• biz 90'ların sonuna yetişmiş üniversiteliler, tek fitilli kadife pantolon, 2 şile bezi gömlek ve 2 el örgüsü hırka ile anadolu'nun her şehrinden akın akın gelmiştik siyasala.
    işaret ve orta parmak arası, ucuz sigaradan sararmış olurdu, esmer erkeklerin bıyık uçları bile tütünden sararırdı.

    para değil dürüme, memleketten gelen tarhanaya katık edecek ekmeğe bile yetmezdi ay sonları.
    tüm şehrin, öğlen yemeği en ucuz üniversitesinde, öğlen yemeği başlar başlamaz bir jeton atar yemek yer, 2 saat sonra yemek bitmeden bir tur daha yer, aha o yemekle günü gün ederdik. yemek 2500 tl idi. 2500tl madeni bir paraydı.

    ama kantinden hep masadaki insan sayısı kadar çay alırdık. para en çok kantin çayına giderdi. kendine kadar bir bardak çay almayı bilmezdik.
    ama bir tur 8-10 bardak çay alıp, akşama kadar başkasının çay tepsisinden ikram edileni içer yine aynı hesaba çıkardık. çay ise 500tl

    sigaraya winston ile başlar, 3 gün sonra 19 mayıs ballıca döner, 2 hafta maltepe içer, son hafta otlakçılıkla geçerdi.

    ben memur çocuğuyum, harçlığım 15'inde yatardı. bir arkadaş vardı engin. onun burs 1'inden birine gelirdi.
    ben ne zaman son maltepemi içsem, eve döndüğümde çantamda bir ballıca bulurdum, ayın 15'ine geldiğimizde de, muhakkak 2 paket alırdım sigarayı, gizliden ben de kaktırıverirdim birini çantasına.

    biz iki gariban, hiç birbirimize yol paramızın kalmadığını söylemedik.
    dipdibe 2 semtte, birbirinden gariban 2 ayrı öğrenci evimiz vardı. yakındık mesafe olarak.

    her gün okuldan o evlere, 12 durağı yağmur çamur demeden yürümek için bahaneler bulurduk.
    *dostum sana danışacağım bir durum var yürüyelim mi?
    *kardeşim bir film izledim, vaktin varsa yürüyelim anlatayım ister misin?
    *aksaray'daki ezgi müziğe bir baksak mı? almayız da bakarız, yürüyelim mi ki bugün?

    biz yürüdük, hiç gariban hissetmeden, para yok diye değil, biz istediğimiz için yürüyorduk neticede.
    midemizin gurultusu mühim değildi, sigaramız vardı hep, birimiz ballıca içeceğine ikimiz de maltepe içerdik.

    sanıyorduk ki üstesinden gelinir hayatta garibanlığın, bilmiyorduk garibanlık sandığımız parasızlıkmış sadece, kardeşlik ve dostluk karın doyuruyormuş meğerse.

    sonra bitti okul, ben fabrikalara o bankaya, olaylar olaylar, arada bir smsler, bazen facebook'tan kısa merhabalar.

    2014 ocak ayının 8'ydi, engin son vermiş hayatına, haberi geldi.
    demek -mış gibi yapamamış artık.
    ben de fark edememişim, hiç birimiz fark edememişiz.
    gariban kalmış cidden, paradan bağımsız, parayla alakasız.
    hepimiz garibanmışız da aslında, birbirimizi görmez olmuş gözümüz.

    insan sevdiklerini yitirmeye başlayınca ayakları yerden kesilmeye başlıyor.
    para olmayıversin de, ruhu garibanlaşmasın yeter ki insanın, kalbi fukara hissetmesin.

    fukaralığa dayanılıyor da garibanlık yükü çekilmiyor galiba.

    ömrümün en güzel 4 yılını geçirdiğim okulun kantininde, heykelinde, meydanında, yanımızda engin olmadan çekilmiş fotoğrafım yok diye, bakamıyorum 1 yıldır hatıralarıma, telefonunu silemiyorum, mesajlar da duruyor.
    kalbimde koca bir yük, içimde bir gariban kalmışlık, taşıyacağız artık bir ömür.
  • 1999 yılı, mecidiyeköy'de firewall yazdığımız günler. altı aydır maaş alamıyoruz. cebimde beş kuruş para kalmamış. kira ödeyecek param olmadığından ofiste kalıyorum. 1.5lt'lik plastik boş kola şişelerinin depozitosuyla kokoreç alıp karnımı doyuruyorum. yine ofiste sabahladığım günlerden biri. aşırı açım. boş kola şişesi bakındım, bulamadım. mutfaktaki buzdolabına bakmaya gittim. bomboş. sadece bir kavanoz zeytin var. açlıktan yarım kavanoz zeytin yemiştim. o kadar midem bulanmıştı ki sonrasında yıllarca kahvaltıda zeytin yiyemedim. hala da çok zeytin hastası değilimdir. o olaydan kısa bir süre sonra ekşi sözlük'ü kodlamıştım. yüksek dozda zeytinin etkisi olmuş mudur bilmiyorum.

