• iki ay sonra yurt dışı şantiyelerinde çalışmak için elimde bir uçak bileti ve beni karşılaması gereken bir insanın telefon numarası ile garip garip ülkelere doğru yollara düşeli 8 yıl olacak. bunu geçen gün fark ettiğimden beri ilk yola düşüşüm geliyor aklıma.

    aralık ayıydı. taksiye para vermemek için otobüs servisine kadar yürümem gerekiyordu. iki valizim vardı. normalde beni aileden yolcu eden pek olmaz. üniversitede okuduğum altı yıl boyunca kimse terminale, oraya buraya karşılamaya gelmemiştir. ailede araba yoksa servise bin eve git. en pratiği budur çünkü. neyse annemi öptüm, babam dedi ki ''servise kadar ben de geleyim.'' yok gerek yok falan derken baktım küçük valizi almış çeke çeke gidiyor. hastaydı biraz. büyük valizi çekecek hali yoktu. ben de çok sinirlendim nedense, büyük valizi aldım. çekerek hırsla yürümeye başladım. bir yandan öfkeyle düşünüyorum; neden normal bir ailem yok ki benim? neden babamla servise valiz çeke çeke gidiyoruz? babam neden ancak küçük valizi çekebiliyor? ya da neden taksiye binemiyoruz üç kuruş için? neden adam gibi para kazanacağım diye garip garip ülkelere çalışma gidiyorum bir başıma? böyle böyle düşünüp bir yandan hızla yürürken birden babamı çok arkada bıraktığımı fark ettim. geriye dönüp bir baktım, babam valizi bırakmış, ellerini dizlerine dayamış nefes almaya çalışıyor. koşturarak yanına gittim. bin pişman; ''baba...fark etmedim seni. dalmışım. kusura bakma'' dedim. nefes nefese ''sen git ben gelemeyeceğim hadi yolun açık olsun. çabuk gel'' dedi.
    babam bunu, yani ''çabuk gel'' i neredeyse sekiz yıldır söylüyor. şimdi artık yola geçirmek bir yana, evden bile çıkamıyor.

    olmak istediğimiz insan ile olmaya mecbur kaldığımız insan arasında bocalarken en çok en yakınımızdakileri üzüyoruz. babamın beni arabayla otobüs terminaline bıraktığı bir dünyayı yaşamadım. bunu yaşayan kız çocuklarına da özenmişimdir hep ama bu hayatta benim başka görevlerim varmış. ben de görev bilip babama iyi bakabileceğimiz imkanları oluşturmaya çalıştım.
  • bu türden bir pişmanlıkla ilgili hatırladığım ilk anı moda çarkı diye bir oyuna dair, çocukken televizyonda bu oyunu görüp çok beğeniyorum ve annemlerle yaptığım büyük ikna seanslarından sonra carousel'in alt katındaki toys'r'us'tan moda çarkı'nı aldırıyorum.
    ancak belli bir zaman sonra, hatta tahminimden de kısa bir süre sonra bütün kombinasyonları yapınca oyunun bittiği gerçeğini kabul etmekte epey zorlanıp oyuncağı beğenmediğimi kendime bile itiraf edemiyorum.
    başta kendimi, sonra da annemleri kandırarak oynuyorum, zorla sevmeye çalışıyorum. işin bir de oynamazsam azar işitme ihtimalinin yüksek olma boyutu var tabii.
    "o kadar para verdik neden oynamıyorsun?" denilmesin diye, içim kan ağlaya ağlaya sabah akşam stylist'lik kasıyorum. oyuncak değil adeta bir bela gibi üzerime çöküyor moda çarkı.
    sonra teyzemlere gidiyoruz, kuzenim atarinin başında.atariyi de çok istiyorum. annem sanırım bi ara "moda çarkı'nı almasaydık atari alabilirdik" gibi bir şey söylüyor.
    işte, kulaklara doğru sıcaklığın arttığını hissettiren o pişmanlık. işte, somut olarak hissedilen ilk yanlış kararın tertemiz nöronlara yerleşip de frontal lobe'lara ilk girişi.. kulaklarıma inanamıyorum. ne demek şimdi bu? yani o salak, o gerizekalı, o reklamıyla alakası olmayan moda çarkı yerine atarim olabilirdi, bunu mu söylüyorsun anne?
    düşündükçe ateşler basıyor, karnıma ağrılar giriyor, paralel evrenlerin birinde moda çarkı yerine atariyle oynayan halimi düşünüp duruyorum.
  • o son adımı atmayacaktım. ne geliyorsa başımdan hep o "geriye attığım adımlardan" geliyor.
hesabın var mı? giriş yap