• gregor samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında banyoya doğru yürüdü. yüzünü yıkadıktan sonra bir bardak su içti ve aynada kendisine bakarak konuştu; "bunaltıcı düşler bitti. günaydın!" sonra çalan telefonun sesiyle irkildi. arayan varolduğu kitapları basan yayımcıydı. öfkeli bir sesle haykırıyordu. "bunaltıcı düşlerdir seni var kılan!". telefonu kapattıktan sonra düşündü. "adam haklı!". ayağının hemen yanında uyanmaya çalışan karafatmayı farketti. suya doğru ilerlemeye çalışıyordu mahlukat. üzerine bastı terliğiyle. "çıt!" sesini duyunca içini bir rahatlama hissi bürüdü...
    düşte olduğunu fark ederek uyanmak için yatağa atladı.
    ezan sesiyle uyandığında istanbul'un köhnemiş ahşap kokan havası etrafını bürümüştü. bir yandan şato'ya nasıl gidebileceğini düşünürken bir yandan martı sesleri kendisiyle konuşuyordu; "kollarını aç ve kendini rüzgara bırak". o sırada kafasına yediği terlikle bir anda gözleri faltaşı gibi açıldı. kaldığı evin sahibi "artık uyan" diyordu. "ne yatmasını bilir ne de kalkmasını bu adamda...". "la havle..." ağzından dökülürken yaşadığı dönüşüm karşısında kendisini bir böcekten farksız hissediyordu. açık televizyondan gelen reklamın dış sesi hissiyatını katlayarak artırıyordu. "şatoda ramazan konseptli ambiyans yaşayacaksınız!"
  • (bkz: #60589696)
  • uyandığında hala başı ağrıyordu. etrafına bakındı, hava kararmak üzereydi. içeriye süzülen ışıktan anlamıştı bunu. yavaşça kalktı yataktan, beyninin içi uğulduyordu. çok kaçırdım yine, dedi. bu şekilde uyanmaktan nefret ediyordu. aslında son zamanlarda her şeyden nefret eder olmuştu. nedenler, nasıllar kemiriyordu içini. düşünüyordu, yalnızca düşünüyordu. sonra da düşünmekten nefret ediyordu.

    kahvesini alıp, pencerenin yanındaki sandalyeye oturdu. sigarasını yakıp, bir nefes aldıktan sonra kül tablasına yerleştirdi. en büyük zevkiydi gazetesini böyle okumak. her sayfasını sıkılmadan okurdu, en ufak bir ayrıntıyı bile atlamazdı. alışkanlık haline getirmişti bunu. üçüncü sigarasını çoktan yakmıştı, tekrar kahve aldı. bir kadın yazarın köşe yazısı dikkatini çekmişti.

    özetle, bir insanın içinde kaç kişilik barındırdığını anlatmaya çalışıyordu. daha doğrusu soruyordu. yine düşünmeye başladı, kaç kişiliğe sahip olduğunu düşünüyordu.

    gülümsedi, parmaklarıyla saymaya başladı. annem, babam, kardeşlerim, sevgilim, bakkal, arkadaşım, gıcık olduğum kapı komşum, hocalarım, dilenci x, hayat kadını y vs vs … dedi. liste çok uzundu, hepsini aklına getiremedi bile. hepsine karşı farklıydı, farklı davranıyordu.

    peki, hangisi gerçek benim, dedi, hangisi gerçek kişiliğim?

    kabaca bir hesap yaptı. dünya nüfusunun yedi milyar olduğunu kabul edersek, demek ki o da yedi milyar kişiliğe sahipti. ama herkesi tanımıyordu. bu hesaplamadan yola çıkarsak, insan kendini tam olarak tanıyamazdı, tanımaya da ömrü yetmezdi. hiç tanımadığı kişilikleri vardı daha, hiç ortaya çıkmayan. ya tekdüze davrandığı insanlar, samimi olmadığı insanlara aynı şekilde davranmıyor muydu? kafası karıştı, yedi milyar insanla samimi olma şansı olsaydı, yedi milyar farklı yüzüne mi şahit olacaktı kendisinin? bu kadar kişilik sahibi olmak kişiliksizlikle eşdeğer midir diye düşündü.

