok para kazanmak istiyor. daha çok para harcayabilmek istiyor.

    benim hapishanem daha çok sevmek istiyor. daha çok sevebilmek. neden bilmiyor ama o da elinden gelmiyor. sevilmek de istiyor. bazen oluyor ama onları da uzaklaştırmasını biliyor.

    hapishanem değişmek istiyor. kendisi değişsin, yaşadığı yer değişsin, çevresi değişsin. bari bu elinden gelsin istiyor. ama onu da beceremiyor.

    kendini birilerine anlatabilmek istiyor. belli ki bir derdi var. ama ne derdini biliyor ne de nasıl anlatacağını.

    bir de karnı aç. artık yemek yemek istiyor.
  • ".. tutkuların, heyecanların büyük ressamı van gogh, parlak güneşlerin, ağaçların, kuşların, insanların arasında ne çok hapishanede yaşamış. gerçek anlamda bir mekan hapishanesi değil bu. duyguların tel örgüler arkasına konulduğu düşüncelerin duvarların arkasında atıldığı 'insan hapishaneleri'.
    burada hep bunu düşünüyorum.
    insanın ne çok hapisanesi var.
    'gelenek hapishanesi'.
    'sürüden ayrılanı kurt kapar' hapishanesi.
    'ben çıkarıma bakarım' hapishanesi.
    'bana bir zararı yok ki' hapishanesi.
    'bunun sırası değil' hapishanesi.
    'şimdi ayıp olur' hapishanesi.
    'işimi sevmiyorum, ama başka ne yaparım?' hapishanesi.
    'evlenmişiz bir kere, şimdiki aklım olsaydı' hapishanesi.
    ayıp hapishanesi, günah hapishanesi, suç hapishanesi, yakışmaz hapishanesi, uygun değil hapisanesi, sırası değil hapishanesi, onun da zamanı var hapishanesi.
    saymakla bitmeyecek mi? düşünüyorum. bitmeyecek.
    yaşamanın hep ertelendiğini düşünüyorum.
    hep ertelen hayat. hep ertelenen sevmek. hep ertelen istek. hep ertelenen özlem. nereye ertelendiği bilinmeyen bir erteleme. neden ertelendiği bilinmeyen bir erteleme. insanın burnunun ucundaki havuç. hiçbir zaman yetişemeyeceği bir havuç. bir türlü girilemeyen cennet. bir türlü varılamayan serap.
    umutsuzluğun arkadan gelişi. umutsuzluğun anlaşılışı. umutsuzluğun algılanışı. umutsuzluğun yerleşmesi. umutsuzluk. gizli umutsuzluk. söylenmeyen umutsuzluk. paylaşılmayan umutsuzluk. bilinen umutsuzluk. iyice bilinen.
    arkadan gelen sıradanlık. her şeyin birbirine benzeyişi. hiçbir şeyin tat vermeyişi. çiçeklerin solması. toprağın kuruması. yaşama sevincinin azalması.
    arayışların başlamsı. bitmeyen insanın başkaldırışı. sevginin başkaldırışı. isteğin başkaldırışı. özlemin başkaldırışı.
    umutsuz arayışlar. hüzünlerin ince yaraları.
    hayatı çalmaya başlamak. küçük hırsızlıklar. zaman hırsızlıkları. çalıntı zamanlarda yaşama umutsuzluğu. çalıntı zaman aralıkları. çalıntı maviler. çalıntı yeşiler. çalıntı yumuşaklıklar. çalıntı ışık kırıntıları. çalıntı karanlıklar. çalıntı sevinçler. çalıntı gözyaşları.
    hayatı çalmak ve bunun onursuzluğunda yaşamak.
    insanın kendini aşağılaması.
    insanın kendi gözünden düşmesi.
    insanın kendini sevmemesi.
    insanın artık kimseyi sevmemesi.
    insanın sevme gücünü yitirmesi.
    insanın kendini yitirmesi.
    insanın bu düşüşe alışması.
    insanın bütün bunlara alışması.
    ah, insan hapishaneleri.
    insanın kendi hapishaneleri. aklın hapishaneleri. aklın hapishaneleri. yüreğin hapishaneleri. umudun hapishaneleri. geleceğin hapishaneleri.
    sizin yanınızda zindanlar hiç kalır, hiç.
    gün gelir zindandan çıkar insan.
    ama, kendi hapishanelerinden çıkmak öyle zordur ki.
    öyle zordur ki..."
    erdal atabek/ sözüm sanadır

