• ingiliz özgür sinema akımının başını çeken yönetmenlerinden lindsay anderson'un 1968 tarihli ünlü filmi.

    filmin ana karakteri bir an gelir ve elindeki mermiyi gösterek arkadaşlarına şöyle der: "one man can change the world with a bullet in the right place". dünyayı değiştirmeyi arzulayan bir insan evladı en sertinden bir müdahaleye inanır ve hareket noktası baruttur. bireyin bu aşamaya gelmesinde eğitimin ya da bir cisim olarak okulum rolü nedir? nasıl bir sistemdir ki var olan, lise çağındaki bir genci kendiyle ilgili ideallerinden izole edip daha zorunu seçmeye iter? okul bireyi geleceğe hazırlayan, olgunlaştıran bir kurum olması gerekirken ruhlara zehir enjekte eden bir şırıngaya nasıl dönüşebilir? sistem baskıyla kendi kölelerini yaratırken eğitim bu sürecin neresinde durur? peki ya anarşizm? oluşumu yalnızca bu sürecin bir yan etkisi midir? ya da bireyin kendini gerçekleştirdiği noktada mı durur?

    yemek odasıyla, yatakhanesiyle, spor salonuyla, sınıflarıyla, çalışma odalarıyla çok keskin kurallar üzerine inşa edilmiş ihtişamlı bir binadır karşımızdaki. adına okul dedikleri bir hapishanedir. yemek merasimle yenir, çalışma odalarının kuralları vardır, yatma saati belirlidir. kuralları koruyup gözetme görevleri öğrencilerin içinden seçilen okul sorumlularına verilmiştir. bu sorumlular okulun dayatmalarına başkaldırmayan, sistemi herşeyiyle özümsediğini hareketleriyle yönetime gösteren öğrenciler arasından seçilir. kısaca okul'un bu görev için koyduğu kriter mutlak itaattir. bu göreve getirilen öğrenci en sert yaptırımları uygulayabilir. tabi böyle ayrıcalıklı bir konuma gelmek isteyen öğrenciler de vardır. böylece öğrenciler arasındaki ayrım keskinleşir: sistemi özümseyip içselleştirenler, sisteme çaresizce boyun eğenler ve sisteme baş kaldıranlar.

    kuşkusuz okul binası baskıya ve zulme dayalı eğitim sisteminin icra edildiği tek yer değildir. aslında, o bina okulun tek bir ögesidir. belirli günlerde öğrencilerin ve eğitimcilerin toplandığı kilise binası da okulun eğitim sürecindeki önemli bir ayağını teşkil eder. zira eğitim matematik ve tarihle sınırlı kalamaz elbette. iyi bir yurttaş olmanın yolu iyi bir hristiyan olmaktan geçer. peki bu yeterli midir? elbette değil. iyi bir yurttaş iyi bir de asker olmayı öğrenmelidir. bu nedenle okula ait bir kışla vardır. işte size müdürüyle, yöneticisiyle, papazıyla, öğrencileriyle bir panayır. ve doğal olarak ince fakat acımasız bir mizah.

    bireyi kutsal ingiliz çıkarları doğrultusunda her açıdan yetiştirmeyi amaçlayan bu eğitim sistemi hizmet ettiği kutsal değerlerin kölelerini yaratmayı başarır. bunu özellikle vurgulamak istedim çünkü if genellikle anarşizmin doğuş sebepleri üzerinde duran ve bunu baskı ve şiddete bağlayan bir film olarak görülür. sistemin başarıya ulaştığı konusundaki vurgu pek dikkate alınmaz. kendine ve o çok sevdiği değerlerine saldırıya geçen yeni yetme gençlere eline verilen makinalı tüfekle "bastards" diye bağırarak karşılık veren altmışlık kadını yaratabilmesi sistemin ne kadar da iyi işlediğini gösterir aslında.

