• iki ülke arasındaki siyasi gerginlikten yeterince pay almış bir kişi olmasına rağmen kendisine "yunanlı olmanızdan dolayı bir sorun yaşadınız mı?" diye sorulduğunda bunu milliyetçilikin dar kalıplarına sığdırmayarak "benim gibi insanlar dünyanın her yerinde sorun yaşarlar" gibi bütün insanlığa atıfta bulunan bir cevap yazacak kadar olgun olan insan.
  • http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=697237

    kısa denilebilecek bir yazıda, türkiye panoramasını üç aşağı beş yukarı çıkarmış, milliyetçilik meselesine dokundurmuş, türkiye-dünya düzleminde neler olup bittiğini ortaya sermiş yazar.

    "bağrımıza bastığımız, basabileceğimiz neden ille de iyi müslüman olsun, ille de ülkeye mucizevi yararlar sağlasın, kâr gözetmeden en iyi kamu reklamcısı olsun, herkesi aşıp tepelerde çırpınıp 'sadakatini' kanıtlamak gereğini duysun? sıradan bir insan olmak yetmiyor mu, bu ülkede insan gibi yaşamak için? kimileri kendilerini kanıtlamak durumunda bırakılıyorlar: ben atatürk hayranıyım diyenler, ben askeri çok seviyorum diyenler, ben dini bütünüm diyenler, ben zengin değilim ya da en azından zengin doğmadım diyenler... bir savunmadır gidiyor. oysa 'ben bir vatandaşım' demek yeterli olmalıydı."
  • ayrımcılık yaratılmasında, önyargıların oluşturulmasında edebiyatın da ne denli önemli bir işlev görebildiğini ortaya koyduğu bir araştırması vardır. bu araştırma kapsamında yakup kadri karaosmanoğlu, halide edip adıvar ve ömer seyfettin'in eserlerindeki rum karakterleri incelemiş, bu karakterlerin öykü ve roman türündeki eserlerde düzgün kişiliğe sahip olmayan bireyler olarak resmedildiğini, anı türündeki eserlerde ise hemen hemen tümünün olumlu özellikler taşıyan bireyler olarak sunulduğunu tespit etmiştir.
  • ankara üniversitesi yunan dili bölümünün kurucusu. doktora tezi sabanci üniversitesi yayinlari tarafindan basilmistir. turk yunan iliskilerinde yap yapma kilavuzu isimli dahiyane kitabin yazari. hayatinin ilk 30 yilini turkiyede son 30 yilini yunanistanda gecirdigi icin ondan daha iyi kimse yazamazdi.
  • 6-7 eylul gecelerini bizzat yasamis yazardir.kendisi soyle anlatiyor o aksami :
    -korkudan apartmanimizin 4. katina ciktik kapicimiza gelip sormuslar :
    -burda gavur var mi?
    o da yok demis ve herkul milas ve ailesi pacayi yirtmislar.
  • eski milli atlettir. 100 ve 200 metrede türkiye birincilikleri vardır.
  • yunan ulusunun dogu$u isimli kitabi yunan ulusallasma surecini merak edenler icin basucu kitabi niteligindedir.
  • 2009 güz döneminde ışık üniversitesinde 2 ders veren, ve kendisinden ders alma şansını yakaladığım için beni mutlu eden insan.
    türk ve yunan edebiyatlarında "öteki" kavramı üzerinde durmuş, her iki tarafın romanlarında karakterleri analiz etmiştir. ulaştığı sonuçsa hayli ilginçtir, zira aynı yazarlar anılarında "öteki"ni sevmekte, fakat romanlarında kötü göstermektedir.
    aynı zamanda milliyetçilik karşıtıdır, fazlasını bir hastalık olarak gösterdiği, semptomlarını teker teker anlattığı bir makalesi vardır, çok fazla tepki çekmiştir. dersinde bu makaleyi okuyup, internetten aratın ve yapılan eleştirileri görün diyecek kadar kendine güven sahibi, rahat ve alçakgönüllü bir insandır. bunları sindirmek zor olmuyor mu hocam dediğimizde, yazdıklarımı haklı çıkarıyor bu aşırı tepkiler diyerek bizi bir kez daha şaşırtmış ve kendisine hayran bırakmıştır. mutlaka okunası, sohbet edilesi, ve takip edilesi biridir.
  • uzun bir yazı ama "soykırım"a farklı bir bakış açısından, bir insan hikayesi olarak bakma çabasında yazılmış. sürgünün ilk adımını anlama ve anlatmaya çalışmış millas.
    okuyun vaktiniz varsa...