    sigarasından bir nefes daha aldı, caddedeki insanlara bakıp, hayır dedi, standart davrandığımız ölçüde kişilikliyiz. bunu farkında olmadan yüksek sesle söylemişti. kendi kendini ikna etmek için genelde böyle yapardı. evet, dedi, ne kadar eşit davranabilirsek, ne kadar adam kayırmazsak o kadar kişilik sahibiyiz bence. durdu, cevabını bilmediği bir soru vardı hala. hangisi oydu, hangisi gerçekti? annesini düşündü, en çok onu severdi. ama hayır, ona da yalan söylemişti, ona da her şeyi anlatmazdı, oğlunu tam olarak tanımıyordu. ayağa kalktı, liste eksik, dedi,. tanrı yazmayı unutmuşum.

    okulda öğrettikleri gibi, topuğunun üstünde dönerek tekrar pencereye yöneldi. aşağıya baktı, cadde kalabalıktı. işten çıkanlar, alışveriş yapanlar, satıcılar, boyacılar… dışarıya çıkmaktan vazgeçti, kalabalığı sevmiyordu. yorgun hissediyordu kendini, ne yapacağını bilmez halde bakındı, neye baktığını bile bilmiyordu.

    o geldi aklına, o olsaydı şimdi, dedi. hızlıca yatağa çöktü, ondan da nefret ediyordu. neden diye düşündü, bu kadar sevmişken, bu kadar fedakarlığa hazırken, neden sevmedi? yakışıklı değildi, ama hep güzel sevgilileri olmuştu. yeni sevgilisi de güzeldi, ama sevmiyordu onu. alaycı bir gülümseme yerleşti yüzüne, kadınlar, dedi, kadınlar yalnızca acı çektireni sever, kölelik ister, sığınma içgüdüsü de buradan gelmez mi? doğasında bu var.