    film bireyin algılarına her koldan saldırıya geçen eğitim kurumuna eleştirel yaklaşırken kendine has bir mizah anlayışı ortaya koyar. ciddi bir küçümseme ve dalga geçme duygusu kendini hissettirir. okulun bahçesinde bir kışla olması ve tatbikat yapılması alaycılığın tavan yaptığı andır. okulun bir silah deposu ve başında da nöbet tutan öğrenciler vardır. ceza olarak bodrumu temizlemekle görevlendirilen öğrencilerin makinalı tüfek, el bombası, havan topu buldukları sahne hem çok komik durur hem de dış dünyaya karşı varolan paranoyanın eğitime yol gösterdiğini yansıtması açısından çok anlamlıdır.

    lindsay anderson dramatik yapıyı kurarken filmini başlıklar halinde epizodlara bölmüştür. bu, anarşiye giden yolu aşama aşama takip etmemize yardımcı olur. filmin anlatımında en göze çarpan noktalardan biri bazı sahnelerde varolan gerçekliğin dışına çıkılmasıdır. yönetmen bir an için seyirciyi hayatın rutininden kurtarmak ister gibidir. sürrealizm onun filminde bir şiire dönüşür. kafede travis'in henüz tanıştığı kızla girdikleri kapışma bunun en güzel örneğidir. saf sinemadır.

    if yirminci yüzyılın sinema olaylarından biridir. ve aslında if'i sevmek sinemayı sevmekle ilgilidir. çünkü bu film sinemanın yalnızca eğlence aracı olmadığının ve iyi bir filmin kaliteli bir kitap gibi direkt beyne seslenebileceğinin en güzel örneğidir.
  • jean vigo'nun "zéro de conduite" (bkz: zero de conduite) (bkz: hal ve gidis sifir) filmine feci sekilde benzeyen, ancak ozgun olmayi basarabilen, anarsik lindsay anderson basyapiti. basrolde malcolm mcdowell vardir. daha sonra "o lucky man!"'de (bkz: o lucky man) ve britannia hospital'da da karsimiza cikacak mick travis karakterini canlandirir. olu ozanlar dernegi'nin egitim sistemini ve otoriteyi elestirdigini sananlar bir de bu filmi izlesin derim, baska bir sey demem. zaten anderson'in konformizm karsiti filminin salladigi elestiri oklari cok daha yukarilari hedeflemektedir.
  • ingilizlerin katı eğitim sistemini sorgulayan, 68 ruhu taşıyan bir lindsay anderson filmi.
  • filmde bulunan siyah beyaz sahnelerin pek bir anlami yokmus. oyle olmasinin sebebi okulun pencerelerinden giren isigin kamera lenslerinde yansima yapmasi ve filme ayrilan butce azaldigi icin labrotuvara pek para kaptirmak istememeleriymis.
  • edit: sözlük standartlarına göre uzunca bir analiz yazısı oldu. üç bin kelimelik bir yazıyı okuma sabrı gösteren olur mu emin değilim.
    yazı; bir kitap, bir klip, iki de filmin belli bir konu bütünlüğü doğrultusunda bir araya gelmesiyle oluştuğu için uzunluk kaçınılmaz oldu.

    sinema hiç bir zaman sadece seyirlik bir obje veya eğlence aracı olarak görülmemiş, bu boyutuna ek olarak ideolojik yönü ve alternatif kültürel temsiller üretme boyutuyla birlikte düşünülmüştür. metin erksan'ın özlü deyişiyle söylersek, "sinema bir kültürdür, bir şenlik değildir!" sinemayı kurulu düzeni tahkim etme aracı olarak da kullanabilirsiniz, toplumsal eleştiri aracı olarak görüp alternatif değer ve kurumları üretme amaçlı da kullanabilirsiniz. bu doğrultuda bilhassa avrupa sinemasında ülkelere özgü ekoller çıkmış ve zamanla tüm dünya sinemalarını etkilemiştir. toplumsal gerçekçi ingiliz sineması, fransız yeni dalgası, italyan yeni gerçekçiliği gibi ekoller 1950'li yıllardan itibaren filizlenerek belli bir "karşı çıkışı mahmuzlamışlar" ve yekpare bir ideolojik yapıya sahip olmasa da ağırlıklı olarak muhafazakâr amaçlara hizmet eden hollywood sinemasını belli bir dönem sarsmışlardır.