    - kendi hapishanemden kurtulmam için ömrümü kaç defa saymam gerekiyor.
    ilahi ben!
    yaşa(na)mayan insan'ın , ömrü olur mu hiç?..****
  • ali kırca'nın bugünkü köşe yazısında çok güzel noktalara değinerek incelemeye aldığı yer. görmek ve yaşamak, ordaki havayi teneffüs etmek, yarım veya bir saatliğine olsa dahi, bambaşka bir şey olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan.

    yani girince ne oldu, seni kimler karşıladı, neler hissettin... insanın özgürlüğünün bilfiil elinden alındığı bir yer, ötesi yok. öyle ya da böyle girmiş bulunduğu bu sevimsiz ortamda bir şekilde karşılaştığı insanlarla beraber yaşamak zorunda, çaresi yok. en acısı dışarıdan bir tek haber bile yok, okunarak geldiğini bildiği mektuplar dışında...

    hepsi hüküm giymiş değil elbet, yarısından fazlası tutuklu kimbilir. mahkemeye çıkacakları günü bekliyorlar, yine yeniden hesap vermeden nefes alacakları, canlarının istediği yemeği yiyebilecekleri günü, sevdiklerinin kokusunu içlerine çekerek sarılabilecekleri günü bekliyorlar, arada o sevimsiz parmaklıklar olmaksızın...

    mahkemeye çıkmak üzere gidiyorlar yine o sevimsiz parmaklıklarla çevrili camı olan arabada, öyle elini kolunu sallayarak olmuyor elbet, bilekler zincirli, sigara dahi zorlanarak içiliyor, görebildiği tek küçücük aralıktan aylardır görmediği sokaklara, insanlara bakıyor, bilekleri acıyor, alışmaya çalışıyor, normal olmaya...

    bazıları görüyor kendisini kötü bakıyor, ayıplayarak bakıyor, bazıları belki acıyarak, bazıları var ki görmezlikten geliyor, bir korku mudur içlerini kaplayan, bir çekince mi bilinmez, ama gözünün içine bakmaya cesareti yok, görmemezlikten gelmeyi tercih ediyor, kaçıyor bir nevi...

    ne yaşamış olduğu konusunda hiç bir fikri olmayaraktan yargısız infaz yapıyor bir bakıma, belki katil sanıyor belki daha kötüsü, ama ne önemi olabilir ki. herkesin bir hikayesi olduğu, bir sebebi olduğu yadsınamaz bir gerçek. yarın ne olacağımızın belli olmadığı bir dünyada nefes alırken, karşımızdakini insafsızca yargılamak hangi birimizin hakkı olabilir, düşünüyor insan.

    gel gelelim;

    "dün sevgililer günü'ydü... ve ben, dün, bir sevgililer günü'nde kimsenin bulunmak istemediği bir yerdeydim.
    ancak... kendi adıma da, bir sevgililer günü'nü, olabilecek en "anlamlı" yerde geçirdim.
    istanbul'da, bir kadınlar cezaevi'nde, 280 genç kız ve kadınla...

    dün, edip akbayram'la birlikte, paşakapısı'nda "yaşayan" 280 genç kız ve kadın tutuklunun davetlisiydik.
    şiirler yazmışlardı... şiirler ezberlemişlerdi memleketin "mahpushane" gediklisi şairlerinden. şiirler okudular.
    şaşırtıcı bir şey yoktu okunan mısralarda... hepsi; hürriyete, aşka ve hasrete dair şiirlerdi.
    lakin; şaşırtıcı olan, okuyanlardı.
    edip akbayram'la bir ara göz göze gelip paylaştık bu şaşkınlığı...
    cezaevindeki 280 tutuklu ve mahkumun büyük çoğunluğu yirmili yaşlarındaydı.
    çoğunun fiziği düzgündü. bazıları basbayağı güzeldiler. hepsi bakımlıydılar. türkçe'leri, duygularını ifade biçimleri kusursuzdu...
    bir cezaevinin konferans salonunda değil, bir üniversitenin amfisindeydik sanki.
    sahnede mikrofonu ellerine aldıklarında yaşadıkları heyecan, bir öğrencinin sınavdaki heyecanından farksızdı.
    sanki, sevgililer günü için düzenlenen bu şiir yarışmasında; jürideki bizleri etkileyip birinci olurlarsa, hayatları değişecekti.
    hayatları kurtulacaktı. özgür kalacaklardı sanki. oysa...