    feministlik de hikaye. kadın, kendi doğası ve feminizm arasında sıkışıp kalsa da, kendi doğası hala üstündü işte. taptıkları tek şey güçtü. böyle olduğuna inandırmaya çalışıyordu kendini. hatta düşündükçe emin olmaya başlıyordu. onun karşısında güçlü olamamıştı, güvenememişti kendine, ne söylese yapmaya hazırdı. bu yüzden sevilmemişti, acı çektirmediği için. kendinden de nefret etti. aklından geçen her cümlede onu aşağılamaya çalışıyordu. sonra söylediği her şey duyulmuş gibi sustu, nasıl düşünebilirim ona karşı bunları, dedi. bir kızıyor, bir sakinleşip söylediklerinden utanıyordu. düşünmek istemedikçe daha çok şey üşüşüyordu aklına. düşünmek için var olmak gerekirse, şu durumda yok olmayı canı gönülden tercih ederdi. ölmeden yok olmak için usulca yatağına girdi.
  • pazar sabahı odanın içini buz gibi doluyordu hava. biraz kendine gelmek istemişti. gece uyuyamamıştı yine. telefonla oynamış bir dizi bölümü daha derken uyaran çokluğu uykusunu kaçırmıştı. biraz da son 3 aydır deneyimlediği o sinsi kasık ağrısı.
    hatıralarla savaş vermek niye. yaşadıklarımız neden bizi yıpratıyor. geçmiş gitmiş şeyler oysa ki. demek ki gitmemiş.
    üstüne hırkasını aldı aşağı indi. kahvaltı hazırdı. bir çay içmek istedi sadece. zaten sabah ki seslerden sakin bir kahvaltı olmayacağı belliydi. 3 ü oturdu sofraya, bir kişi henüz gelmemişti. diğer ikisi konuşuyordu. onun kafası kaldırmıyordu ama. aynı şeyleri aynı konuları duymak istemiyordu. mutsuzluk nedenleri hergün biraz daha büyüyen bir yumak gibi kahvaltı masasının ortasında duruyordu aslında. başka şeyler konuşulmaya çalışılsa da, en ufak bir kayma yumağa çarptırıyordu kelimeleri. titreşim yapıp ilgili kişiye saplanıyordu.
  • ankara'lılar bilir tunalı kıtır güzel mekandır. kokoreç bira için en iyi yerlerden biri. bugün yine kıtır'daydım. 1 seneye yakın olmuştu gelmeyeli. eskilerden bir tat var burada. belkide 4-5 sene önce daha sık geldiğimden o dönem anılarını hatırlatıyor. kişiliğimi şekillendiren anılar. ilk kez gerçeklerle yüzleştiğim dönemler. sevdiğim güvendiğim sonra hayatımdan yok olan insanlar. hepsini barındırıyor. kapıdan girerken tam kapının yanında oturan bir adam. bira içiyor bir yandan whatssup dan mesajlaşıyor. burada tek değilim demek istiyor. aslında herkes bilir ki, bir yemek mekanında whatssup la ilgileniyorsan yalnızsın demektir. camdan oluşan kabin gibi bir yerin içinde kasada ki adama yaklaştım. self-servis tabelası var kenarda. 1 kokoreç istedim. kenarda ayakta yedim, oturmak istemedim. hızlıca yiyip çekip gittim tıpkı diğerleri gibi...
  • kafası ağır geliyordu vücuduna artık.gözleri obez bir teyzenin sabah uykusundan uyanmış hali gibiydi. intihar etmek düşüncesini aklına getiren her ne ise nefret ediyordu aslında. çünkü bu hayatta her kararı alırken başkalarını düşünmüştü. çünkü bu hayatta, canını en çok başkalarının sözleri yakmıştı. ama hep kendini kandırmıştı. '' kimsenin ne söylediği umrumda değil!'' bari ölüme başkaları itmeseydi onu. acıyan gözlerle bakıyordu boynu büktürülmüş silüetine... her sabah kalktığında dışarı baktığı pencerenin bu kez gece içeri yansıttıkları ile gölgesini görüyordu duvarda. eskiden sobanın çıtırtısı ile uyumaya çalışan ve alevlerin duvarda yaptığı gölgelerle mutlu olan çocuktu o. sahi ne yaşamıştı? hayat iyi olmaya çalışanların yaşama arzusunu onlara çok görecek kadar neden gaddardı? bir tek ölüm izin vermedi başkalarını düşünmeye. bileklerinden akanlar bile sadece öküz ayranını hatırlatmıştı ona. yapar mıydı anneniz size hiç bir pekmezi su ile karıştırarak? gözlerinde sobanın alevleri ve aksa güğüm güğüm dolacak yaşlar...dudağında bir gülümseme ile burnunda öküz ayranının kokusu... yetmedi süre ona yapılan kötülükleri düşünmeye. sanki hiç hırpalanmamış gibi gitti.
  • bu gece gökyüzü ne kadar berrak, ne kadar duru diye düşündü açık arazide sırtüstü uzandığı zeytin ağacının altında. uzansa şu en yakındaki iri yıldıza dokunabilirdi sanki. sonbaharın ikinci ayında olmalarına rağmen gecenin bu saatinde olağandan daha ılık bir hava vardı. cebinden çıkardığı kayısı peksimetinden bir ısırık daha alırken, tam 18 gündür aslında hiç yabancı olmayan bu yabancı topraklarda görevini tamamlamış ve dönüş yolunu tutmuştu. dost ya da düşman hiç kimse ile temas etmemek için belli aralıklarla yerinde sabit kalmış ve bu ona yaklaşık bir günlük bir gecikme olarak fatura edilmişti. gece yarısına doğru en uygun yer olduğuna kanaat getirdiği bu yerde mola