    1940'ların sonlarıyla 1960 arasındaki süreçte amerikan sinemasında hakim olan ideolojik atmosferin ağırlıklı olarak muhafazakar olduğu tespitini yapan "politik kamera" adlı eserin sahipleri michael ryan ve douglas kellner; altmışların son yılları itibariyle birçok hollywood filminin yurttaşlık hakları, yoksulluk, feminizm ve militarizm gibi konular etrafında hareketlenen toplumsal akımların etkisinde kaldığını ve bu dönemde hollywood'un yenilenme dönemi yaşadığını belirtirler. 1967 yılından itibaren filmlerde dünyayı yeniden kurgulama, toplumsal gerçeklikleri ortaya koyma, yeni düşünce, eylem ve duygu figürleri sunma, farklı yaşam tarzları geliştirme gibi alternatif temsiller deneniyor. altmışların önemli akımları olan siyahların hakları, vietnam savaşına karşı verilen mücadele, feminizm ve yeni solcu hareketleri ile beyaz orta sınıf gençliğin burjuva değerlerine karşı aldığı toptancı tavır sinemaya, müesses nizam ve değerlerine başkaldırı ve yabancılaşma olarak yansıdı. bu anlamda sinemanın, bulunduğu dönemin ruhunu yansıttığını da söyleyebiliriz. hollywood'un bireyci erkek kahramanı, haklı amerikan savaşı, vahşi kızılderili yerlileri, başarı ve fırsatlar diyarı amerika rüyası gibi yaygınlık kazanmış kalıplarıyla çatışan, yeniden inşa etme amacındaki temsiller, eleştirel bakış getiren yapımlar öne çıkmaya başlamıştır. artık pek çok filmde kurulu düzen, miadını doldurmuş bir dizi muhafazakâr değerden ibaret olarak gösterilirken; polis dosttan çok düşman, ataerkil aile kadını ezen bir kurum, liberal idealler ise beyazların diğer ırklar üzerinde tahakküm kurma aracı olarak tanımlanıyordu. hükümet, ekonomik çevrelerin ve savaş endüstrisinin kuklası, dış politika da yeni bir emperyalizm olarak ifşa ediliyordu. aynı şekilde kapitalizm de özgürlükler ülkesi değil bir köleleştirme biçimi olarak tanımlanıyordu.

    ellili yılların mccarthy tarzı baskı ve dayatmaya dayalı disiplin anlayışı, yirmili ve otuzlu yılların radikal alternatif kültürünü susturmuştu. altmışların sonunda hız kazanan "karşıkültür" hareketi ise, ellili yılların dayattığı disipline sorgusuz sualsiz geri dönüşü ve altmışlı yıllar öncesindeki cinsel ve ahlaksal doğruları yeniden ayağa kaldırma girişimlerini imkânsız kılmıştı. ancak yetmişlerden itibaren sönümlenmeye başlayacak olan karşıkültür, siyah, feminist ve öğrenci hareketleri yerlerini bilhassa seksenlerde zirveye çıkacak olan muhafazakâr damara terk edecek, hollywood'un "karşıdevrim"ine yenik düşeceklerdir.