    edit: "madem beş paran yok kola şişeleri nereden?" diye soranlar oldu. ekseriyetle üçbeş kuruş parası olan iş arkadaşlarım dışardan getiriyordu. şişe depozitolarına ben konuyordum.
  • hani sözlük'te yazar maaşlarının azaltılması gibisinden sazan.avi başlıklar açılır ya, sonra da kollektif bir geyik mekanizması harekete geçer ve diğer yazarlar da peş peşe komiklik yapıp, espriler patlatırlar, eğlencenin dibine vururlar hele arada tek tük buna inanan saf garibanların entryleri de görünmüşse geyik tam anlamıyla başarıyla sonuçlanmış demektir. slow motion'da düşen sandalyeler..püskürtülen kahveler..sıvazlanan daşşaklar..sırıtık suratlar ve geri planda çalan zılgıtlarla harmalanmış acı bir opera aryası. birilerinin ezilmişliği, ezikliği yine birilerinin mutluluk kaynağı olmuştur. işte birgün ben de buna benzer sikko bir geyiğe ortak olup birşeyler yazmıştım ve çok geçmeden bir mesaj almıştım.

    (#xxxxxxxxx) "selamlar hocam, bir yıla yakın aktif olarak burada yazıyorum. genelde edebiyat ve kitaplar hakkında entry giriyorum ve hatrı sayılır da bir zaman harcıyorum ancak bu yazar maaşı konusu hakkında pek bilgim yok acaba nereye başvuruyoruz? öğrenciyim ben. aynı zamanda part-time çalışıyorum ama kazandığım para ve aldığım bir burs evimin kirasına bile zar zor yetiyor. son birkaç ay ise kirayı yetiştirmedim. ailemin durumu da iyi değil o yüzden böyle bir ek gelirin varlığı bana ziyadesiyle yardımcı olur. şimdiden teşekkürler."

    aşağı yukarı buna benzer dokunaklı mesaji okuduğumda ister istemez gözlerim nemlenmişti. yani birilerinin garibanlığı digerlerinin eğlencesi olurken bu eğlence de yine aynı birilerinin umut kaynağı da olabiliyormuş. içten bir of çektim bu belki de hep böyle süregelmiş kırılması zor yaman ve acımasız döngüye.

    "selam kardeşim, yazdıklarını görünce üzüldüm. çünkü bu bir sözlük efsanesi yok öyle birşey yani. ama eğer bir banka hesabı verirsen en azından bu mesaj vesilesiyle bu ayki kirana yardımcı olabilirim. çünkü ben de geçen yıla kadar öğrenciydim bilirim o yüzden bu durumları."

    çok geçmeden cevap geldi;

    "ne diyeceğimi bilemiyorum hocam. bir an umutlanmıştım. hesap numaram ibanxxxxxxx. borcum olsun lütfen veya bir gün sen kiraya sıkışırsan ben de sana yardım ederim."

    hemen hesabına çok olmasa da bir miktar para yatırdım. normalde pek duygusal biri değilim ama o akşam gözlerimde biriken yaşlar daha fazla duramayıp yanaklarımdan aşağı doğru süzülüverdikten sonra klavyemi ıslattı. az evvel muzurluğa heveskar parmaklarımla kirlettiğim klavye tuşlarını şimdi naif gözyaşlarım temizliyordu sanki tek tek. ve bu arınma neticesinde ortaya çıkıveriyordu belki de o pişmanlık ama şefkat dolu cümleler.

    "senin gibi iyi niyetli, temiz kalpli ve dürüst insanlar oldukça bu dünya her şeye rağmen güzel kalacaktır. yine görüşürüz, sağlıcakla kal."

    diye son bir mesaj daha attım ve cevabı geldi.

