• - dolapta bir tane bira var, onu içebilir miyim?
    sakince hayır dedim, baktım ölmedi, gidip bıçakladım. öfff, elim yüzüm kan. kandan nefret ederim. insan öldürmekten daha kötü bir şey varsa o da kan. saat kaç acaba? yok, ölüm raporuna yazmak için sormadım, onu maaşı olan, alarm kuran, mesaiye kalan insanlar yapar, ben değil. benim canım sadece yükselen burcunu hesaplamak istedi. 27 eylülde öldüğüne göre bir terazi olacak öte tarafta, benim için bir anlamı yok, allahın adaleti üzerinden çılgın söylemler atabilirdim buna ama yok.
    halim yok.
    her şeyin bir şeyi var, benim yok.

    - alo? ya şey soracağım, şimdi benim bi arkadaşa dava açm
    sakince kapattım, baktım ölmedi, telefonu klozete attım. karnım acıktı. mutfağa gittim. bir domates, bir büyük kuru soğan, biraz biber, maydonoz, nane, taze soğan, ceviz, nar ekşisi hayal ettim. sonra rüyamda tüm malzemeleri un ufak ettim. binlerce parça. bazı bütünleri bu kadar pinçik ederken sadece düşündüm. biraz da içimden şarkı söyledim. ölünün yükselen burcunu düşünmeyi bırakmak iyi gelmişti. gavurdağına salatalık konmaması gerektiğini öğrenmiş olmak da öyle. çekmeceden strech film çıkardım. laylon lan işte, streç mtreç o ne aq, salatanın üzerini kapattım bi güzel, en gergin. dolaba koydum. sensiz boğazımdan geçer mi sandın?
    salatanın da bir şeyi var, benim yok.

    - pardon, ben bu ayın aidatı için rahatsız etm
    sakince susturdum, elimle siz ölümsüzlerin ''bi sn'' manasını verdikleri işareti yapıp içeri gittim, oysa ki başta niyetim iyiydi, cüzdanımdan para alacaktım, adama verecektim, o da gidecekti, fakat kalorifer peteğinin üzerinde sıralı şişeler daha cazip geldi, bir tanesini kırdım, tabii ki filmlerdeki gibi, yalnızca özenmiştim, elimde kırık şişeyle kapıya gittim, yanlış anlamıyorsunuz değil mi, niyetim kötü değildi. ama adam yanlış anladı, önce bana sonra elimdeki şişeye, sonra tekrar bana baktı ve gitti. hayatta kalmak karşıdan karşıya geçmek gibi. ya da daha boktan, emin olamadım.
    ama işte her şeyin bir şeyi var benim yok. kapıyı kapattım.

    - iki tane kalmış sigaran nasıl olsa ya, birini yakıyorum.
    ulan ben o ''yea'' diye lakayt lakayt konuşmana sebep sigarayı yakmamak için kaç saattir ne cümleler kurdum, ne acılar çektim, ne nefesler aldım, ne kadarını veremedim lan. kendime nasıl bir hayat kurdum, hangi yaşamlarımı yıktım, kimleri sildim, hangileri bitirdim, ne kadar çok uyudum, nelere ağladım, kimleri özledim, neleri unuttum lan, nasıl rahatsınız? ne çok cüretiniz var lan .
    her şeyin bir şeyi var işte değil mi, benim yok lan amına koyayım.

    - yea canım kısa lm kalmamış uzun versem sana?
    sakince durdum. nereden sen'iniz oluyorum ki ben sizin? hele ki canınız? insanlara sen derken dikkatli olun. aralarında had bilenler vardır belki, üzülürler, yapmayın. canım derken seçici olun. inanıverecek olanlar var, sizin gibi görünen, su içen, acıkan, ama inanan, canım dendiğinde kendini bir insana can oldu zanneden, canından önemli bilmediklerine canım diyemeyen, canım dediğinde can olan, kendini canan sanan.
    yapmayın, her şeyin bir şeyi var ve benim yok, üzülüyorum.
  • “her şeyin bir şeyi var!”

    varlığın yoklukla tarif edildiği kullanışlı bir söylemdir.

    istenen bir sonucu yaratacak en kritik adımın ne olduğunun tam olarak somutlaştırılamadığı durumlarda, türlü çeşitli uygulama olanakları bulur. bilgiyi değil, bir tür bilme inancını gösterir.