    “politik kamera” yazarları, altmışların sonunda karşıkültür yaratma girişiminde bulunan filmlerin sadece toplumsal içerikleri açısından değil aynı zamanda hollywood sinemacılığının geleneksel anlatım tarzını ve sinemasal temsil kodlarını da alt üst ettiğini belirtir. bu akıma örnek olarak incelemeye aldıkları filmler the graduate (aşk mevsimi), bonnie ve clyde, midnight cowboy (geceyarısı kovboyu), easy rider gibi filmlerdir. karşıkültür hareketinin ingiltere ayağındaki filmlere ise 68 kuşağının tüm özelliklerini barındıran ıf....'i örnek verebiliriz. eğitim sistemine karşı devrimci bir başkaldırı içeren film, klasik anlatı kalıplarını yıktığı gibi gidişattan memnun bir saflık ve zorlama bir iyimserlik içindeki sinemayı temelinden sarsan bir yapıya sahiptir. kaba dayak ve katı disipline dayalı eğitim anlayışına boyun eğmeye alternatif olarak "kökten bir kod yıkıcılığı" öneren film, pasif durumdaki izleyicinin okulda eziyet gören ana karakterlerle empati ve özdeşim kurmasını sağlayarak onları romantik bir başkaldırıya davet eder. sistemin içinde ezilen çocuğun konumunu etkili şekilde tasvir eder, izleyicide duygu yoğunluğu yaratarak çocuklarla özdeşim kurdurur ve sonrasında çocukların rövanş aşamasında yaptığı kabul edilmesi mümkün olmayan her şeyi meşru gösterir. fakat filmin önerdiği şey, eleştirdiği ve yıkmaya çalıştığı sistemden daha yıkıcı ve alternatif olamayacak boyutta karanlık bir yüze sahiptir. altmışlarda kalıcı etkiler bırakmasına rağmen uzun ömürlü olamayan yapıbozumcu sinema anlayışı politik bir aydınlanma süreci yaşatmış ancak eleştirirken gösterdiği başarıyı alternatif üretirken gösterememiştir. o yüzden de yaratılan korkulu ve kaotik dünya, güven veren geleneksel temsillere ve ataerkil anlayışa dönüşü hatta muhafazakar ideallerin abartılmış versiyonlarına dönüşü kolaylaştırmıştır. ıf...'in detaylarına inersek ne dediğimiz daha net olarak anlaşılacaktır.

    yabancılaşma ve başkaldırı filmlerinin en coşkulu olduğu yıl olan 1968’de lindsay anderson yönetiminde yarı renkli yarı siyah beyaz çekilen” ıf…”, katı disiplinli bir yatılı kolejde geçiyor. ortaçağ kilise okullarını andıran kolej farklı özellikler taşıyor. manastır atmosferi de hissedilen okulda çocuklara aynı zamanda askeri eğitim veriliyor. öğretmenler arasında ve öğretmenler ile idare arasında katı disiplin ve hiyerarşik yapının olduğu okulda, öğrenciler arasında da aynı ast üst ilişkisi göze çarpıyor. en alt sınıftaki öğrenci soru sorduğu son sınıf öğrencisinden “sen benimle konuşamazsın” cevabını alabilirken eşitler arasında da ciddi bir rekabet söz konusu. güçlü olan öğrenciler bu güçlerini zayıf olan çocukları ezmek ve aşağılamak için kullanırken onları da öğretmenler eziyor. askeri disiplin ve düzenin hâkim olduğu okulda saç uzunluğu konusunda sık sık uyarılan öğrencilerden istenen en temel şey sessizlik.

    öğretmenler sınıfta ders veren profesyoneller ve okul sorumlusu denilen yeni mezun olmuş öğretmenler olarak ikiye ayrılıyor. okul sorumluları bir yandan ders almaya devam ederken daha çok çocukların koordinasyonu ile meşgul oluyorlar. tecrübeli öğretmenlerin altında bir statüde olan okul sorumlularının her birinin hizmetini bir öğrenci görüyor ve bu öğrenci okul sorumlusunu her sabah traş etmek ve tuvalete gitmeden önce klozetini ısıtmak da dâhil tüm işlerini görmekle yükümlü. üstlerine sık sık rapor veren okul sorumlusu öğretmenler okulda uygulanan sert disiplinin yeterli olmadığını düşünüyorlar. okulun dışarıdaki imajının düzeltilmesi ve daha fazla itibar kazanması için gözlerine batan serseri ruhlu öğrencilerin budanması gerektiğini üstlerine iletiyorlar. okulun imajı için soğuk duş alma ve kaba dayak gibi onur kırıcı cezalarla çocukları yıldırıyorlar. sınıflarda ders veren öğretmenler ise adeta yarı tanrı rolü oynuyorlar. yüreklerine korku saldıkları öğrencilere böcek gibi davranıyor, boğucu geçen dersleri çocuklara keyfi şiddet uygulayarak kendileri açısından eğlenceli hale getiriyorlar. aralarında tüm iticiliğine ve küstahlığına rağmen, "belki de sizler modaya uyarak bu olayların tüm nedeninin bizler gibi kötü toplumların değil de kötü diktatörlerin işi olduğuna inanıyorsunuzdur. " gibi cümleler kurarak sistem eleştirisi yapabilenleri de bulunuyor.
    bir de tüm öğretmenlerin üstünde olan, yarı komutan yarı bürokrat görünümlü üst yöneticiler var ki bunlar öğrencilerle muhatap dahi olmadıkları gibi öğretmenler nezdinde de büyük bir itibara sahipler. konuşurken insancıl ve iyi niyetli bir üslup kullanan bu yöneticiler okuldaki disiplin ve okulun prestiji için sorumlu öğretmenlerin çocuklara olan açık zulmünü görmezden geliyor, hatta onlara üstü kapalı destek veriyorlar.