    "asıl senin gibi iyi niyetli, temiz kalpli, dürüst, merhametli ve saf insanlar oldukça bu dünya yaşanmaya değer bir yer olmaya devam edecektir. tekrardan teşekkürler hocam. sonsuz sevgiler ve saygılar."

    sonra bir daha bu tür geyiklere hiçbir şekilde bulaşmamaya karar verdim. hatta yapanları sert bir dille uyarmaya başladım. aradan bi müddet geçince de bizim eleman napıyor acaba halini hatrını sorayım dedim baktım leyla olmuş, uçurmuşlar. ulan hayat da hep garibanları sikiyor zaten amına koyim deyip nikaltını açtım. 2 sayfa dikkat!! yazmışlar..dolandırıcı yazmışlar..hırsız yazmışlar..fadıl akgündüz'ün kayıp sol taşşağı yazmışlar..sandalyem yerinde ağzımda kahvem ve donuk bir yüz.. o zaman yine anladım ki hayat bir kez daha garibanları hunharca sikmişti.
  • sene 2000-2001. üniversitedeyim. aydan aya para yolluyor annem. baba zaten piyasada yok, kadıncağız çalışıyor, sırf ben okuyayım diye emekli olmuyor. ayda bir para yolluyor bana.

    çanakkale'de okuyorum, kaymakamlığın burs olarak öğrencileri indirimli oturttuğu iki daire var. birinde biz iki kız oturuyoruz, biri de üstümüzdeki daire, onda da iki kız kalıyor. evde oturacak öğrencileri kendi kriterlerine göre kaymakamlık seçiyor. dolayısıyla "ay ben o kızla aynı evde oturmam" durumu yok. si si oturacaksın. ben de zati yurttan çıkmışım oraya seçilmişim, hiç gıkım çıkmıyor.

    ev arkadaşım istemeye istemeye var tabi. hatun artık nasıl bir aile eğitimi görmüş ya da görmemiş ise mübarek kızın temizlikle alakası yok. net 20/28 günde bir banyo yapıyor, evi sürekli böcek basıyor, odası bildiğin leş. allahtan iki oda bir salon durumumuz var falan. sinirden ve sürekli temizlik yapmaktan asabım eni konu bozulmuş. bir de gamsız, yüzüne söylüyorsun, bağırıyorsun ediyorsun, sanki duvara konuşuyorsun.

    neyse bunu da çekiyorum zira normal kira verecek durumumuz yok. si si diyorum ve sürekli gergin bir ev hayatıyla, gündelikçi öğrenci karışımı bir biçimde yaşıyorum.

    bir ay sonu yine para bitmiş. kantine yazdıra yazdıra yazdırmaya yüzüm kalmamış. bakkal desen keza öyle. en son 1 paket sigara yazdırıp, yüzümü karartıp eve geliyorum. ertesi gün param gelecek, o yüzden nispeten rahatım. evde de yarım ekmek var diye kalmış aklımda. idare ederim diyorum. ertesi gün param gelecek nasılsa.

    eve geliyorum. ev arkadaşım direk "babam gelecek, inmiş otogara 10 dk ya burda" diyor. iyi, güzel, bekliyoruz, geliyor. hoş beş sohbet derken ben yalnız bırakıp içeri mutfağa geçiyorum. yarım ekmek piyasada yok. babası geldiği için kıza da soramıyorum ayıp olur diye. mutfağa fare girse açlıktan canını dışarı atar, öyle bir halde.

    hatunun babası eli kolu dolu, valizler falan açılıyor. odaya geçmişim ama duyuyorum muhabbetleri. erzak, öteberi getirmiş. allah razı olsun falan diyorum ben içimden saf saf. neyse hatun mutfağa geçiyor, ben de yalnız kalmasın diye adamın yanına geçiyorum, muhabbet ediyoruz. adam koca bir kangal sucuk getirmiş. muhtemelen dahası da vardır ama hatun odasına tıkaladığı için bilemiyorum. hatun mutfakta onu pişiriyor. nasıl güzel kokuyor, nasıl açım, nasıl içim gidiyor, çizgi filmlerdeki gibi gözümde yıldızlar uçuşuyor falan.