    soykırım
    son günlerde herkes gibi ben de soykırım konusunda okumak istemediklerimi okudum, duymak istemediklerimi duydum. olayın tarihsel ve hukuksal yanına “ışık tuttular” yeniden. belgeler, kanıtlar sunuldu. tezler ve karşı tezler savunuldu. işin “ekonomik” yanına, yani gasp edilen mallar konusuna değinenler daha azdı. şimdi bir süre konuyu unutacağız; artık seneye!

    benim soykırımla ilişkim farklı. ölümlü değil, o ilk adımı geliyor hep aklıma. insanların evlerini terk ettikleri o ilk anlar. bir gün birileri kapınızı çalıyor, “hazırlanın, yarın yola çıkıyorsunuz” diyorlar. acele bir bohça hazırlıyorsunuz. içine ne koyardınız? birkaç elbise ve varsa para ve mücevher mi, yoksa büyük annenizden kalma ve hep yanımda kalacak dediğiniz dantelli işlemeyi mi? ya aile fotoğrafları, çocukken oynamış olduğunuz bebekleri ve o topacı ne yapacaksınız? yiyecek bir şeyler almak şart. ama insan kaç günlük yemeği taşıyabilir ki!

    çocuklar konusu daha zor. diyelim altı yaşında olanı yürüyecek. ama üç ve bir yaşındaki zor. babaları asker şu an. tek başına bir kadınsınız. hangi ayakkabıları giymeye karar vermek için vaktiniz az. paniğe kapılmamanız gerekli. çünkü çocuklarınız için hayata tutunmalısınız. değerli eşyaları yanınıza almak tehlikeli olabilir. yolda soyulursunuz. gece bastırınca onları bahçeye gömmeyi düşünüyorsunuz.

    bir de büyükbaba var. seksen yaşında. kendine bakabiliyor ve her gün köy kahvesine kadar da gidebiliyor. ama bir iki saatten fazla yürümesi imkânsız. bu yürüyüşlerde pes edenler ne olur? esir alınanların ne olduğunu biliyoruz: kafile uzaklaşınca, takatten düşüp yürümeyenler süngü ile öldürülür. süngü kullanılır çünkü kurşunlar israf olsun istemezler. öldürmek şart çünkü öldürülme korkusu olmazsa bütün kafile yere çökecek. arkadan gelen cankurtaranlar hastaları, yaşlıları, hamile kadınları toplayacak değildi ya!

    o kadın sabah çok erkenden, zaten bütün gece uyumamıştır, son kez ahıra girdi, ineğin samanına suyuna baktı ve ipini çözdü. kapıdan çıkar, yiyecek bir şeyler bulur diye düşündü. ama neden ilk kez ineğini öpmek geldi içinden, kendi de anlamadı. keçiye acıdı. yanına alabilse çocuklara süt de sağlardı. en sorunlu olan köpekti. bağlı bırakamaz, çözse peşlerinden gelecek. sahi köpekler ne oldu?

    bütün odaları son bir kez kontrol etti. her şey, her zamanki gibi, yerli yerindeydi. çocukların yataklarını derli toplu bıraktı. bulaşıklar kurulanmış. çamaşırı katlayıp dolaplara koydu. ama süpürmedi yerleri bugün. nasıl olsa yarın tozlanacaktı. anahtarı, kapının önündeki saksıya sakladı. kocası yerini bilir diye düşündü. bir de not bıraktı masaya kocası için, geldiğinde şaşırmasın diye. kızının defterinden kopardığı bir sayfaya, “bizi bir yerlere götürüyorlar, ilk fırsatta sana yazacağım, hepimiz iyiyiz, merak etme” diye yazdı. büyükbabayı zor ikna etti. gelmek istemiyordu. iki çocuğunu kucağına aldı. büyüğe tembih etti, yanımdan ayrılmayacaksın diye. köyün meydanına yöneldi.

