• lise zamanları. bi arkadaşla bizim liseden sadece ikimizin olduğu bi yurtta kalıyoruz çok yakınız bunun için. neyse para yok bi ara böyle ikimizde de ve okulda öğle saatlerinde aç kalıyoruz. günde sekiz saat ders görüyoruz ve akşama kadar ölüyoruz açlıktan. millet ya kantinden bir şeyler yiyor ya da okulun kendi yemekhanesi var paralı oradan yiyorlar falan. ama biz yiyemiyoz, açız. bu bahsettiğim arkadaşla da farklı sınıflardayız.

    yine böyle bi öğle arası kantinde buluşalım dedik öncesinde. neyse öğlen oldu gittim kantine oturdum bekliyorum. arkadaş elinde bir paket burçak bisküviyle geldi. aha nerden buldun bunu dedim. şunu anlattı: sınıftan bi arkadaşı kantine gitmişken bana da bisküvi al demiş. bu da onun burçak sevmediğini biliyomuş belki yemez de bana verir diye düşünüp burçak almış. kız da gerçekten yememiş sen yersin belki diye buna vermiş bisküviyi.

    bi yandan son derece utançla bi yandan da açlığın vermiş olduğu gazla yemiştik o bir paket bisküviyi. ki burçağı ben de hiç sevmem.

    bu da böyle bir anımdır. o kız da okuyosa bunu hakkını helal etsin lan. çok açtık :( gerçi benim suçum yok ki ben sadece yedim. *
  • 1990 larda köylü ve fakir bir ailenin evladı olarak orta okulu köyden ilçeye git-gel yaparak okudum.

    okula giderken annem çantama ekmek peynir koyardı ve ben de benim gibi arkadaşlarımla birlikte okul idaresinin izin verdiği bir kahvede çay eşliğinde peynir ekmekle karnımı doyururdum...

    asıl garibanlık bu değil ama... ara bir, bir müdür yardımcısı ve bir de öğretmen sınıfları dolaşırdı... inşaata amele seçermiş gibi "durumu iyi olmayan öğrencileri" seçerlerdi... bu işi yaparlarken, müdür yardımcısı ile o öğremen kendi aralarında fısıldarlardı...(büyük ihtimalle biri bir öğrenciyi öneriyordu öteki de hımm bu gariban alalım filan diyordu..) daha sonra garibanlar olarak idareye giderdik ve orada bot-mont filan denerdik öğretmenlerimizin gözetiminde...sonra da o aldıklarımızla birlikte sınıfa girerdik...

    o yıllara ilişkin hatırladığım en önemli detay: üzerimdeki elbiselerin her birini başka birinin verdiğiydi...e tabi pantolunu verenle gömleği veren, renk ve beden uyumu üzerine görüş alışverişinde bulunamayacaklarına göre, giysilerim birbiri ile renk ve beden olarak uyumsuzdu...

    gerçekten annemle birlikte bu anları düşündüğümüzde şu an bile ağlıyoruz...
  • yıl 2002 filan. 10 yaşlarındayım.
    annemle babam yeni boşanmış, elde avuçta hiçbir şey yok olanı da annem borçları kapatmak için harcamış. gidecek yerimiz yok akrabamızda kalıyoruz. annem, ben, ablam bir odada kalıyoruz.

    annem yeni çalışmaya başlamıştı. çalıştığı işyerine de ek bina yapıyorlar devamlı inşaat var.
    bir pazar sabahı annem hadi dedi hep birlikte çalışacağız bugün üçümüz.
    ekim falandı galiba ama hava desen buz.
    mutlu olduk anneme yardımcı olacağız diye. neyse gittik. yapılacak iş şu: inşaattaki atık çiviler mıknatıslarla toplanacak.
    mıknatıs dediysem küçük değil hayvan gibi.
    o havada, bütün gün ben, annem, ablam üç kadın inşaatta çivi topladık.
    elimiz, yüzümüz her yerimiz dondu tabi ki.
    günün sonunda topladığımız çivileri hurdacıya sattık.
    net rakam hatırlamıyorum ama annem aldığımız parayı üçe böldü. bana düşen payıyla sadece büyük boy bir cornetto alabilmiştim.
    (bkz: bu da böyle bir anımdır)
  • universite yillari.ramazanda sahurluk biseyler almak icin bim'e gittik benden fakir arkadasimla.helvadir surme peynir zeytin neyin aldik.kasada sira bize gelince paramiz cikismayinca helvayi biraktik, yine yetmeyince bi parca daha birakinca arkadan bi hayirsever "çocuklar geri koyun ben hallaederim"deyince arkadasin gözleri parladi, benimkiler doldu.attim kendimi dışarı .ağladım. o sirada da baska bi arkadas belirdi karsimda siniftan.ulen agladigim mi belli olmasin fakirlik mi ? gozlerimi kacira kacira konustum..