    neyse sofra açılıyor. yardım edeyim mi diyorum, yok diyor hatun. sofraya iki çatal, adam köy ekmeği getirmiş o, koca sahan sucuk, adamın getirdiği peynir falan geliyor. bunlar gayet sakin oturup yemeye başlıyorlar. hayatımda o kadar şaşırdığımı, o kadar ezik hissettiğimi hatırlamıyorum. bir "buyur gel", en azından "aç mısın?" demeden hapır küpür yiyorlar. orada sap gibi ayakta bekliyorum biraz. bakıyorum tık yok, odama geçiyorum. ağlaya ağlaya üst üste sigara içiyorum.

    gece aç açına yatıyorum, arada karnımın gurultusuyla uyanıyorum. mutfağa gidiyorum. bizim o yarım ekmekten eser yok. yemekten arta kalan bişeyler var ama gururuma yedirip yiyemiyorum, ağlıyorum. koca bir şişe su dolduruyorum. su bastırır diye su içip içip geri uyuyorum.

    nihayet öyle böyle sabah oluyor. annem arıyor, yatırdım paranı diye. parayı çeker çekmez markete gidiyorum. nasıl gözüm dönmüş, nasıl fena olduysam koca bir sepet yiyecek, erzak, ekmek vs alıyorum. marketteki eleman bile şaşırıyor. bir de sucuk tabii. tam üç kangal sucuk alıyorum (ki öğrenci için düşünün üç kangal nasıl bir masraf). eve geliyorum. baba olacak adam da, hatun da evde. koca bir kangal sucuğu yapıyorum. sofraya getiriyorum. zeytin, peynir, çilek reçeli almışım, reçel ne varsa bol bol dolduruyorum.

    buyrun diyorum, sofra hazır.
    yok biz tokuz çekiyorlar.
    olsun diyorum, göz hakkıdır, kokmuştur. ben rahat edemem diyorum.
    babası "hakkaten iyi sucukmuş, ne koktu mübarek haaa" deyip sofraya oturuyor.

    sadece afiyet olsun diyorum...

    hala sucuk yerken aklıma geliyor bu.
    bir gün çoluğum çocuğum olursa ilk öğreteceğim şey olacak paylaşmak. ilk öğreteceğim şey olacak adap.
    bazen insanlar edeple o kadar kafayı bozuyor ki; adabı unutuyorlar. bir insanın her sucuk yiyişinde boğazına düğümlenen lokma oluyorlar.

    özet geçiyorum: allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.
  • açılın, fotoğraflı videolu kanıtlarımla geldim. ama bu sefalet, bu çılgınlık, bu emek ancak şu dramatik fon müziği eşliğinde bir anlam kazanabilir: beethoven senfoni no 5

    henüz orta okul ve lisedeyken edebiyata tutkundum. deli gibi kitap okurdum. ama okuduğum kitaplar ve yazarları hakkında bilgi edinebileceğim kaynak kitaplarım yoktu. çünkü cidden de fakirdik. lise başlarken evimde sadece iki-üç yılın birikimiyle cildini 50 kuruştan aldığım 10 ciltlik cumhuriyet ansiklopedisi, 6 ciltlik hayat ansiklopedisi, 4 ciltten oluşan genel kültür ansiklopedileri ve birkaç ufak tefek kitap vardı. oysa ben kaynak kitap olması açısından edebiyat tarihi ve ansiklopedileri istiyordum. çünkü genel ansiklopedilerde yazarlar hakkında tek tek maddelere bakmak oldukça yorucuydu. sonra aklıma bir fikir geldi. lan dedim şunları bir kitapta toplasam ne olur? ansiklopedilerdeki edebiyat ile ilgili tüm maddeleri makasla kesip kalın defterlere uhu ile yapıştırmaya karar verdim. tabi bu uzun bir hazırlık süreci gerektirecekti. çünkü tüm bu ansiklopedileri sayfa sayfa tarayıp edebiyat ile ilgili maddeleri ayıklamak demekti. yani hesaplarıma göre yaklaşık 11 bin sayfayı taramak, tek tek göz ucuyla da olsa okumak gerektiği sonucu çıkıyordu. ama aynı zamanda ansiklopedilerimin paramparça olacağı anlamına da geliyordu. işte bu nedenle son defa kitaplarımın bütün hallerine bakınca garip bir ses duydum kitaplığımdan