    film böyle bir okulda, betimlediğim atmosferde, okulun ilk günü 6. sınıftan lise son sınıfa kadar her boydan ve her kademeden öğrencinin ellerinde tahta valizleriyle yoğun bir karmaşa içerisinde yatakhanelerine ulaşma ve odalarına yerleşme telaşesiyle açılıyor. okula yeni başlayan çocuklar tüm acemilikleriyle ortalıkta kendileriyle ilgilenecek muhatap ararken büyükler rahat şekilde birbirleriyle şakalaşarak, itişip kakışarak biraz da otorite kurma mücadelesi içinde odalarına yerleşiyorlar. yeni gelenler veya eskilerden olup da zayıf olan çocuklar diğerlerinin zorbalığına maruz kalmaktan kaçamıyorlar. zorbaların üçü dördü bir araya gelip zayıf olana karşı cinsel, fiziksel ve duygusal çeşitleriyle şiddetin her türlüsünü uyguluyorlar. çocuğu baş aşağı çevirip kafasını klozete sokmak ve çocuğun bacaklarını kemerle yukarıdan bağlayıp klozetin üstünde sarkıtmak en zevk aldıkları zorbalık olarak öne çıkıyor. yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim. okul sisteminin çözüm üretemediği en önemli sorunlardan biri olan akran zorbalığı çocuğun karakter gelişimini etkileyen ciddi bir problem. çünkü çocuğun karakteri maruz kaldığı zorbalığa verdiği veya veremediği tepki doğrultusunda şekilleniyor. bu çocukların büyük kısmı gördükleri zorbalık sonucunda özgüven ve özdeğer yitimine uğrayıp sinikleşerek pasif bir karaktere bürünürken istisnai bir kısmı zorbalığa cevap üretip güçlü bir karakter geliştirebiliyor.

    filmi öğretmenlerin veya okul sorumlularının gözünden değil de özellikle büyük sınıflardan üç öğrencinin gözünden izliyoruz. bu da öğretmenlere ve idarecilere öfkemizi büyütürken öğrencilere empati yapabilmemizi, bir yerden sonra da onlarla özdeşlik kurmamızı kolaylaştırıyor. liderliğini, a clockwork orange’dan tanıdığımız malcolm mcdowell’ın canlandırdığı travis’’in yaptığı bu üç arkadaş rahat tavırlarıyla dikkat çekmelerine rağmen onların diğer çocuklara karşı herhangi bir zorbalık yaptıklarına şahit olmuyoruz. odalarının duvarlarını che guevara, mao zedong gibi siyasi figürlerin, karizmatik bir siyah savaşçı veya bilge görünümlü bir kızılderili reisi gibi karakterlerin posterleri süslüyor. isyan, direniş, özgürlük temalı konuşmalar yapan travis, "bir kişi doğru yer ve zamanda kullanacağı tek kurşunla dünyayı değiştirebilir." gibi bir anlayışa sahip ve bunu pratiğe dökebilecek bir potansiyel taşıyor. okulun başlama ziline, "hayatın tadını ne zaman çıkaracağız? bilmek istediğim tek şey bu.” gibi tepkiler veren travis, sorumlu öğretmenlerin eziyetlerine karşı son derece dik ve hakkını etkili cümlelerle ama ağzını bozarak arayacak kadar cesur bir karakter yapısı sergiliyor.