vermiş ve sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkarsa en fazla 3 saat sonra yurdunda olacağını bilecek kadar tecrübe sahibi olmuştu. ufuktaki belli belirsiz kızıllık 30 saat önce başlayan harekâtın habercisiydi. peksimetinden bir ısırık daha almıştı ki, ani bir çıtırtı duyması ile eli hızlı bir refleksle silahına gitti ve uzandığı yerden soluna çeyrek dairelik bir dönüş yapınca hayli iri bir gelengi ile göz göze geldi. neredeyse küçük bir sokak köpeği kadardı. meraklı bakışlarını dikmiş olan gelengi, yerde uzanmış adama bakıyordu hiç ürkme belirtisi göstermeden. sağ elindeki silahı yavaşça indirirken diğer elindeki peksimeti uzattı meraklı gelengiye. hayvan ifadesizce bakarken o ise peksimeti kolunu hareket ettirmeden elinin küçük bir hareketiyle attı. ayaklarının dibine düşen peksimeti kaptığı gibi yıldırım hızıyla gözden kayboldu gelengi. dudaklarında minik bir tebessümle yarı doğrularak sırtını ağaca dayayan adam bir parça daha peksimet çıkardı sırt çantasından. hiç uykusu yoktu, uzun bir gece olacağa benziyordu.
    on dakika kadar sonra yine bir çıtırtı ve yine bizim gelengi. ama bu sefer yanına ailesini de alıp gelmiş. boy sırasına dizilmiş tam dört gelengi gözlerini dikmiş sanki film izler gibi bu yabancıya bakmaktaydılar. “anlaşıldı” diyen adam bu sefer çantasındaki bütün peksimeti çıkarıp gelengi ailesinin önüne yavaş hareketlerle atmasıyla kapışmaları bir oldu. peksimetlerini afiyetle yiyip artık oynama başlayan yaramazları tebessümle izlerken ortamın doğasına aykırı bir sesi kulakları ayırt etmişti.
    derinden gelen ve giderek yaklaşan sesin bir araca ait motor sesi olduğunu anladı.
    gecenin karanlığında farlarını yakmadan gelen modifiye edilmiş toyota 4x4 arazi tipi araç sırtını dayadığı ağaçtan yaklaşık 30 metre kadar ileride durdu.
    araçtan bir kişi indi, camlar filtreli olmasına rağmen en az iki kişinin daha aracın içinde olduğu belli oluyordu.
    bu arada ağacın altında sağına 15 santim kadar yavaşça kaydı ve böylelikle gelenlerin görüş alanından tamamen çıktı. sırt çantasından dört şarjör, iki el bombası çıkarıp çantasının üzerine koydu. çantayı da kucağına alıp bacaklarını vücuduna çekip ağacın içine girecekmiş gibi iyice yapıştı. sırtını dayadığı ağaç yeterince kalındı ama yeterince dayanıklı mıydı emin olamadı.
    dışarıdaki eliyle kontak çevirme hareketi yaparak “neziki” deyince aracın şoförü motoru kapattı.
    tüm bunların izleyicisi gelengi ailesi ise halinden oldukça memnun ve bu iri yarı yaratıkların her bir hareketini en ince ayrıntısına kadar gözlemlemekteydi.
    dışarıdaki hiç konuşmadan bekliyor ve sürekli bir yana bakıyordu. birini ya da bir şeyleri beklediği kesindi. içinden okkalı bir küfür savurdu. koca arazide hiç mi yer yoktu da buraya gelmişlerdi. veya kendisi bula bula burayı mı bulmuştu. yerinden uzaklaşmaya çalışsa kesin görülürdü ve bunun sonuçları kendisi için hiç de iyi olmazdı. hele sağ ele geçmesi durumunda derisini canlı canlı yüzeceklerinden bir an bile şüphe etmedi.
    saatler kadar uzun gelen yaklaşık bir dakika kadar sonra yine uzaklardan bir homurtu duyulmaya başladı ve giderek yaklaşıyordu.
    dışarıda bekleyen “hatın” dedi bu sefer. aracın içinde oturanlardan biri daha indi. bu orta yaşın üstünde kelleşmiş kafası ve hayli fazla kiloları ile askeri kamuflaj üzerinde oldukça komik duran kısa boylu, badem bıyıklı, ablak suratlı bir adamdı.
    “şimdi bizim sihalardan biri bunları tespit edip izlediyse ve bir saldırı düzenlerse hep beraber boku yeriz. siz gidip kurtarın kendinizi” diye bir zihin iletisi gönderdiyse de gelengi ailesi hiç oralı olmadı.
    farlarını yakmadan gelen bir humvee belirdi karanlığın içinden. gelip diğerinin biraz yanında durdu ve bu kez sivil giyimli iki kişi indi araçtan. ablak suratlı komik adam elini uzatıp gelenlerden biri ile tokalaşmak için elini uzatırken ağzından dökülen kelime “şalom” oldu.