    oysa, veda edip ayrılırken, onlar bize iç avlunun merdivenlerinden el sallıyorlardı.
    bizse, onlar için "erişilmesi imkansız"; bizim içinse çok olağan, sıradan bir istanbul "telaş"ının içine dalıyorduk dolu dizgin.
    hürriyet; bizim yaşarken zerrece aklımıza getirmediğimiz, onlarınsa bir an bile akıllarından çıkarmadıkları bir "soluk"tu havada.
    sevgililer günü; bizim için, bilmem kaç ytl'lik bir "kırmızı kalpli" ticaret; onlar için bedeli hesaplanamaz tepeden tırnağa hürriyete hasretti.
    cezaevi savcısının sağladığı "insanca yaşam" koşullarında düşündükleri tek şey de, kaybettiklerine değip değmediğiydi işledikleri söylenen suçların...
    savcı suçlarını sayıyordu 280 genç kız ve kadının... 82'si uyuşturucudan, 52'si cinayetten.
    gerisini dinleyemedim. dinleyemedik... bir üniversite amfisinde olmadığımızı hatırlamıştık yalnızca...
    ama, onlar bir zamanlar, o amfilerde, o sınıflarda, o sokaklarda, o sinemalarda, o evlerdeydiler işte...
    onlara benzeyen "dışarıdakiler" gibi... filmi başa sarmak için neler verirlerdi kim bilir? dışarıdakiler; "kötü final"lerle sona sarılmamış kendi filmlerinin kıymetini biliyorlar mı peki?
    her cezaevi paşakapısı değil, tamam da... ama, paşakapısı'dan bakınca; dışarıyla içerisi arasında, başlangıçla son arasında, hürriyetle hürriyete hasret arasında ince bir tuğla duvar duruyor yalnızca...

    bu yıl sevgililer günü'nde ne yaptığınızı düşündüğünüz kadar, gelecek yıl sevgililer günü'nde ne yapacağınızı, nerede olacağınızı da düşünün şimdiden.
    bu arada... dün özlem kızdan dinlemeseydik cezaevinde; bilemeyecektik, nazım'ın "tahir ile zühre"sinin aşka dair yazılmış en güzel şiir olduğunu..."
  • insan içerideyken, bütün zamanını çıktığı ilk gün kimleri göreceğini düşünerek geçiriyor.
    sonra ikinci gün, üçüncü gün...
    ama sonra çıkınca bir de bakıyorsun ki;
    herkes çok değişmiş.
    belki sen de değişmişsin.
    bir tek kişi olsun değişmesin diye dua ediyorsun.
    seni hala tanıyan...
    sana eskisi gibi bakan bir tek kişi.

    (bkz: carlito's way)

    nihayetinde yeterince düşünürseniz en yakınınızdan bile nefret edebileceğinizi öğreten mekandır.
  • foucault'ya göre evinizi terk eder etmez başlar hapishane; zira otorite siz hapishane dışında iken sizi hapishaneye tıkma tehdidiyle sürekli gözetimdedir.
  • insanlar yaşamak için öldürür.
    bu dışarıdaki gibi hapishanede de böyledir.
    burada yaşamak için neden böylesine
    kavga ettiğimizi merak ediyorum.
    birisi 100 yıla mahkûm oluyor,
    cidden egzersiz yaparsa,
    sertleşip formda kalırsa
    dışarı çıkabileceğine inanıyor mu?
    yargıç şartlı tahliyesiz
    müebbet veriyor.
    şartlı tahliyesiz.
    müebbetler.
    bir noktada bir daha bir yere gitmeyeceklerini
    fark ederler. böyle olduğunu gördüm.
    gözlerine bir sakinlik çöker.
    sanki geri kalan hiç birimizin
    göremediği bir şeyi fark ederler.
    birden başka türlü özgür kalırlar,
    ölmeye hazırlardır.
    ve belki bu bokun gerçekleşmesi için
    ellerinden geleni yaparlar.

    (bkz: oz)
hesabın var mı? giriş yap