    okul çok sert ve abartılı bir disiplinle yönetiliyor olmasına rağmen sorumlular bu üç kafadarın depolarda veya çamaşırhanede sigara ve içki içmelerine mani olamıyor. okul içinde bu gibi disiplinsiz davranışların dışında ciddi bir suç işlediklerini görmediğimiz travis ve arkadaşları okul dışına çıktıklarında kendilerini kısıtlayan katı disiplin ortamından uzaklaşmanın yarattığı özgürlük duygusuyla zincirlerinden boşanmışçasına saldırganlaşabiliyorlar. baskı ve şiddet öncelenerek verilen, sevgi ve sıcaklıktan uzak, katı disipline dayalı eğitimin, onların iyi bir insan olmasını başarmak bir yana yetişkinlerin dünyasına öfkeyle dolmalarına ve fırsat bulduklarında öfkelerini açığa çıkarmaya hazır olmalarına neden olduğunu görüyoruz.

    iki kafadar önce motosiklet çalar ve masmavi gökyüzünün yemyeşil yeryüzüyle buluştuğu doğada özgürce motosiklet sürerler. (doğa metaforu bu tarz filmlerde özgürlüğü simgelediği kadar anne yerine de geçebilmektedir. kısıtlamalarla dolu bir dünyadan sıcak ana kucağına kaçış.) travis ve arkadaşı yol üstünde kahve içmek için girdikleri bir kafeteryada genç ve güzel bir kadın çalışanla karşılaşır. travis, feminist eleştirmenlerin dikizci ve gözetlemeci olduğunu ileri sürdükleri, kadını erkek arzularının nesnesi olarak konumlayan geleneksel sinemanın kodları uyarınca kadına tacizde bulunur ve “erkeğe bağımlı pasif kadın” rolüne itirazı olan “güçlü” kadının okkalı tokatının suratında şaklamasıyla şok olur. aslında travis’in şahsında tokatı, erkek izleyiciyi bakışın öznesi olarak konumlayan, kadını ise “öteki” veya “nesne” olarak resimleyen ataerkil sinema endüstrisi yemiştir. tokat sonrası kadının kaplan gibi travis ile pençeleşme oyunu oynamaları o andan itibaren kadının filmde erkeğin eşiti olarak ilan edildiğini ifade eder. film kadına yaklaşım biçimiyle altmışlı yılların önemli akımlarından olan feminist harekete selam çakmayı ihmal etmemiştir. film o dönemin başkaldırı hareketlerinde yer alan hiçbir akımı ihmal etmiyor aslında. travis ve arkadaşları üzerinden öğrenci hareketlerine, kafeteryadaki kız üzerinden feminist akıma, sık sık gösterilen karizmatik siyâhi savaşçı posteri üzerinden siyahların yurttaşlık hakları kavgasına ve küçük sınıflardan bir öğrencinin büyük sınıflardan birine aşkı üzerinden o yıllarda henüz ürkek olan eşcinsel dalgaya göndermeler yapılıyor.

    tekrar hikâyeye dönelim. okul dışında çılgınlık yapsalar da okulda herhangi ciddi bir suç işlemeyen üçlü kahramanımız, kötü kavramını temsil eden dört kişilik sorumlu öğretmen çetesinin radarına yakalanmaktan kurtulamazlar. okulun itibarı için travis ve arkadaşlarının harcanmaları gerektiğine hükmeden bu çete, kahramanlarımıza ciddi bir ceza keser. belirtilen suçları ise; ciddi olmamak, elleri ceplerinde dolaşmak, dik dik bakmak, davranışlarında gevşeklik ve aykırılıktır. bu sayılan “suç”ları “okulun maneviyatına zarar vermek” başlığında bir araya getirip, lise son sınıfa gelmiş belli bir yaştaki gençlere tüm okulun duyabileceği bir ortamda falaka benzeri aşağılayıcı bir dayak atarlar. özellikle boyun eğmediği için travis’e birkaç kat fazla atılan onur kırıcı dayaktan sonra dayak yiyen öğrencilerden “elinize sağlık” diyerek hocaların ellerini sıkmaları istenir.