    ben hikâyenin devamını ne duymak, ne yazmak istiyorum. bu kadarı bana zaten fazla geliyor. bir sabah, son kez olarak evlerinden çıkmış olan o insanları –yüz binlercesini- aklıma getirmek bana yeterince acı veriyor.

    evlerinden, mahallelerinden, dostlarından, aile mezarlıklarından zorla koparılan insanları düşünmek benim içimi karartıyor. ama bu konuda özrü de anlamıyorum. yapanlar ve yaptıranlar çoktan ölmüş. çocukları, torunları tabii ki suçlu sayılamaz. suçsuzun özür dilemesi anlamsız. özür pişmanlık demekse suçsuz pişmanlığını mı ilan edecek? bu konuda hep öyle mantıklı düşündüm. ta ki…

    on yıl kadar önceydi, azınlıklarla ilgili bir toplantıda rıdvan akar, 1942’deki varlık vergisi’ni, 6/7 eylül’ü ve 1964 ihraçlarını anlattı. olayları sırasıyla ve hiç dramatize etmeden anlattı. ve ben hayatımda ilk defa, biraz şaşkın bu olayların alenen ve mazeretsiz dile getirildiklerini dinledim. söylenenlerde “ama” yoktu, “dönemim şartları” yoktu, “sosyolojik nedenler”, “konjonktür”, “başka dramlarla kıyaslamalar” yoktu. sadece büyük bir haksızlığın açıkça kabulü vardı. özür de yoktu, kabulü vardı.

    babam hayatta olsaydı ve bu günü yaşasaydı hem şaşırır hem de çok iyi hissederdi diye düşündüm o an. ve sonra gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. çünkü nedenini hâlâ anlamamış olduğum bir durumdaydım, açıkça ağlıyordum. ben hayatımda üç kez ağladığımı hatırlıyorum. biri gençliğimde aşk yüzündendi, biri çok sonraları bir ölümle ilgiliydi, biri de o konuşma sırasında. aslında mantığımla kabul etmek istemediğim bir durumu yaşıyordum: meğer aileme yapılmış, görece küçük bir haksızlığın alenen ve lafı dolandırmadan kabulünü istiyormuşum! içten içe istiyormuşum, bilinç düzeyinde farklı düşünmekle birlikte.

    insanla ilgili anlamadığım o kadar çok şey var ki! özür anlamına gelecek bir davranışta bulunmak neden birilerine bu denli zor geliyor? nedir o direnç? herkesin bildiğini kabul etsen ne olacak? öte yanda olan olmuş, yapan artık yok, özrü neden ararsın? ilerde insanı daha iyi anladığımızda bu sorulara herhalde bilimsel açıklamalar bulacağız. şimdilik davranışlarını anlamadığımız ve insan denen varlığın gerçekliğini kabul etmekle yetinmemiz gerekiyor. mağdurların ve yakınlarının bir tür özrü beklediğini artık kabul ediyorum, bunun nedenini anlamadan.

    ama “kabul” zor altında ilan ediliyorsa, siyasi manevra anlamı taşıyorsa, bugün özür yarın yeniden bir ret şeklinde oluyorsa incitici oluyor. kalsın, hiç olmasın daha iyi. olayı ve duygusuzluğu yeniden yaşar gibi hissediyor insan.
  • kavafis'in ünlü kent (bkz: i polis) şiirini ingilizce'ye çevirmiş, özdemir ince de bu çevirinin türkçe çevirisini yapmıştır:

    the city

    you said, "i will go to another land, i will go to another sea.
    another city shall be found better than this.
    each one of my endeavors is condemned by fate;
    my heart lies buried like a corpse.
    how long in this disintegration can the mind remain.
    wherever i turn my eyes, wherever i gaze,
    i see here only the black ruins of my life
    where i have spent so many years, and ruined and wrecked myself."
    new places you shall never find, you'll not find other seas.
    the city still shall follow you. you'll wander still
    in the same streets, you'll roam in the same neighborhoods,
    in these same houses you'll turn gray.
    you'll always arrive at this same city. don't hope for somewhere
    else;
    no ship for you exists, no road exists.
    just as you've ruined your life here, in this
    small corner of earth, you've wrecked it now the whole world
    through.
hesabın var mı? giriş yap