• insandan çok şey götürdüğü gibi, insana bir sürü şey katan anılardır bunlar aynı zamanda.
    öğrenciyken kalınan evde kömür olmadığı için, bakkaldan alınan gazeteyi yakıp ısınmaya çalışmak mesela... bir eli yağda, bir eli balda, vakıf üniversitelerinde okuyan çocuklara bakıp bakıp içleniyorum; "siz hayatı ne bilirsiniz" dercesine...
  • açılın, fotoğraflı videolu kanıtlarımla geldim. ama bu sefalet, bu çılgınlık, bu emek ancak şu dramatik fon müziği eşliğinde bir anlam kazanabilir: beethoven senfoni no 5

    henüz orta okul ve lisedeyken edebiyata tutkundum. deli gibi kitap okurdum. ama okuduğum kitaplar ve yazarları hakkında bilgi edinebileceğim kaynak kitaplarım yoktu. çünkü cidden de fakirdik. lise başlarken evimde sadece iki-üç yılın birikimiyle cildini 50 kuruştan aldığım 10 ciltlik cumhuriyet ansiklopedisi, 6 ciltlik hayat ansiklopedisi, 4 ciltten oluşan genel kültür ansiklopedileri ve birkaç ufak tefek kitap vardı. oysa ben kaynak kitap olması açısından edebiyat tarihi ve ansiklopedileri istiyordum. çünkü genel ansiklopedilerde yazarlar hakkında tek tek maddelere bakmak oldukça yorucuydu. sonra aklıma bir fikir geldi. lan dedim şunları bir kitapta toplasam ne olur? ansiklopedilerdeki edebiyat ile ilgili tüm maddeleri makasla kesip kalın defterlere uhu ile yapıştırmaya karar verdim. tabi bu uzun bir hazırlık süreci gerektirecekti. çünkü tüm bu ansiklopedileri sayfa sayfa tarayıp edebiyat ile ilgili maddeleri ayıklamak demekti. yani hesaplarıma göre yaklaşık 11 bin sayfayı taramak, tek tek göz ucuyla da olsa okumak gerektiği sonucu çıkıyordu. ama aynı zamanda ansiklopedilerimin paramparça olacağı anlamına da geliyordu. işte bu nedenle son defa kitaplarımın bütün hallerine bakınca garip bir ses duydum kitaplığımdan

    çok çetin bir hazırlık sürecinden sonra nihayet tüm maddeleri kesip şeffaf dosyalarda biriktirmiştim. tabi bunca kesme biçme neticesinde tüm bu ansiklopediler de piç olmuştu. önce yazarları ülkelerine göre ayırdım. sonra tek tek tüm ülkelerdeki yazarları harf sıralamasına soktum. bu da bayağı uzun bir vakit aldı. nihayet her şey hazırdı. kes yapıştır usulüyle 5 ciltlik bir dünya edebiyatı tarihi yaptım. sadece bu bile yaklaşık 1500 sayfa tuttu:

    http://i.imgur.com/u3fqp0e.jpg
    http://i.imgur.com/uqanx4r.jpg?1
    http://i.imgur.com/srzbxd5.jpg?1
    http://i.imgur.com/kyhvaih.jpg?1

    türkleri ayrı bir kitapta toplayarak 3 ciltlik türk edebiyatı tarihi oluşturdum. bu da 1000 sayfa falan tuttu:

    http://i.imgur.com/ohgdxzm.jpg
    http://i.imgur.com/m0gkgp2.jpg?1
    http://i.imgur.com/ftpy4vu.jpg

    böylece kaynak olarak kullanabileceğim bir türk ve dünya edebiyatı tarihim vardı artık. ama hızımı alamamıştım bir kere. piç olmuş ansiklopedilerdeki sanatçı, mimar, ressam, kaşif, bilim adamı, devlet adamı, komutan gibi biyografik ne varsa baştan bir tarama yaparak tarihe yön verenler adını koyduğum bir ansiklopedi daha yaptım. ama şimdi yıllar sonra bu son kitaba bir kez daha bakınca anlıyorum ki burada biraz çocuksu masumiyetim devreye girmiş. bu tarihe yön verenler ansiklopedisinde her meslek erbabına 10 kişilik kontenjan ayırmıştım. on sanatçı, on devlet adamı, on bilim adamı gibi...işte o yıllarda ninja kaplumbağalar en sevdiğim çizgi filmlerdendi. bilindiği üzere bu ninjalar adlarını rönesans dönemi italyan sanatçıları olan leonardo da vinci, rafaelo, michaelangelo ve donatello'dan alır. ben de bu dörtlüyü ayırmaya kıyamadım ve ilk ona girmeyi pek hak etmediği halde donatello'yu da listeye almıştım. aslında usta splinterı da koyacaktım ama ne iş yaptığını bilmiyordum. * bu da yaklaşık 400 sayfa tuttu:

    http://i.imgur.com/gloqm84.jpg
    http://i.imgur.com/g3jxxgy.jpg
    http://i.imgur.com/hk63wvb.jpg
    http://i.imgur.com/6xc5int.jpg
    http://i.imgur.com/npniquh.jpg?1

    artık ansiklopedilerimin kabası bitmişti. geriye sadece ince işçilik kalmıştı. önce gazetelerdeki büyük ve kalın puntoları keserek, oluşturmuş olduğum ansiklopedilere kapak yaptım. içindekiler kısmı ve sayfa numarasına kadar hepsini düzenledim. ve nihayet, en az üç yıllık bir sürecin sonunda benim de artık kaynak kitaplarım vardı. üstelik bunlar tarihin ilk kolaj ansiklopedisi, ilk postmodern edebiyat tarihleri bile sayılabilir. * artık raflarımın ansiklopedi bölümünde böyle bir görüntü var:

    http://i.imgur.com/2yzdbpb.jpg

    tüm lise yıllarımı bu çalışmalarıma adamam neticesinde haliyle ilk sene üniversiteyi kazanamadık. ikinci sene anadolu üniversitesi edebiyata yerleştim. maalesef. sonra yaz dönemlerimde fethiye ve çeşmede çalışarak bu kitapsız günlerimin acısını fazlasıyla çıkardım. burslardan ve yazdan kalan paraların büyük çoğunluğunu kitaba yatırdım. şimdilerde sadece kendi paramla aldığım 1500den fazla kitabım var. şu bir buçuk senelik işsizliğim bitse ve düzgün bir işe girersem bunun 15 000e kadar yolu var. hatta kazara milli piyango falan çıkarsa bunun kitap versiyonunu çekeceğim. *

    edit: imla uyarısı için ben eksici degilim nickli yazara teşekkür ediyorum.
    edit 2: imgur linklerini açamayanlar ekşi şeyler'den okuyabilirler: https://seyler.eksisozluk.com/…sturan-sozluk-yazari
  • yaz okuluna kalmışız. kyk yurdundayız. lise yıllarımdan gece geç saatlerde bir şeyler yemeden yatarsam gecenin bir vakti midemin ağrısıyla yataktan fırlarım. dayanılmaz bir acıdır zira. o sebepledir ki komidinin çekmecesinde daima kraker bisküvi bulundururdum. ancak arkadaşlarım zulanın yerini bildikleri ve gece vakti kantinin kapalı olmasından dolayı yiyecek alma şanslarının olmayışı benim zulayı sömürmelerine neden olurdu. benim de öyle çok iyi değildi durumum, lisede 3 sene aynı pantolonu giymiş biriydim. yokluktan anlar biriydim. velhasılı kelam bir gece geç saatlere kadar oturduk, acıkmaya başladım. benim çekmece tamtakır. yiyeceği olup paylaşabilecek biri var mı dedim. ben zayıf bir insanım ama benden çok daha zayıf arkadaşım odasında 25 kuruşluk (2008 senesi) bisküvilerden olduğunu söyledi. odasına gittik, açtı bisküviyi azıcık birşeydi. ben utanmadan yetmeyeceğini bana biraz daha fazla pay verse de miden gece vakti yanmasa diye düşündüğümü hatırlıyorum. bisküviyi yemeye başladık. çok açım dedim bilmiyorum belki de iğrenç bir bencillikten ya da ufacık bisküvisine ortak olmanın verdiği mahçubiyetten. o da aç olduğunu söyledi. saat gecenin üçüydü. kahvaltı ile duruyorum dedi. sinirlendim neden aç bırakıyorsun kendini dedim. bak benim midem bu yüzden böyle dedim ihmal ettim aç kaldım dedim. azarladım arkadaşı. başka sebepler de olabileceği gelmemişti aklıma. zor günler yaşadığımı çabuk unutmuş olmalıydım. bana verdiği cevapla boğazıma yapıştı bisküvi. "olum keyfimden mi yemiyorum, param mı var öğle-akşam yemeği için ". 25 kuruşa alıp öğlen ve akşam yemeği yerine koyduğu bisküviyi benimle paylaşan arkadaşım söyledi bunları. daha önce aynı okulda başka yurtta devamlı takım elbise ile dolaşan bir çocukla alay etmiş binpişman olmuştum . geceleri bile takım elbisesini çıkarmayan genç, eğitim fakültesini kazanınca yaşlı ve yoksul anne-babası binbir güçlükle almışlar takımı. başka da giyeceği yokmuş.
    ama parası olmadığı için yemek yiyemeyen ve herhalde geri ödeyemem korkusuyla da borç isteyemeyen arkadaşım kadar mahçup eden bir şey olmamıştı
  • garibanlık mı bilmiyorum, orta halli bir ailenin çocuğu olarak parasızlık çektim diyemem ama bolluk içinde de büyümedik.