    mick travis, aldığı ceza ve gördüğü aşağılayıcı şiddet üzerine odasında yalnız iken oyuncak tabanca ile duvardaki birtakım fotoğraflara dart oku atar. uzunca sahne boyunca ok attığı fotoğrafların her biri sembolik bir anlama sahiptir. ok attığı ilk fotoğraf polise karşı direnen işçileri gösteren bir posterin üzerine yapıştırılmış çıplak bir kadın fotoğrafıdır, ki büyük bir hınç ifadesiyle attığı ok, kadının şahsında onu kitleler için meta olarak kullanan, nesneleştiren vahşi kapitalizme atılmış gibidir. hedef olan diğer bir fotoğraftaki kadın ve erkek, romantik komedi filmleriyle hollywood’un muhafazakar değer ve ideallerini temsil eden sinema oyuncularıdır. burunlarından vurur onları. ok atılan başka bir hedef, polisin eylemcileri jopladığını gösteren bir posterin üzerine yapıştırılmış, “mışıl mışıl uyayan” huzurlu bir aile fotoğrafındaki baba figürüdür. başka bir hedef, ellerini kaldırmış halde teslim olan yılgın bir adamdır, ki bu fotoğraf birleşmiş milletler toplantısını gösteren posterin üzerine yapıştırılmıştır. bir diğeri ingiltere’nin simgesel yapılarından biri olan big ben saat kulesidir. kulenin şahsında tüm müesses nizama oku yapıştırır öfkeli travis. hedeflerden bir başkası, açlıktan kemikleri sayılan bir çocuk ve yaralı bir adamın fotoğrafı üzerine yapıştırılmış iki, dolu şarap kadehidir. son hedef ise fötr şapkalı takım elbiseli, baston niyetine şemsiye taşıyan genç erkeklerin at yerine koşuldukları izlenimi verilmiş, kraliçenin faytonudur. travis, okula karşı savaşını başlatmadan önce attığı tüylü oklarla sistemin temsilcileri ile değer ve ideallerini böylece birer birer hedef alır.

    travis için yediği dayaktan sonra artık bardak taşmıştır. kafasındaki planı hayata geçirmenin zamanı gelmiştir. ahitleştiği arkadaşları ve kafeteryada tanıştıkları kızla birlikte okulun cephaneliğini soyar ve büyük bir törenin olduğu gün okulun çatılarına mevzilenirler. savaşmak, direnmek ve özgürleşmek istemektedirler ve ötesini düşünmemektedirler. bombalar, makineli tüfekler ve çeşitli silahlar kullanarak hedef ayırt etmeksizin ateş ederler. sıktıkları her kurşun ve attıkları her bombada sisteme olan öfkelerini kusan gençlerin yüzünde, uğrunda bedel ödemeyi göze aldıkları hedefler için harekete geçmiş olmanın gururlu ifadesi okunmaktadır. mükemmel olan sistemlerine başkaldırılmış olmasının şaşkınlığını yaşayan ancak tüm özgüveniyle öne çıkan okulun en üst yöneticisi, sakinleştirmek istediği çocuklara “çocuklar ben sizi anlıyorum. mantığınıza kulak verip bana güvenin!” dediği anda alnının ortasına kurşunu yer ve büyüyen gözlerine yansıyan hayret ve dehşet ifadeleriyle ağır çekimde yere yığılır. (“kirli harry” benzeri hollywood karşıdevriminin meşhur filmlerinde erkekliği sembolize eden uzun namlulu tabancayı ateşleyerek yöneticinin beynini dağıtan parmakların kafeteryadaki kıza ait olması, filmin feminist akıma yaptığı ikinci gönderme olması açısından manidardır.)