    tabi bir de ilkokulda bi ust snifa gecince eski defterlerimizi silip tekrar kullanma olayimiz var onlara hic girmeyelim
  • üniversite 3. sınıftayım. babamın ayda 1 yolladığı parayı 15 günde tüketip, geri kalan 15 günde fazlasıyla mütevazi yaşadığım günler. ilk 15 gün zengin, sonraki 15 gün fakiri oynuyorum.
    yine pederin yeni para yolladığı bir gün gidiyorum lokantaya. kendime güzelinden kavurma, pilav ve kola söylüyorum. benimle birlikte lokantaya giren başka iki öğrenci arkamdaki masaya oturuyor. konuşmalarını duyuyorum. birisi diğerine çorba ne kadar burada diye soruyor. eleman 2,5 lira diyince, diğeri elindeki bozuklukları sayıp yetmiyor diyor. sonra garson gelip siparişi alıyor: bir mercimek çorbası. siparişimi beklerken düşünüyorum ulan 2 çorba almaya paraları yetmedi mi diye. derken benim siparişim ve elemanların çorbası geliyor. hafiften arkamı dönüyorum, elemanlar tek çorbayı iki kaşık daldırıp içiyorlar. ekmeğe de abanmışlar. utanıyorum. 1 kaşık pilavdan bir kaşık kavurmadan alıyorum ama dahası boğazımdan gitmiyor. elemanlara yemek ısmarlamak istiyorum gelin beyler birlikte yiyelim, size bir kebap söyleyim demek istiyorum ama mahçup etmek istemiyorum. sonra kalkıyorum masadan. garson hayırdır abi bi sorun mu var diyor. yok diyorum yemek güzel de çok acil bir işim çıktı. hesabı ödeyip dışarı çıkıyorum. her bir adımda gözlerim biraz daha doluyor. sonra parkta bir banka oturup ağlıyorum salya sümük. hıçkırıklara boğuluyorum...
  • üniversite ikinci sınıfın sonu. çalkantılı bir öğrenci evi hayatımız olmasından dolayı, sonradan gelen üçüncü eleman payına düşen son kiranın yarısını verip evden ayrıldığı için, diğer arkadaşla ben kalan paramızdan tamamlayarak son kirayı verdik. elde kalan para da söz konusu evden taşınmamıza ve yaz tatilinde eve dönmek için otobüs bileti almaya yetecek kadar. neyse, her şeyi ayarladık, biletleri aldık, eşyaları bir arkadaşın evine taşımak için kamyonet parasını da ayırdık. gitmemize üç gün var. kalan paramız üç gün okula gidip gelmek için otobüs parasına ve üç öğün peynir ekmek yemeye yetecek kadar. evden para istemeye yüzümüz yok, gerek de yok çünkü üç gün sonra dönüyoruz.

    neyse efendim, arkadaşla girdik bakkala yarım kiloya yakın peynir aldık, ekmek aldık, üç günlük stok yapıyoruz. arkadaş, "çok yavan olacak iki tane de soğan alalım mı yav?" dedi, dedim yapalım bir hovardalık*, aldık iki tane de büyüğünden soğan.

    geldik eve, tüp bitmiş, çay bile yapamıyoruz, kuru kuru yiyoruz nevaleleri. evde tv yok, radyo açık, yerel kanallardan birinde mahsuni şerif'in mevlam gül diyerek iki göz vermiş'i çıkmasın mı? orada geçen "yiğit muhtaç olmuş kuru soğana" kısmı geldiğinde arkadaşla birbirimize bakıp bir şey söylemeden önce gözlerimiz doldu sonra da bastık kahkahayı...

    ha güzel günler miydi böyle durumlara rağmen, çoook!
  • yılı hatırlamıyorum da ilkokulda mı ortaokulda mı neydik. ramazan veya kurban bayramındayız. akrabalar falan filân gelmiş. bizde uzaktan gelen akraba mutlaka eli dolu gelir. hele bayramsa... büyüklere hediye (genelde elbise), çocuklara abur cubur, ortaya meyve pasta falan... muz almışlar, sevindik ettik çocuklar olarak. lâkin o dönemler evin reisi, hayır hayır diktatörü, yok yok padişahı, çık; evin allah'ı olan babaannem (c.c.) hemen olaya el attı ve muzun nasıl ve kimlere paylaştırılacağına dair hükmünü verdi. sonuçta abimle ben bir muzu paylaşacaktık. ama yasamayla birlikte yürütmeyi de kendi gerçekleştiren babaannemiz, abime 2/3'lük payı, bana da üçte birini verdi muzun. ulan islâm'ın allah'ı bile erkekler arasında büyük-küçük ayrımı yapmıyor miras hesabında falan, neyse.