    annem gerçekten ihtiyacı olmayan şeye para vermeyen bir kadın oldu her zaman. benim ilkokula gittiğim yıllarda, o zaman üçüncü sınıftayım. annemler borca girdiler, müstakil eski bir evden apartman dairesine taşındık. durumlar sıkışık haliyle. o ara şu sanal bebek denen oyuncaklar çok meşhur. bütün çocukların elinde var. besliyolar, yok çişi geldi bunun işetmem lazım falan sürekli gündem konusu bu sanal bebekler. şimdiki akıllı telefon sapkınlığı gibi bir şey.

    özeniyorum ben de tabi. anneme söyledim sanal bebek alalım mı diye. cevap belli, olmaz alamayız, ne gerek var hem, lazım bir şey olsa alırım biliyosun dedi. çocuk kafasıyla baya içerlemişim, okula gidip gelirken sanal bebek satan bir yere fiyatını sordum. 750 bin liraydı çok iyi hatırlıyorum. harçlıklardan artırıp almayı düşünmüştüm. o zamanın parasıyla baya pahalı gelmişti bana. alamadım.

    sonra nasıl unuttum hatırlamıyorum. ama garibanlık deyince aklıma ilk gelen şeylerden biri budur.
  • antalyaya sezonluk çalışmak için gitmişim. o zamanlar lise okuyorum tabi. gece 12 sabah 8 vardiyasına verdiler beni. neyse 2 hafta sonra annem ve babam geldi. kuzenlerim lunaparkmı desem panayırmı desem öyle biryere gitmek istediler. bende en büyük olduğum için bana söylediler. cebimde 3 lira varsa yol parası 2 lira gibi bişey. anneme söylüyorum. annem arıyor tarıyor 2 lira çıkartıp veriyor. gidiş dönüş haricinde 1 tl para kalıyor bana ve tabiki kardeşim 3.5 yaşında o zamanlar. gidiyoruz. kuzenlerim binerken kardeşim onlara bakıp gülüyor. oradaki en dandik şeye binmek istiyor. bende mutlu oluyorum ucuzdur diye. gidip soruyorum. 3 lira diyor. kardeşim kucağımda arkama dönüyorum. "abim şimdi param yok. olunca ben getiricem seni buraya istediğine bindirticem" diyorum. tamam abi diyip sarılıyor. gözlerim doluyor. o sırada oradakı kadın "önemli değil gel bakalım " diyip kucağımdan alıyor onu. sesimi bile çıkartamıyorum. oturuyorum kenara. o orada gülerken bana bakıyor. içim parçalanıyor. tutamıyorum yaşlarımı. kendi kendime yemin ediyorum onu en iyi şekilde yaşatacağıma. ağlıyorum kimse görmeden iyice. kardeşim inince koşuyor sarılıyor bana. yine doluyorum. eve gidince kendimi atıyorum yatağa saatlerce o anı düşünüp ağlıyorum. şimdide borç harç içinde olsakta şu anda söylediği şeyden alabilecek gücümüz var. bugün çilek istedi ama 12 tl bir avuç çilek. para olup almayınca o kadar koymuyor...
  • bir sabah cüzdanımı yanıma almadan alelacele markete gidip 5 kuruşum yetmediği için eve ellerim boş dönmüştüm.