    çok çetin bir hazırlık sürecinden sonra nihayet tüm maddeleri kesip şeffaf dosyalarda biriktirmiştim. tabi bunca kesme biçme neticesinde tüm bu ansiklopediler de piç olmuştu. önce yazarları ülkelerine göre ayırdım. sonra tek tek tüm ülkelerdeki yazarları harf sıralamasına soktum. bu da bayağı uzun bir vakit aldı. nihayet her şey hazırdı. kes yapıştır usulüyle 5 ciltlik bir dünya edebiyatı tarihi yaptım. sadece bu bile yaklaşık 1500 sayfa tuttu:

    http://i.imgur.com/u3fqp0e.jpg
    http://i.imgur.com/uqanx4r.jpg?1
    http://i.imgur.com/srzbxd5.jpg?1
    http://i.imgur.com/kyhvaih.jpg?1

    türkleri ayrı bir kitapta toplayarak 3 ciltlik türk edebiyatı tarihi oluşturdum. bu da 1000 sayfa falan tuttu:

    http://i.imgur.com/ohgdxzm.jpg
    http://i.imgur.com/m0gkgp2.jpg?1
    http://i.imgur.com/ftpy4vu.jpg

    böylece kaynak olarak kullanabileceğim bir türk ve dünya edebiyatı tarihim vardı artık. ama hızımı alamamıştım bir kere. piç olmuş ansiklopedilerdeki sanatçı, mimar, ressam, kaşif, bilim adamı, devlet adamı, komutan gibi biyografik ne varsa baştan bir tarama yaparak tarihe yön verenler adını koyduğum bir ansiklopedi daha yaptım. ama şimdi yıllar sonra bu son kitaba bir kez daha bakınca anlıyorum ki burada biraz çocuksu masumiyetim devreye girmiş. bu tarihe yön verenler ansiklopedisinde her meslek erbabına 10 kişilik kontenjan ayırmıştım. on sanatçı, on devlet adamı, on bilim adamı gibi...işte o yıllarda ninja kaplumbağalar en sevdiğim çizgi filmlerdendi. bilindiği üzere bu ninjalar adlarını rönesans dönemi italyan sanatçıları olan leonardo da vinci, rafaelo, michaelangelo ve donatello'dan alır. ben de bu dörtlüyü ayırmaya kıyamadım ve ilk ona girmeyi pek hak etmediği halde donatello'yu da listeye almıştım. aslında usta splinterı da koyacaktım ama ne iş yaptığını bilmiyordum. * bu da yaklaşık 400 sayfa tuttu:

    http://i.imgur.com/gloqm84.jpg
    http://i.imgur.com/g3jxxgy.jpg
    http://i.imgur.com/hk63wvb.jpg
    http://i.imgur.com/6xc5int.jpg
    http://i.imgur.com/npniquh.jpg?1

    artık ansiklopedilerimin kabası bitmişti. geriye sadece ince işçilik kalmıştı. önce gazetelerdeki büyük ve kalın puntoları keserek, oluşturmuş olduğum ansiklopedilere kapak yaptım. içindekiler kısmı ve sayfa numarasına kadar hepsini düzenledim. ve nihayet, en az üç yıllık bir sürecin sonunda benim de artık kaynak kitaplarım vardı. üstelik bunlar tarihin ilk kolaj ansiklopedisi, ilk postmodern edebiyat tarihleri bile sayılabilir. * artık raflarımın ansiklopedi bölümünde böyle bir görüntü var:

    http://i.imgur.com/2yzdbpb.jpg

    tüm lise yıllarımı bu çalışmalarıma adamam neticesinde haliyle ilk sene üniversiteyi kazanamadık. ikinci sene anadolu üniversitesi edebiyata yerleştim. maalesef. sonra yaz dönemlerimde fethiye ve çeşmede çalışarak bu kitapsız günlerimin acısını fazlasıyla çıkardım. burslardan ve yazdan kalan paraların büyük çoğunluğunu kitaba yatırdım. şimdilerde sadece kendi paramla aldığım 1500den fazla kitabım var. şu bir buçuk senelik işsizliğim bitse ve düzgün bir işe girersem bunun 15 000e kadar yolu var. hatta kazara milli piyango falan çıkarsa bunun kitap versiyonunu çekeceğim. *

    edit: imla uyarısı için ben eksici degilim nickli yazara teşekkür ediyorum.
    edit 2: imgur linklerini açamayanlar ekşi şeyler'den okuyabilirler: https://seyler.eksisozluk.com/…sturan-sozluk-yazari
  • sene saniyorum 2001 veya 2002. kocnet'teki isimden ayrilmis, abd'deki bir turk sirketinde daha sonra oraya transfer olma sarti ile son derece dusuk bir ucrete uzaktan calisiyorum. daha dogrusu calisiyoruz. adamlar bir kisilik [ve daha onceki islerimize gore oldukca dusuk] maas oneriyor, ben her ikimizin de ise ihtiyaci oldugu icin bir maasi teo ile bolusmeye razi oluyorum.