    “yeni gelenler mossad” dedi içinden elindeki silahı biraz daha kavrayarak. bir gördüğü yüzü asla unutmazdı. tokalaşanların bir adım gerisinde duran iriyarı adam mossad’ın en azılı canisiydi. iki yıldır kendisinden haber alınamayan yakın çalışma arkadaşlarından birinin kaybından sorumlu olduğu söylenmişti. fotoğraflarındaki o ruhsuz delici bakışlar, çıkık elmacık kemikli iri bir surat, bu surata zıt küçük bir burun. bu nasıl bir talihti şimdi. bir an ikilemde kaldı. tehdidin boyutu, hava ve arazi şartları görevin zorluk derecesini ve başarı durumunuzu belirleyen en önemli etkenlerdir. tabi aldığınız eğitim ve kabiliyetin yanı sıra şans faktörü de yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide ne yana gideceğinizi belirler. ya görevinizi yapar başarılı olur dönersiniz ya da dönemezsiniz. bazen başarısız olup yine de dönüldüğü oluyor. ama başarısızlığın bir istiap haddi vardır illaki. refleks olarak risk analizini anında yapmıştı bile. yanılma payı her zaman olmakla birlikte kısa boylu şişko son plana atıldı. öncelikli hedefler iki mossad ajanı, sonraki ise şişkonun koruması edasında takılan teröristti. toyotanın içindeki bir kişi gelişmeye göre önem kazanacaktı.
    bu satranç tahtasında sadece bir piyondan ibaret olduğunu iyi biliyordu. gerçi kimler değildi ki kendisini oyun kurucu zannedenlerin neredeyse hepsi de aslında birer piyondan ibaretti. inandığı tüm değerlere iğrenç bir şekilde savaş açmış, sicilleri bozuk, geçmişleri karanlık siyasetçilere güvenememek, bu gün canınız pahasına elde ettiğiniz kazanımların üzerini yarın masa başında ya da gizli görüşmelerde bir kalemde çizmeyeceklerinin garantisinin olmaması ise başlı başına kahredici bir duygu idi. tabi bu durum işini yapmasını asla engellememişti.
    bu arada cani elindeki bond çantayı bir adım önündeki amiri olduğu izlenimi veren kişiye vermişti. o da kısa boylu şişko adama. avucunun terlediğini hissediyordu. birden yanı başında bir çıtırtı oldu ve hemen iki metre yanı el feneriyle aydınlandı. aydınlanmasıyla da içini ürperten, çok tanıdık bir “ciuuv” sesiyle sol tarafına sıçrayan birkaç damla kan adeta beynini dondurmuştu. çil yavrusu gibi dağılan gelengi ailesine takıldı gözleri. baba gelenginin gövdesi neredeyse ikiye ayrılmıştı. sadece bir deri parçası tutuyordu iki parçayı. içindeki öfkenin taştığını hissetti.
    bu karışık ortamda ve karışık coğrafyada tehlike her yerde ve her an vardı. mossad ajanı çantayı amirine verdiği anda duyduğu çıtırtıya çok hızlı bir refleksle tek el ateş etti. algıları üst seviyede olduğundan hiç düşünmeden yaptığı bu atış kendisin yetiştirenleri utandırmayacak şekilde tam isabetti. aynı anda amiri de çantanın içindekileri göstermek için elinde olan feneri hedefe yöneltmişti bile. lanet bir tarla faresi olduğunu görmek ruhsuz caniyi saniyelik rahatlatmış olmalı ki silah tutan elini indirdi ve o an tarla faresinin ruhu anlık ışık huzmesi olarak belirip gelip caninin tam alnının ortasına yapıştı ya da cani öyle sanmıştı. şimdi yerde boylu boyunca yatan ve alnın ortasından duman tüten caniye bakıyordu ayaktaki üç adam. ne olduğunu anlamamışlardı bile. sesi sonradan duymuşlardı ama artık çok geçti. ikinci ışık huzmesi diğer mossad ajanının boynunu bulmuş, boyun atardamarını delip geçmişti. şişko ve koruması gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi hâlâ yerdeki iki adama bakıyorlardı. bu sırada ışık huzmesi şişkonun korumasına yönelmiş ama bunu yapabilmek için neredeyse yarım beden ağacın arkasından çıkmak durumunda kalmıştı. koruma da kütük gibi devrilirken bir el bombasını kapısı açılmaya başlayan toyotaya doğru fırlattı. büyük bir gürültüyle birlikte sağ kalça kemiğinin üstünde korkunç bir acı hissetti. lanet şişko tüm bu hengâmede ateş edecek fırsatı bulmuştu. neyse ki iyi bir nişancı değildi. el bombası onun da işini bitirmiş, o çirkin gövdesi hareketsiz kalmış, üzerine ise amerikan dolarları yağıyordu. çanta para doluymuş demek ki diye düşündü. kim bilir hangi pis işlerin bedeliydi bu paralar. toyotadan da kimse inememişti. tüm bu keşmekeş yarım dakikalık bir sürede olup bitmişti. gözlerini yerdeki hedeflerinden ayırmadan yavaş hareketlerle kemerini çözüp, pantolonunun fermuarını aşağıya doğru kaydırıp pantolonunu biraz aşağı indirdi. manzara çok da kötü değildi. merminin arka kısmı görülüyordu. çantasından bir pansuman bandı çıkarıp yavaş ve dikkatli bir şekilde yapıştırıp fermuarını çekti.
    ufukta havadaki kızıllık artmıştı. topçular dozajı artırdı, diye düşünürken dudaklarının ucu yukarıya doğru kıvrılmış, gözleri çekik bir hâl almıştı. on dakika önceye göre çok daha iyi hissediyordu kendini. kan kokusunun kimleri oraya çekeceğini kestirmek güç olduğundan çatışma alanını terk etmiş, sınıra doğru yavaş ve aksak adımlarla yola çıkmıştı. ***
  • önden gelen not: okuyanlar kişisel düşüncelerini söyleyebilir mi ? iyi kötü eleştiriye açığım sadece dışardan bakınca nasıl görünüyor merak ettim.
    noktalama işaretlerinde hatalar var biliyorum.