    sosyal alanda kınama, gocunma, gücenme gibi duyguların dışavurum vasıtasıdır. ancak boynun bükülmesi, kolların iki yana açılması, tek kolun aşağıdan yukarıya sallanması ya da bir şey atma hareketi yapması ile farklılaşır.

    vurgu önemlidir. deyim bir çekişme halinde kullanıldığında, baştaki “her” sözcüğünün üstüne “herr” şeklinde basılınca, “koyduk mu?” anlamına gelebileceği gibi, sondaki “şeyi” sözcüğünün vurgu alması halinde ise “al, gör işte!” veya “görürsün ebeninkini!” fikrini dile getirir.

    teknik ve karmaşık konuların kibarca kapatılması için de kullanılır.

    mesela, “daha da yazabilirim ama her şeyin bir şeyi var” diye kullanıldığında olduğu gibi, kişiyi bir şeyi yapmak ya da yapmamak için mazeret aranması zahmetinden kurtarır.
  • hah işte tam çevirisi:

    (bkz: everything is something happened)
  • devekusu kabare nin aşkolsun adlı oyununda balayına giden çiftin diyaloglarında metin akpınarınsarfettiği bir cümle
    ufülü ufülü diye devam eder...
  • babamdan duyduğum en bilgece laftır. bugüne dek açıklayamadığı herhangi bir duruma rastlamış değilim, nerde ne zaman söylerseniz söyleyin yavşak bir sıvı misali bulunduğu kabın şeklini alıp mutlaka bir anlam kazanır. kısmet olur da bir gün kendi dergahımı kurarsam giriş kapısının üstüne yazacağım bunu, okuyan titreyip kendine gelicek öyle girecek içeri...
  • show tv nin yeni dizisi maçolarda burhan öcalın canlandırdığı haydar karaaslan karakterinin sinirlendiğinde şaşırdığında heyecanlandığında acıktığında susadığında üşüdüğünde sarfettiği garip cümle
  • cok anlamlı bir turkce fukarası deyimi.
  • kelimeleri oturtamadığımız, aklımızdan geçenleri tam olarak ifade edemediğimiz zamanlarda hızır gibi imdadımıza yetişen cümle.

    kastedilen " her şeyin bir sebebi vardır" anlamı sanırım. evet, gerçekten de olumlu, olumsuz yaşadığımız her olayın, başta kendi seçimlerimiz olmak üzere, bir nedeni var bence de. farkında olarak ya da olmadan yaşadığımız "şeyin" öyle olmasını istediğimiz için öyle yapıyoruz. onlarca sebebi olabiliyor bunun. geçmişimiz, tecrübelerimiz, istemeden oluşan beyin kodlarımız, kendi üstümüze çektiklerimiz.. kendi tercihlerimiz yaşantımızda bize ya başrol veriyor ya figüranlık..

    bazen delirmeye başladığımızı hissediyoruz.
    bazen sınavdan geçtiğimizi düşünüyoruz.
    bazen suçluluk duyuyoruz, bazen pişman oluyoruz, vicdan azabı duyuyoruz.

    bir anlığına her şeyi bırakıyoruz, sanki zaman akıp gitmiyor da biz içinden geçiyoruz, içinde savruluyoruz gibi geliyor. hele ki, hayatımızın spesifik bir alanında yaşadığımız olumsuzluğu diğer alanlarına da itinayla sıçratabiliyorsak; işte böyle durumlarda hayat manasını da, sebebini de, amacını da yitiriyor. elimizde tek kalan kaybettiklerimiz, depresif ruh halimiz, yaşadığımız başkalaşım ve keşkeler oluyor.

    bu ana kadar hep birinci çoğul şahısla konuştum zira belirli dönemlerde böyle şeylerin hepimizin başına geldiğine inanıyorum. insan olmanın yumuşak karnı da bu olsa gerek. sadece kimi zamanlarda ne hissettiğimizi anlatmak için doğru kelimeleri bulamıyoruz. hiçbirinin hissettiklerimizin anlamını tam olarak karşılamadığını düşünüyoruz. ama his aynı his. huzursuzluk aynı huzursuzluk..