    o donem parasizliktan surekli evde oturuyor, pek insan icine karismiyoruz. teo da aile evinde kalmaya basliyor. derken bir gun sozlukte bir zirve duzenleniyor: üçüncü sourtimes gigantik zirvesi.

    piknige gidilecek, yenecek icilecek. herkes birseyler goturuyor mangal icin. biz de napalim, kofte yapalim onu goturelim diyoruz. uc kurus paraya alabildigimiz kiymanin icine, alabildigince ekmegi tikiyoruz. koftede kiymadan cok ekmek var. dogal olarak rengi de kirmizi degil, giderek beyazlasiyor.

    neyse gun geliyor, kalkip gidiyoruz. mangal basindayiz pisirilecekleri cikariyor insanlar. biz de cikarip kofteyi veriyoruz. o sirada yanimizda hadileen var. o sira adi lazim olmayan biri kofteyi goruyor ve "aa bunun rengi niye beyaz, nasil kofte bu ?" diyor. hadileen durumu aninda cakozlayip hemen atliyor "onlar dana eti sevmiyor, kuzudan yapmislardi o yuzden. oyle olur o" diyor. bunun uzerine kimse bir sey demiyor baska.

    hadileen belki bunu unutmustur, biz unutmadik.
  • annemin ögrencisinin yıllarca hatırlayacagı olaylardan birisidir. ilkokul üc ya da dördüncü sınıfı okutuyordu annem o zaman. nasıl bir geyikse, babası olmayan var, döven var, ölen var, müfredat geregi her babalar analar gününde, "siz nasıl bir baba-ana olurdunuz" konulu bir kompozisyon yazması isteniyor ögrencilerden. sınıfta hic konusmayan bir cocuk var, öncesinde sınıfın en yaramaz, en cin cocuklarından. sene basından beri konusmuyor, annem her gün gelip aglıyor, tüm ulasma cabalarına ragmen yok tık ortada. velisini cagırtıyor, psikolog ayarlamak icin birlikte, bir yandan kara kara düsünüyor, eh kasımpasa'da bir okul, hangi parayla? son care cebinden verecek zaten. aksam eve geliyor annem, kompozisyonlardan birini okuyunca hüngür hüngür aglamaya baslıyor. konusmayan cocuk şöyle yazmıs.. yüregimi daglıyor velet.

    - ben baba olsaydım, cenneti ogluma tercih etmezdim... hem ben baba olsam, eger cennete gitsem, ektirmem cicek mezarıma... biliyorum kökleri babamın gözlerine batıyor biliyorum. söyleyemiyorum, kimseye söyleyemiyorum. gözüme batar. her gece rüyamda. ben baba olsam, hep cocugumun rüyasına girerdim iste.

    altını da hırsla karalamıs kagıdın. öyle mahalle okullarının sınıfları altmıs kisiliktir. kagıt arada karısıyor.

    annem haftalarca, ilgileniyor cocukla. bize gelip gidiyor, birlikte kek filan yiyoruz, caktırmadan muz, cilek veriyorum önüne, biliyorum yiyemiyor evde. haftalar sonra, okulda anneme, ilk lafını gazete kagıdına sarılmıs bir paket esliginde veriyor...

    -ögretmenim seni cok seviyorum. sen benim her seyimsin.

    bir de b.c.d ablasını prenses kıyafetiyle cizmemis mi?

    eve getiriyor annem pakedi, annesi, baba ölünce dis fırcası, esantiyon dis macunları satar olmus. bir poset doldurmus evden getirmis. sonradan annesi geliyor okula, tesekkür etmeye, "valla haberim yoktu hocam, ben de evdeki paketler kaybolunca hırsızlıga da basladı diye kızartacaktım onu meger size getirmis" diyor.

    burkuyor yüregimizi, burkuluyoruz.
  • 5 6 yaşlarındayım, kız kardeşim yeni doğmuş, hasta ve güçsüz. istanbul'un yeni yerleşim yerlerinden birinde, çamurdan sokakları olan bir semtte yaşıyoruz. daha duvarlarındaki beton kururmamış bir kooparatif dairesinde kiradayız. duvarlar yeşil ve sürekli küflü. kardeşim sürekli hasta.