    sararmış iki parmağının arasında devamlı yanan bir sigara olurdu. yılmaz'ın sol elinde parmaklarının ucunda sanki bir uzvu gibi olan tek dal sigarasını kendi zamanını elinde tutup, yanışina iki küp şekerle gelen çayla birlikte yüzündeki gülümseme ile seyirci kalan biri olarak görürdüm yılmaz'ı, tebessümü hiç eksik olmazdı.
    akşamları her daim gelip birkaç bardak çay içip sonra evlere dağilacağimiz cami altındaki çay ocağında yine bir akşam ismail abi sokağın başında göründü.
    kime sorsan deli diyecekleri bu adam bence de deli idi.ama bu gördüğüm en akıllı deli olmadığı anlamına gelmez.
    bazı akşamlar gelir iki bardak çayımızı içer sonra geldiği gibi giderdi.
    bizim oturduğumuz masa yaz kış kapının önünde olurdu yazın neyse de kışın bizden başka kimse olmaz ismail abiye dedikleri gibi bize de deli derlerdi.
    ismail abi içerden iskembeyi kaptığı gibi geldi masamıza ocağın sahibi yunus amca kışın bize çay getirken,
    bıçkın bir helikopter pilotunun sarp yamaçlara yanaşırken ki yüz ifadesi ile çay getirir aynı şekilde sıcak ocağına hızlıca dönerdi.(söylenmekten de geri durmadan.) içeri girdikten sonra kapının kapanış sesi bizim için bambaşka dünyalara açılan kapının açılış sesiydi...
    tuhaftı ismail abi bu sefer
    bir başka bakıyordu. gözlerini geldiği yöne çevirmiş altmış yıldır düz bir doğru üzerinden geldiği yola bakıyordu. gözleri ufkun ötesine ta yolun başında unuttuğu o hüzünlü sahneyi arıyordu yeniden oynatmak için.
    yilmaz puslu havanın yüzüne bakıyor hava,yılmaz'ın yüzünü kesmekten geri durmuyordu.
    iki dudağının zamanla buluştuğu bir sırada,
    ben ismail abinin dudaklarının anlatmaya başlamasını beklerken, yılmaz bol dumanlı zamanı ciğerlerinden dışarı üfledi. zaman,havayla karıştı ve gözlerimin önünü bir pus kapladı.
    kesif bir sigara kokusu burnumu sızlatıyor aynı anda içerde hava o kadar kirliydi ki gözlerimden yaşlar gelmeye başladi.puslu zaman dağılırken, yeşile boyanmış dört duvar kendini belli etti odanın içinde loş bir ışık havada süzülen tüm o sigara dumanını gözler önüne sererken üçlü koltukta oturan orta yaşlarında saçlarının çoğu gitmiş bir adam oturuyordu.yerde birkaç bira şişesi içlerinden biri devrilmişti.
    hemen yanında siyah bir poşet vardı. sanırım onun içinde de dolu şişeler vardı.bir dakika benim burda ne işim var garip olan başka bir şey daha var; adam.
    başı niye öne eğik ? büyük bir derdi olsa gerek durmadan içer gibi bir hali var.
    peki bu çocuk kim ? napıyor o ?
    sanırım adamın yanına doğru gidiyor
    dur bir dakika bu bizim ismail abiye benziyor sanki.
    ismail abi ? sen misin abi ? abi beni duyuyor musun?...
    adam kim acaba ? ismail abinin babası mı ? dur şimdi anlarız...
    elini yavaşça adamın başına götürdü.
    kaldırmaya çalışır gibi yukarı doğru zorluyor ama adam kaldıracak gibi değil
    ismail abi biseyler diyor...
    -baba n'oldu niye başın eğik duruyor ?
    "baba başını dik tut."
    ismail abi...
    derin bir sessizlik oldu odanın içinde
    kadim bir uykudan uyanır gibi başını kaldırdı adam.oglunun yüzüne baktı o an bundan sonra herşey değişecekmiş gibi baktı, sönmeye yüz tutmuş yıldızın yeniden parlayışı vardı gözlerinde.
    ismail abi,abi...
    küçük ismail abinin, gözlerinden yaşlar süzülürken küçük cüssesi ile babasına sarılıyor babası da küçük ismail abiye.
    kaç yaşındaydı 8 mi 9 mu en fazla 10 olsa gerek.meğer ismail abi hiç küçük olmamış hep abiymiş o hep ismail abiymiş...
    yılmaz daha derin daha içten çekti zamanı içine,o da zamanın içindeydi oysa ki.
    bir başka duman perdesi gördüklerimi yavaşça silmeye başladı.
    soğuk yine soğuktu.bedenimi sarmalayan kışın soğuk ellerini hissediyordum işte bu bedenime geri döndüğümu anladığım zamandı.
    ismail abinin gözleri dolmuş,dolan gözlerini keskin bicaklariyla rüzgarın silmesine izin vermişti. dönüp
    yılmaza baktim ufukta tebessümünü kaybetmiş artık gülümsemiyor ve parmaklarının arasından yere düşen ucunda kor alevin olduğu uzvunun yerine,yenisini koymak için cebinden bir dal daha sigara çıkardı...
  • (bkz: #110485290)
  • bazı seyler vardir bilmeyi istemeyeceğimiz türden. ne var ki istemesekte bir şekilde öğreniriz. bu da o tür bir bilgiydi benim için; öldüğümü öğrenmem.

