• genelde sınavlarda kopya çekmeye çalışan öğrencileri caydırma amacıyla hocalar tarafından sarfedilen cümle
  • (bkz: peki)
  • kendi işinden başka her işe bakanların kullandıkları söz.
  • ülkemizdeki siyasetçilerin çok sevdiği bir söz öbeği.

    birileri siyasetçi olmadığı halde siyasi yorumlarda mı bulunuyor?
    onların fikirlerine ters bir takım şeyler mi söylüyor?
    muhalefet mi yapıyor?

    siyaset yapmak sadece partilere mahsus ya. mantıklı ve/veya politik cevap vermek yerine hemen bu lafı yapıştırırlar. tabi farklı versiyonları da olabilir. bilmemne topunu oynasın, bıraksın bu işleri. o gitsin önce bilim üretsin. kendi işine baksın piyanosunu çalsın. herkes işini yapsın. sussunlar yani. biz de yapalım, boş boş konuşalım düdükleyelim sizi.
  • bu aralar sıkça duyduğum söz öbeği.

    kimi zaman köşeye çekilip ağlama hissi uyandırsa da sevdiğiniz insandan duyulduktan sonra onu da köşeye çekip mıncırma isteği uyandırabilir*.
  • ing. (bkz: none of your business)
  • h.k.i.b.
  • (bkz: skib)
  • herkesin kendi işine bakması gerektiğiyle ilgili örneklerin yeraldığı bir yazisı var uğur özakıncı'nın, 16 mart 2003'te zaman gazetesi'nde yayınlanmış:

    “herkes kendi işine baksın kardeşim!..”