    o günden beri ceketimin iç cebinde 5 kuruş taşırım.

    elimi cebime attığımda aklıma geliyor her defasında: fuck the poor!
  • lise 2 yada 3. sınıfa gidiyordum. o zamanlar anadolu lisesinde okumak özel okulda okumak gibi birşey ama biz iki kafadar arkadaş, özümüzü unutmadık ve varoş olmasa da onun üstü bir yaşam sürüyorduk.yani conoluğumuz hat safhadaydı.(bkz: cono) neyse dediki:"lan hadi burger king'e (yazıldığı gibi okunarak) gidelim.ben hiç gitmedim la". tamam dedim gidelim.aslında orijinimize ters idi, biz adanalılar olarak bildiğimiz kebaptan baska kalite sıralaması yapmamışız yani.her neyse gittik girdik içeri, insanlar sırada bekliyorlardı,biz de bekledik.sonunda sıra geldi ve bendeniz atlayıp: "menünüz yok mu?" dedim.hani bazen karsındaki insanla bir süre bakakalırsın ya, işte tam da öyle yavaş çekim geçti zaman.kasiyer:"efendim?" ben de:"menü menü, neler satıyorsunuz seçelim" dedim.vay arkadaş karsımdaki hafif gülümsemeyle karısık aşağılar bakışla arka yukarısındaki ışıklı ve cafcaflı , resimleri bir hayli lezzetli görünen,kendilerinin menuler dediği bizimse tabela dediğimiz alanda habmburger çeşitlerini görmemizle işte "o" an gerçekleşmiş oldu.hiç unutamıyorum olum, nasıl ezildiğimizi, nasıl gariban kaldığımızı hatırladıkca içimde kücük bir çocuk ağlıyor.yanımdaki fırıldak ise: "ben biliyordum olum" diyerek bütün garibalığı da üstüme atması ise ayrı bir ağırlık oldu üstümde.
  • yaklaşık 12 - 13 yıl kadar önceydi. ilkokulun sonlarında ya da ortaokulun başlarındayım. annem elime beş milyon verdi. git marketten sıvı yağ ile un al gel dedi. markete girdim annemin özellikle tembihlediği 1 kilo unla 1 litre sıvı yağı aldım. kasaya gittim kasiyer kız "5 milyon 10 bin lira" dedi. o zamanları hatırlayanlar bilir. o zamanın 10 bin lirası şimdinin 5 kuruşundan daha değersiz. zaten bilirsiniz marketlerde çoğu zaman 3 kuruş 4 kuruşu size itelerler. o zaman da durumun bundan farkı yoktu. millete 5 bin 10 bin itelerlerdi. titrek bi' sesle "beş bin lira eksik olsa olmaz mı ?" dedim. şirret kız suratıma baktı. ya bunlardan birini bırak ya da parayı tam ver dedi. ben tam ağzımı açacak oldum bip diye bi' ses geldi. kız fişi iptal etmiş sıradaki müşteriye hoşgeldiniz dedi. o zamanlarda da 25 bin lira yeni çıkmış. cebimde bi' tane var ama vermek istemiyorum. çocuk aklı işte gıcır gıcır para diye harcamak istemiyorum. sadece sakız alabileceğin para tek harçlığım olunca üzerine gıcır gıcır parlak olunca vermek istemedim. kasiyerin yaptığı nasıl zoruma gittiyse dur bi' ya ne yapıyosunuz dedim. çıkardım gururla parlak 25 bin lirayı önüne koydum ver malzememi dedim. kız tekrar lanet makinasından ürünleri öttürdü poşete koydu fişi kesti. ben para üstü olan 15 bin lirayı bekliyorum. kız aval aval yüzüme bakıyo. paramın üstü nerde dedim. kasayı kurcaladı kurcaladı. bozuk yok veremiyorum dedi. 10 bin lira için ürünleri iptal eden kevaşe benim 15 bin liranın üzerine yattı. sinirden gözlerim doldu ama hiç bi'şey demeden marketten çıktım. "nerde ulan benim param !!!" diyemedim.