    bir yaz akşamıydı. bir ufaklık iki de kadeh. dostum doktor arkadaşım mert ile bir çilingir sofrası. önümüzde deniz manzarası, balkondan körfezi izliyoruz. arka da o mahur beste...

    mert iyi çocuktur. ayni liseden ciktiktan sonra o ankara'ya ben de istanbul'a okumaya gittikten sonra bile sık sık görüşürdük.

    bir kaç saat sonra lafın lafı açamadığı bir noktaya geldik. ısmet'cim dedi senin bir sıkıntın var. ne sıkıntım olacak abi zaman geçiyor biz de onunla birlikte böyle çürüyüp gidiyoruz. eskiden dedi planların vardı anlatır dururdun. sohbet bitmek bilmezdi, şurada güneşi doğurduğumu bilirim. hem otuz beşlik ne lan? sanki erkenden beni yollayacaksın gibi. deli ısmetsin sen lan!
    en fırlama olayları sen yaşardın hani noldu. bir iki hatundan ayrıldın kaç senedir sikin de kalkmıyor, karı kız muhabbettin de yok. gelmiş burada bana surat yapıyorsun. universiteyi bitirdin de adam mi oldun ismet? bak bana ben hala okuyorum 2 sene daha var daha bunun uzmanlığı var uzmanlığı! yok tus'una hazırlan yok onun asistanlığını yap sen böyleysen ben ne yapayım kardaşim? yüzün gülmüyor be adam. bak ne güzel şu zor dönem de iş de bulmuşsun. kim de var lan bu imkân?

    laflafı açmayınca monolog başlarmış. o böyle uzatıp giderken mezun olduktan sonra ki hayatımı düşündüm. haklıydı. planlar vardı. sonra ani bir karar, bir tecrübe edinme isteği. olduğun mekân ve zaman seni düşündüğünden fazla değiştiriyor, olamayacağını düşündüğün biri düşünmediğin şeyleri düşünmeye başlıyor ve o planları öteleye öteleye eritiyorsun. böyle olacağını kim bilebilirdi? ısten ayrılana kadar farkında değildim. kimseyle konuşmaz görüşmez olmuştum. gerçi okulu bitirirken de böyle bir donemim olmadı değil ama orada insanlar vardı. artık olmayan insanlar. ıki yüz görürdük hiç değilse. sabahlara kadar tartışır, birbirimize bir şeyler danışır, sıkıntıları paylaşırdık. artık öyle insanlar hayatım olmadığına göre üzerine konuşacak bir konu da yoktu. dolayısıyla mert'e anlatacak bir şey de yoktu. ne anlatabilirdim ki?