    26 yıllık hayatımın en belirsiz, en karanlık, en hata yapmaya müsait, en fevri kararlarını verdiğim ve bugüne kadar en fazla pişmanlık yaşadığım döneminden geçiyorum.. ben de herkes gibi fazla uzun sürmeyeceğini biliyorum. herkes gibi kendime sebep arıyorum, bir sebebi olması gerek diye düşünüyorum.

    işte bu yüzden; her şeyin bir şeyi var, her şeyde bir şey vardır gibi belirsiz, bir o kadar da anlam dolu cümleleri bugünlerde çok sık söylüyorum..
  • şeyhane girişindeki tabela.
  • bir akşam iş çıkışı arkadaşlar kanıma girdi ve tunalı'da bir meyhanede -üzerinize afiyet- biraz içtik. pek alışkın değilim böyle eğlencelere, üstüne bir de karım arayıp, "evli barklı adamsın, senin ne işin var gençlerle gece eğlencelerinde?" diye çıkışınca iyice mahcup oldum ve izin isteyip ayrıldım arkadaşlarımın yanından. sokakta bağırıp duran birtakım iyimser gençlerin ve onlara öfkeyle bakan üniformalı kötümser memurların yanından yürüyerek kızılay'a indim ve güvenpark'tan dolmuşa bindim.

    evimin bulunduğu durağı kaçırmışım sarhoşlukla, panikle indim dolmuştan ve yürümeye başladım. doğrusunu isterseniz yürürken pek öyle yüksek düşünceler geçmiyordu aklımdan: meyhaneden çıkmadan önce işemeyi akıl edememiştim ve yol boyunca bacaklarımı sıka sıka bir an önce evime ulaşmayı hayal etmiştim. eve doğru yürürken de aklımdan geçen tek şey bir kuytu köşe bulup çişimi yapabilmekti. ama yeterince sarhoş olamamıştım demek ki; çünkü en kuytu köşeler bile o cesareti veremediler bana.

    karım kapıyı açtığında merhaba bile demeden tuvalete koştum ve son anda yetiştiğim bu harika yerde birkaç dakika boyunca daha önce olmadığım kadar mutlu oldum.

    kapıdan çıktığımda tam karşımda, ayakta, on iki on üç yaşlarında bir kız çocuğu duruyordu. bir an paniğe kapıldım ama sonra karşımda duran "şeyin" on iki on üç yıldır babası olduğumu hatırladım. çocuk konuşmaya başladı, bir süre sonra o gün neler yaptığını, gününün nasıl geçtiğini anlatmaya çalıştığını anladım. salak salak dinliyordum onu, bitirdiğinde tuvalete tekrar dönecek, midemdeki her şeyi az önce işediğim yere boşaltacak (alkolle aramın pek iyi olmadığını belirtmiştim.) ve -izin verirse- karıma sarılıp uyuyacaktım.

    ama tuhaf bir şey oldu, bir soru sordu o çocuk bana: "...sen küçükken de öyle miydi baba?"

    sorunun başını hatırlamıyordum -hala hatırlamıyorum- ama bir cevap vermem gerekiyordu.

    duruma konsatre olamamanın verdiği panikle, "her şeyin bir şeyi var." dedim.

    cevabım onu tatmin etmedi. yüzüme bakmaya devam etti. bunu o istemişti, konuşmaya devam ettim:

    "ben çocukken her "şeyi" bir "şey" sanıyordum." dedim. "babam, bazı hafta sonları elimden tutup iş yerine götürürdü beni. çıkışta kumrular'da yürür, sonra -şanslıysam- bir dönerciye girip ekmek arası döner yerdik. cadde, üzerindeki mutlu kalabalıkla birlikte sonsuzluğa doğru akardı huzurla ve öğleden sonra şahit olduğum bu harika görüntü bana sonsuza dek yinelenecekmiş gibi gelirdi. ne büyük bir kumpasın parçası olduğumu ancak şimdi anlıyorum.

    kadim ağaçlar başlarını alçakgönüllülükle caddeye eğer, rüzgarla sallanan dalları insanların yüzlerine dokunur, bu harika temas içimi coşkuyla doldururdu. kalabalık da öyle! babam elimden sıkı sıkı tutar, bir suçlu gibi ürkek, etrafına güvensiz bakışlar atarak dolaştırırdı o caddede beni. işıltılı mağazaları, kalabalık lokantaları, güvercinlerin bir lokma yiyecek bulabilmek için kırk takla attıkları havuzlu parkları geride bırakıp trene biner, şehrin en doğusundaki banliyöye -evimize- dönerdik.