    ben de muz seviyorum. 1 kere mi ne yedim ama olmaz böyle bir lezzet abicim. kokusu, kabuklarını yana doğru açarak yeme durumu falan. böyle bir şeyin ağaçta kendiliğinden yetişmesi ibretlik yani. işte hatırlarım kardeşime güç bela muz alırlardı, annem bi parça verirdi sonra da tembihlerdi beni, "oğlum kardeşin hasta diye bunları yemesi lazım, çok pahalı alamıyoruz" diye. o evde o muz dururdu da ben gidip bir tanesini yemezdim, arada sırada kese kağıdını koklardım ama yemezdim.

    kız kardeşim evlendi şimdi, geçen gün onlara gittim, bir tabakta meyve getirmiş. dilimlenmiş muzlar... onlar öyle yenmez ki.
  • üniversite birinci senemde rotary klübü'nün sakarya temsilciligi bana burs bağlamıştı.
    99 depreminden sonra ise öğrencilerin çoğu ya öldüğü icin ya da artık sakaryayı terk ettiklerinden (elvada adapazari) burslar kesildi.
    eylül, ekim, kasım, aralık... bi' umutla hep baktım banka hesabına ama boştu. sonra şubat tatilinde izne gidince temsilciliğe uğrayıp ''ben ölmedim.'' demiştim. onlar da ''tamam, yaşadığını haber verenlere burslarını göndermeye devam ediyoruz.'' demişlerdi.

    sene sonu o yılki bursumu toplu olarak yatırdılar. paranın bi' kısmını anneme göndermiştim.

    ''ben ölmedim. bursumu yatırmaya devam eder misiniz?''

    yıllar sonra gelen edit:
    benimki hayatını kaybedenlerin yanında ne ki...bursunu kaybetmişsin altı üstü. 99 depreminde hayatını kaybeden, hayalleri yarım kalan, cenazesinin kaldırılmasının ardından eve kazandığı üniversitenin zarfı gelen insanların hikayeleri yanında bunu yazdığıma utanıyorum şimdi.
  • 2005 ağustosun son haftası.

    2 ay önce eşimle ailelerimizin redlerine rağmen hepsini karşımıza alıp 2 arkadaşımızı şahit yapıp evlenmişiz. yeni mezunuz ve işe başlayalı sadece 10 ay olmuş. yani eşim ve benim maaş toplamımız kuş, evlendikten sonra karşımıza çıkan kira, fatura, mutfak, beyaz eşya taksiti, koltuk taksiti vs. gibi giderler ise dev kadar. iş yeri küçükyalı'da kiralık evimiz çengelköy'de. şirketten erken maaş istemişim ancak muhasebe departmanından yeni mezun çömeze cevap yazmaya bile tenezzül edilmemiş. cebimde kalan para sadece iş yerinden gebze harem minibüsüyle hareme gidecek kadar. ayağımda tabanı artık yırtılmış ancak üstten bu yırtığı görünmeyen, yürüdükçe yoldaki tozları içine dolduran bir ayakkabı.

    harem'de indim. çengelköy'e yürüyorum. 15 dakikada bir eşim arıyor. her defasında sözler veriyoruz birbirimize hiç kimseye muhtaç olmadan ayakta kalacağız diye. yaklaşık 1,5 saat sonra ayakkabımın içi toz toprak dolu varıyorum evime. sarılıyoruz eşimle. yine sözler veriyoruz birbirimize.

    maaşa daha 1 hafta var. bir hafta boyunca evde tek yemek makarna. 1 haftalık süre içinde kozyatağı'nda çalışan üst komşumuzdan rica minnet beni de en azından kozyatağı'na bırakmasını istiyorum çünkü işe gidecek param yok. her gün sabah akşam aynı ayakkabılarla kozyatağı'ndan küçükyalı'ya yürümeye devam.

    çaresizlik...

    şu an 32 yaşındayım. ev, araba gibi istanbul'un temel ihtiyaçlarının hepsine sahip olduk. borcumuz harcımız da kalmadı. 2 tane dünya tatlısı çocuğumuz var. artık tüm yatırımımız onların üstüne. daha özgür bireyler yetiştirmeye çalışıyoruz. onları dinlemeye ve anlamaya çalışıyoruz.

    sözlerimizi tuttuk, mutluyuz. o ayakkabıları hala saklarım...
hesabın var mı? giriş yap