    düşünüyorum da şimdi olsa ortalığı birbirine katardım. gerçi artık marketten ne alırsam hesap kartıyla alıyorum. kuruşuna kadar tam paramı veriyorum. o kızı da hiç unutmadım ona da hakkımı helal edemedim. tek mutluluk kaynağımı elimden almıştı. hey gidi günler...
  • ilk defa su geçirmez bot sahibi olmuşum. çok güzel de kar yağmış, birikmiş. normalde karlı günlerde ayağım ıslanmasın diye kaldırımdan yola inip, araba lastik izlerini takip ederim ya da çok basılmış bir patikadan yürürüm. bu kez, tramvaydan iki durak erken indim. karın en beyaz olduğu yerlere basa basa, her basışta bir öbek kar gırçlata gırçlata eve vardım.

    karın tadını yine çocuklar çıkardı.
  • sene 2007. dershaneye gidiyorum öğleden sonra. gündüz okul var, sınava hazırlanıyoruz*. teneffüse girdik deli gibi acıkmışım cebinde de 35 ya da 45 kuruş var. bir simit alabilmek için 5 ya da 15 kuruş eksik kısaca ama ben simitin fiyatını bilmiyorum. karşıda arabada simit satan bir amca var. uzaktan kesiyorum bir süre. gidip fiyatını soracağım ama param yetmezse tamam deyip gidemem diye soramıyorum. sonra aklıma bir fikir geliyor, gidiyorum amcanın yanına. simit ne kadar, sınıfcak alacağız da para toplayacağız diyorum*. 50 kuruş diyor amca hmm tamam diyorum paran yoksa sorun değil al diyor, utanıyorum yok ondan değil ya diyorum dönüp gidiyorum hemen. oysa al işte niye utanıyorsun değil mi? akşama kadar açlıktan ve bulantıdan midem çatlıyor adeta.

    ertesi gün bir daha aynı şeyi yaşamamak için okuldan döner dönmez yumuluyorum yemeğe ama vaktim yok. derken beş on dakika geç kalıyorum derse. karnım tok olsun da mühim değil diye düşünüyorum ama pek sevgili fizik öğretmenimiz geç kalanlara sınıfa çay ısmarlama cezası uygulamaya karar veriyor. şimdi ısmarlatmasın ne olur diye düşünmekten terliyorum resmen, param yok çünkü. yarın ısmarlarsın diyor ama yarın nasıl ısmarlayacağım sanki. anneme ne deyip para isteyeceğim, sıkıntılıyız o zamanlar, ekmek alacağımız parayı hesaplıyoruz. ne yapacağım diye düşünmekten dersi dinleyemiyorum, çay ısmarlamayıp derste çay içeceğiz diye heyecanlanan sınıfın laflarına maruz kalmak da istemiyorum.

    sonunda aklıma bir fikir geliyor, çayı evde yapıp götüreyim ne olacak ki diyorum. ertesi gün okuldan gelir gelmez anneme bir termos çay demletiyorum, bahanem de pasta börek günü yapıyoruz bana çay görevi düştü. evde bulduğum plastik tek kullanımlık bardakları ve onlar yetmeyeceği için diğer plastik piknik bardaklarını alıyorum yanıma. şeker ve kaşık da tabii ki. gidiyorum dershaneye.

    ders başlıyor, hoca geliyor. herkes heyecanlı çay içerek ders dinleyecekler. çayları aldın mı who cares diyor hoca, almadım ama evden getirdim diyorum, niye kantinden almadın ki zahmet olmuş diyor hoca. o esnada bir sessizlik oluyor, bakışıyoruz, hoca durumu anlıyor sonunda, yanakları kızarıyor çünkü hafiften terliyor. utanıyor böyle bir şeyin olabileceğini tahmin edemeyip beni bu duruma soktuğu için. zaten sınıfa termos ve bardaklarla geldiği için utanan ergen olan bense durum anlaşıldığı için daha da utanıyorum, kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak dağıtıyorum çayları. sessiz sedasız bir ders işliyoruz, zil çalar çalmaz hoca ayrılıyor sınıftan. bense sınava kadar bir daha hiçbir fizik dersine girmiyorum. nasıl eşit ağırlıkçı olduğumun cevabı burada bir yerde başlıyor sanırım.
hesabın var mı? giriş yap