    kayaş'ta yürürken babamın elimi tutan eli yavaş yavaş gevşer, etrafa bakan tedirgin gözleri her zaman görmeye alıştığım o sakin bulutla gölgelenir, bir süre sonra da farkında bile olmadan elimi bırakırdı.

    egsozu patlak arabalar geçerdi yanımızdan, sadece dondurma yiyebilmek için birkaç km. yürümeyi göze alan kararlı kalabalıklar, kir pas içindeki sümüklü çocuklar geçerdi. köpekler yaptıkları işten çok sıkıldıklarını belli eden bir bezginlikle tembel tembel havlar, yanından geçtiğimiz eski mezarlıkta uyuyan ölüler miskin miskin esnerdi.

    kırık dökük evlerin içindeki kendi barakamızı bulur, bahçedeki gariban kayısı ağaçlarını bir süre iyimserlikle seyreder, içeri girerdik. annem, yemek yemek utanılacak bir şeymiş gibi aceleyle sofrayı serer, çorbayı önümüze koyar ve bir kenara çekilip karnımızı doyurmamızı izlerdi. (kadınlar bunu sever.) sonra da bütün delilleri bir an önce yok etmenin aceleciliğiyle mutfağa taşırdı her şeyi.

    yemekten sonra babam tanrısına koşar (ikindi namazları her zaman en sıkıcısıdır.) ben de bahçedeki kadim erik ağacının gölgesine giderdim. o yıllarda o ağacın gölgesinden baktığım manzara şimdi benim için bir şey ifade etmiyor çocuk. ne büyük bir kumpasın parçası olduğumu artık biliyorum çünkü. ama o yıllarda baktığım her şey sonsuzluğa doğru çoğalıyordu. tıpkı o manzara gibi gördüğüm her tepe arkasındaki başka bir tepeyi müjdeliyor, o diğer tepeye duyduğum merak hayal gücümle birleşip yeni bir tepe yaratıyor ve tüm dünya, başı sonu olmayan eşsiz bir bilinmezliğe bürünüyordu. bu bilinmezlik içimdeki keşfetme merakını körüklüyordu her hissettiğimde.

    geceleri abilerimle paylaştığım yer yatağında onların nefes alış verişlerini dinleyerek uyumaya çalışırken, dünyanın çok güzel bir yer olduğunu ve benim de onun vazgeçilmez, vazgeçilmesi, görmezden gelinmesi teklif dahi edilemez asli parçası olduğumu gururla hisseder, bir an önce sabah olması için dua ederek uyumaya çalışırdım.

    ama uyuyamazdım çocuk. o yaşta bir çocuğun hissetmemesi gereken bir tedirginlikle sahip olduğum her şeyin bir anda yok olabileceğini, her şeyin ters yüz olabileceğini hisseder, paniğe kapılırdım.

    ama bir şey olmazdı. ertesi sabah her şey kaldığı yerden devam eder, kadim erik ağacı sükunetle kaderini, insanlar yaşamaya yeniden başlamak için yeni bir hafta sonunu, köpekler tembelce havlayabilecekleri birilerini ve canları çok sıkılan ölüler kıyameti beklerdi. herkes olduğu kişi gibi olmaya devam ederdi. kumrular caddesi'ndeki o muhteşem ağaçları uzun bir süre göremeyecek olsam da dalları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştıkları mucizeyi hisseder, bir lokma yiyecek için kırk takla atan güvercinleri ve kapımıza sığınıp annelerimiz tarafından öfkeyle kovalanan sokak köpeklerini üzüntüyle hatırlardım. maalesef asıl kumpasın, asıl cehennemin bu olduğunu (her şeyin her zaman olduğu gibi olduğunu yani) ancak şimdi anlıyorum çocuk."

    on iki on üç yaşlarındaki o çocuk bu cümlelerin hepsini dinlemedi tabii, yarısında sıkılıp çıktı. karım da yatağa almadı beni. ben de içmeyi bıraktım: çünkü çok işetiyor, çünkü "her şeyin bir şeyi var."
hesabın var mı? giriş yap