    çalışmaya yurtdışına gitmiştim. o süre zarfında sadece iş ile uğrasıp durdum. zaten yapacak pek de bir şey yoktu. sabah kalk işe git market'e git evine git uyu.

    ılk defa para hayatıma girdi dedim. ış de fena gitmiyordu. planlar aklımın kösesindeydi hep. erime noktasına gelene kadar. maalesef hiçbir zaman evdeki hesap çarşıya uymuyor be abi. fark ediyorsun ki o plan için para lazım. sen de daha çok kazanmak istiyorsun ki o planlara ulaşabilmek için sonra o plan ikinci plan oluyor. ışi ögreniyim diyorsun haliyle biraz başlıyorsun o idealize ettiğin dunya var ya yalan o abi. dışarıda bi tane adam bulamazsın, sonra o pezevenklere dönüşürsün.

    sesim giderek yukselirken. mert beni sakince bir psikolog edasıyla dinliyor, hak verircesine başını sallıyordu.

    eee dedi, artık iş de yok, plan da. ne yapacaksın şimdi? ne istiyorsun?

    donup kaldım. ne yapacağımı bilmiyordum. artık ne bir hayalim vardı ne bir planım. son bir kaç aydır bir kaç eski dostu görmek harici neredeyse hiçbir şey yapmamıştım. üstelik farkında olduğum tek şey giderek daha da sinirli olduğumdu ama hiçbir şeye üzülmüyordum da. ıçtiğim sigaraların sayısı neredeyse iki katına çıkmıştı.

    ülkeye döndüğümden beri eksi defterleri kurcalıyor, eski sevgililerin sosyal medya hikayelerini izleyip onlara özlem duyuyor bir yandan hikayelere özenerek keşke ben de orada olsaydım diyordum. ısin kötü tarafı tek duygum kıskançlıktı. yanlarındaki arkadaşlarını kıskanıyor, eskilerime karşı ise sadece ufak tefek hatıraları anımsıyabiliyordum.

    bir 35'lik daha getirip bütün bunları mert'e anlattım. hafif gülümsedi. oğlum senin acilen sevişmen lazım dedi. bana bakma bende de 4 aydır tık yok. corona hepimiz katletti. bir de üstüne tıp okuyorum öyle düşün. ha şu ortamda yeni hatun bulur musun zor, sen eskilere yönel.

    abi bende hayal yok, plan yok, tutku yok. bak 2 saattir senle bile konuşamadım adam akıllı. eskiden olsa böyle mi olurdu?

    bizim mert biraz küfürbazdır, amına koduğum bulanıma girme hemen diye gülüyor bense boş bir suratla ona bakıyorum. tamam, tamam şaka. eski hatunlara mesaj atsaydın. bir iki şey çıkardı belki. attım abi de sohbet eskisi gibi yürümüyor. hem belki başkası vardır hayatlarında ne bileyim bizim ki de yalan dolan hayat dedim.

    dert muhabbeti olsa da en azından laflafı açmaya başlamıştı. bir noktada muhabbet hep cinselliğe geliyor galiba kural bu. pekala ortada böyle bir yoksunluk durumu vardı. ama esas mesele bu değildi. esas mesele tutkusuzluktu. bir şeyler tasarımlamaya tutkum kalmamıştı. ne eski hayallerimin ne eski planlarımın bir tozu kalmıştı aklımda hepsini birer birer unutmuştum. sonuçta cinselliği tutku olarak göremezsin. "cinsellik benim tutkum" var mı böyle aptalca bir cümle kurabilecek insan.

    "ne istiyorsun belli değil ne yapıyorsun belli değil göbeği de salmışsın karı kız hadi onu geçtim illa çözülür. bir ilgin var mı eskiden çizer ederdin gitar mitar çalardın? yok mu küçük hedefler? oğlum bak bir hedef edin yaşayamazsın böyle. eskiden şakasına deli ismet diyorduk harbi harbi delireceksin sen.
    yüksek falan yap. hani vardı planların arasında".

    sahi, vardı oyle bir plan son sınıfta bir yere başvurmamıştım bir sene yatarım sonra ki seneye artık dediydim. bak yazın ortasındayız zaten üniversiteler kapalı tezi nasıl yazacaksın? yaş o iş mert bu sene seneye diyelim dedim sanki seneye ne olacağını bilircesine. ısmet dedi. sen ölmüşsün. katilsin lan sen! deli ısmeti öldürmüşsün.
hesabın var mı? giriş yap