    öfkelendim tabiî ben. nasıl eşit değil de bana az verilir?! o dönemler istambul 11 yaşında ve arkadaşları ona braveheart diyor. elimde küçük bir parça muz, kafamda bana yapılan haksız muameleye karşı tepki gösterme, ilkeli durma düşüncesi... mağdur ama haklı olma duygusu içinde balkona gidip denizliğe oturdum. kaşlarım öylesine çatık ki görüş alanımın yarısı kapalı... bu haksız uygulamayı meşrulaştırmamak için muzu kabûl etmemeliyim. sağa sola bakıp çaktırmadan küçük bir ısırık aldıktan sonra muz parçasını dışarıya sallayarak pasif, ilkeli ve net bir protesto yapmış oldum. belki bu eylemi kimse görmedi ama bir gün ekşi sözlük yeniden yazıldığında haksızlığa uğrayan istambul'un bu eyleminden şerefle bahsedecektir!, diye düşünerek gittim su içtim.
  • şu başlığa girdikçe başkalarının garibanlık anılarına iç burkuyorum içim kırılıyor

    kendi anılarımda var ama çıkık onlar kırık olsa duramazdım..
  • biz 90'ların sonuna yetişmiş üniversiteliler, tek fitilli kadife pantolon, 2 şile bezi gömlek ve 2 el örgüsü hırka ile anadolu'nun her şehrinden akın akın gelmiştik siyasala.
    işaret ve orta parmak arası, ucuz sigaradan sararmış olurdu, esmer erkeklerin bıyık uçları bile tütünden sararırdı.

    para değil dürüme, memleketten gelen tarhanaya katık edecek ekmeğe bile yetmezdi ay sonları.
    tüm şehrin, öğlen yemeği en ucuz üniversitesinde, öğlen yemeği başlar başlamaz bir jeton atar yemek yer, 2 saat sonra yemek bitmeden bir tur daha yer, aha o yemekle günü gün ederdik. yemek 2500 tl idi. 2500tl madeni bir paraydı.

    ama kantinden hep masadaki insan sayısı kadar çay alırdık. para en çok kantin çayına giderdi. kendine kadar bir bardak çay almayı bilmezdik.
    ama bir tur 8-10 bardak çay alıp, akşama kadar başkasının çay tepsisinden ikram edileni içer yine aynı hesaba çıkardık. çay ise 500tl

    sigaraya winston ile başlar, 3 gün sonra 19 mayıs ballıca döner, 2 hafta maltepe içer, son hafta otlakçılıkla geçerdi.

    ben memur çocuğuyum, harçlığım 15'inde yatardı. bir arkadaş vardı engin. onun burs 1'inden birine gelirdi.
    ben ne zaman son maltepemi içsem, eve döndüğümde çantamda bir ballıca bulurdum, ayın 15'ine geldiğimizde de, muhakkak 2 paket alırdım sigarayı, gizliden ben de kaktırıverirdim birini çantasına.

    biz iki gariban, hiç birbirimize yol paramızın kalmadığını söylemedik.
    dipdibe 2 semtte, birbirinden gariban 2 ayrı öğrenci evimiz vardı. yakındık mesafe olarak.

    her gün okuldan o evlere, 12 durağı yağmur çamur demeden yürümek için bahaneler bulurduk.
    *dostum sana danışacağım bir durum var yürüyelim mi?
    *kardeşim bir film izledim, vaktin varsa yürüyelim anlatayım ister misin?
    *aksaray'daki ezgi müziğe bir baksak mı? almayız da bakarız, yürüyelim mi ki bugün?

    biz yürüdük, hiç gariban hissetmeden, para yok diye değil, biz istediğimiz için yürüyorduk neticede.
    midemizin gurultusu mühim değildi, sigaramız vardı hep, birimiz ballıca içeceğine ikimiz de maltepe içerdik.

    sanıyorduk ki üstesinden gelinir hayatta garibanlığın, bilmiyorduk garibanlık sandığımız parasızlıkmış sadece, kardeşlik ve dostluk karın doyuruyormuş meğerse.

    sonra bitti okul, ben fabrikalara o bankaya, olaylar olaylar, arada bir smsler, bazen facebook'tan kısa merhabalar.

    2014 ocak ayının 8'ydi, engin son vermiş hayatına, haberi geldi.
    demek -mış gibi yapamamış artık.
    ben de fark edememişim, hiç birimiz fark edememişiz.
    gariban kalmış cidden, paradan bağımsız, parayla alakasız.
    hepimiz garibanmışız da aslında, birbirimizi görmez olmuş gözümüz.

    insan sevdiklerini yitirmeye başlayınca ayakları yerden kesilmeye başlıyor.
    para olmayıversin de, ruhu garibanlaşmasın yeter ki insanın, kalbi fukara hissetmesin.

    fukaralığa dayanılıyor da garibanlık yükü çekilmiyor galiba.

    ömrümün en güzel 4 yılını geçirdiğim okulun kantininde, heykelinde, meydanında, yanımızda engin olmadan çekilmiş fotoğrafım yok diye, bakamıyorum 1 yıldır hatıralarıma, telefonunu silemiyorum, mesajlar da duruyor.
    kalbimde koca bir yük, içimde bir gariban kalmışlık, taşıyacağız artık bir ömür.
hesabın var mı? giriş yap