    bu laf, sanırım başka halkların dilinde, bizde kullanıldığı kadar çok kullanılmıyor ve bizde anlamlandığı kadar anlamlanmıyordur. çünkü bizim ülkemiz gerçekten de kendi işinden başka her işi her şekilde yapmaya çalışan insanlarla dolu...
    mesela evde bazı elektrik işleri var. sokağın köşesindeki elektrikçi dükkanını arayıp bir servis elemanı çağırıyorum. on dakika sonra geliyor eleman. mutfaktaki elektrik tesisatını gösterip onu uzatmasını ve ucuna da bir üçlü priz takmasını istiyorum. “hemen abi...” diye işe koyuluyor eleman. ben de, doktor tavsiyesi olarak patates haşlıyorum bir taraftan ocakta. eleman kablolarla, prizle, elektrik hattıyla boğuşup dururken arada bir haşladığım patateslere bakıyor. bir ara yanıma gelip “yanlış yapıyorsun abi...” diyor “...biraz da tuz eklemen lazım suyuna, böylece patatesler haşlanınca dağılmaz...” elemana ters ters bakıyorum “sen kendi işine baksana kardeşim...” diye çıkışıyorum. eleman sırıtıyor “ben aslında aşçı yamağıydım abi, geçen hafta işsiz kalınca elektrikçiliğe başladım...” diyor. ne denebilir ki bu lafa? çaresiz susuyorum ve aşçı yamağından elektrik tesisatçısı olamayacağını, eleman gittikten sonra, prize ilk fişi takar takmaz bütün sigortalar atınca anlıyorum...
    geçen gün, ameliyat pansumanım için hastaneye gidiyorum. yoldaki reklam panolarına gözüm ilişiyor. panoda bir kadın sırıtıyor. dikkatle bakıyorum “aaa bu gülse birsel yahu...” diye geçiriyorum aklımdan. kitap yazmış. adı “gayet ciddiyim...” gülse birsel kimdir diye hafızamı yokluyorum. reklamcı değil, ama reklamlarla ilgili neşeli bir televizyon programı sunuyor. gazeteci değil, ama bir dergide üst düzey yönetici; üstelik gazetelerde köşeleri falan da var. yazar değil, ama kitap yazıyor. oyuncu değil, ama bir televizyon kanalında dizi oyunculuğu yapıyor. gülse birsel amerika’da sinema konusunda master yapmış. ama nedense, sinemacılık dışında ne iş olsa yapıyor. haa, o bir de murat birsel’in karısı; gerçekten, gayet ciddiyim...
    bir lokantaya giriyorum. açım, bir tas çorbaya fitim. oturuyorum bir masaya. veriyorum garsona siparişimi bekliyorum. yakışıklı bir adam bitiveriyor yanımda. lokantanın sahibiymiş. “hoş geldiniz, nasılsınız, geçmiş olsun, yazılarınıza ara vermişsiniz, ama şimdi iyisiniz maşaallah...” diyerek elini uzatıyor, tokalaşıyoruz. tanınmak güzel şey, koltuklarım kabarıyor. biraz sohbetten sonra “ben aslında...” diye söze başlıyor adam “...ben aslında arkeoloğum, ama çocukluktan beri manken olmak istiyordum. kısmet değilmiş. şimdi lokanta işletmeciliği yapıyorum...” ‘pes vallahi. arkeoloji nireee, mankenlik nireee, lokantacılık nireee?’ diye bağırasım geliyor avaz avaz...
    gazetede bir toplantım var. atlıyorum bir taksiye. çevre yolu boş. şoför genç bir çocuk. bir sigara ikram ediyor. “sağol, bıraktım...” diyorum. “ne iş yaparsın abi?..” diyor “okur–yazar’ım...” diyorum “...sen ne iş yaparsın aslen?..” diye ekliyorum. sigarasından derin bir nefesleniyor delikanlı. “makine mühendisiyim abi...” diyor “...üç sene oluyor okulu bitireli. iş bulamayınca, dayımın bu taksisinde şoförlük yapmaya başladım. bundan sonra iş bulsam da bildiklerimi unuttuğum için mühendislik falan yapamam artık...”
    adam öğretmen, hep mimar olmak istemiş, ama simitçilik yapıyor. kadın mimar, hep doktor olmak istemiş, ama terzilik yapıyor. delikanlı iktisatçı, hep futbolcu olmak istemiş, ama bakkallık yapıyor. adam doktor, hep müzisyen olmak istemiş, ama ithalat–ihracat yapıyor...
    dört yanım, mesleği başka, tahsili başka, ustalığı başka, özlemi başka insanlarla dolu. sayısız insan, mesleğiyle barışık değil. yaptığı şey ile yapmak istediği şey arasında derin uçurumlar var. bu yüzden mutlu insan yüzü görmeye bu denli hasretiz. bu yüzden herkes yalap şalap yapıyor yaptığı işi. çünkü yaptığı iş zevk aldığı, yapmak istediği iş değil, yapmak zorunda olduğu, zevk alsa da almasa da yapmak zorunda olduğu bir iş. bu durumdaki bir insan yaptığı işte ne kadar başarılı olabilir? ne kadar yaratıcı olabilir? ne kadar istekli olabilir...
    tek tek bireyler aileleri, aileler toplulukları, topluluklar bütün bir ulusu oluşturur. bu demektir ki, mutsuz bireyler mutsuz aileleri, mutsuz aileler mutsuz toplulukları, mutsuz topluluklar da, mutsuz bir ulusu oluşturur...
    işte bu yüzden gelişmeleri üst düzeylere ulaşmış toplumlar, artık birey mutluluğunu, birey özgürlüğünü diğer her şeyin daha fazla önüne koymaya başladılar. bizim için, bu konuları konuşmaya başlamak zamanı değil henüz. çünkü hâlâ o kadar başka, hâlâ o kadar garip ve hâlâ o kadar ilkel önceliklerimiz var ki...
    haaa, beni mi merak ediyorsunuz? ben de pek mutlu sayılmam. daha önceki bir yazımda itiraf ettiğim gibi, ben aslında reklamcıyım, hep astronot olmak istedim, ama yazarlık yapıyorum. yine de “herkes kendi işine baksın kardeşim!..”
hesabın var mı? giriş yap