    filmin, yöneticinin ağır çekimde yere düşmesi ve iki tarafın birbirine var güçleriyle mermi yağdırdığı bir kaotik ortamda son bulması, herhangi bir olumlu neticeye bağlanmamış olması altmışların direniş filmlerinin en büyük açmazına işaret ediyor. bu filmler sistem için hayati önem taşıyan kültürel temsilleri o dönemde yerle bir ederek belli bir zihinsel dönüşüme zemin hazırlasalar da mevcut sisteme alternatif olabilecek bir karşıkültür yaratmada pek başarılı olamamıştır. yapısökümde başarılı olsa da inşa etmede aynı başarıyı gösteremeyen başkaldırı filmleri geniş halk kitlelerinin benimseyebileceği mutedil bir yeni yaşam tarzı önerememiştir. dolayısıyla da sınırsız cinsel özgürlük, uyuşturucu bağımlılığı, kör şiddet ve anarşizmin ötesine geçemeyen radikal hareketler yetmişli yılların ortalarından itibaren gücünü kaybetmiş ve yerini de kitlesini de gelenekçi düzenin “güven telkin eden” temsillerine terk etmiş, o süreçte savunmada kalmış olan muhafazakâr filmlerin yolundan çekilmiştir.

    sekans çözümlemesine imkân veren filmin dikkat çektiği hususlardan biri de okulda şiddet olgusudur. sonraki yıllarda da onlarca filme konu olan okulda şiddet olgusunu ilk işleyen film, incelediğimiz filme de esin kaynağı olan 1933 fransa yapımı, zéro de conduite* isimli, türkçeye “hal ve gidiş sıfır” olarak çevrilen kısa film olsa gerek. hapishane koşullarından farklı olmayan bir yatılı okulda geçen bu filmde de askeri bir düzen ve disiplin hâkimdir. öğretmenler, bilhassa da idareciler aynı şekilde yarı tanrı konumundadır. katı hiyerarşiyle sınırları çizilmiş olan öğretmen öğrenci ilişkisi soğuk, mesafeli ve cezaya dayalıdır. çocuklarla eğitimcilerin çok farklı dünyalarda yaşadığı okulda çocuklar, ıf… filmindeki şiddet düzeyinde olmasa da planlı şekilde isyan ederek okulu ele geçirme girişiminde bulunurlar. otuzlu yıllarda etkili olan sol akımın ürettiği filmde, isyanın manifesto metnini yazan çocuğun “savaş ilan edildi! kahrolsun öğretmenler ve cezaları, yaşasın başkaldırı! ya özgürlük ya ölüm! bayrağımızı okul çatısında dalgalandırın!” sözleri içerik olarak oldukça cüretkâr olsa da isyanda kullanılan silahlar çatı katına yığılmış öteberi ve paçavralardan ibaret kalacaktır. buradan, if… filmindeki şiddetin dozunun altmışların öfke boyutuna bağlı olarak oldukça yüksek tutulduğu sonucu çıkarılabilir.

    otuzların sol ruhu altmışlarda yeniden uyanmış, liberal ve radikal unsurlarla birlikte ürettiği pek çok ürünle belli düzeyde bir dönüşüme öncülük ettikten sonra sert bir şekilde ivme kaybederek etkisini kaybetmiştir. ancak bu alternatif arayışların tamamen sona erdiği anlamına gelmiyor. mesela dünyaca ünlü rock grubu pink floyd’un 1979 yılı sonlarında çıkardıkları the wall albümündeki another brick ın the wall adlı şarkıya yaptıkları müthiş klip, modern okul sistemine cepheden saldırı içerir. “eğitime ihtiyacımız yok. fikirlerimizin denetlenmesine ihtiyacımız yok. sınıflarda aşağılanmaya son! öğretmenler, rahat bırakın çocukları! hey öğretmen, çocukları rahat bırak! sonuçta sadece duvardaki başka bir tuğlasın sen.” gibi sözlere paralel çarpıcılıktaki klibiyle eğitim sistemine dair sayfalar dolusu kitapla yapılabilecek eleştiriyi dört buçuk dakikada yapabilmişlerdir. klibin sonunda duvardaki kişiliksiz, ruhsuz tuğlalardan biri haline getirilmek istenen, fabrikasyon bir düzenek içinde tek tip örnekler haline sokulmak istenen çocuklar toplu şekilde isyan ederler ve önce kırıp döküp yerle bir ettikleri okulu en sonunda ateşe verip yakarlar. içeriğindeki şiddet dozajı ve yıkıcı eleştirel yaklaşımı itibariyle otuzlu, altmışlı ve seksenli yıllarda benzer ürünler ortaya konulabilmiştir. günümüzde de üretilmeye devam ediliyor olsa da altmışlı yıllardaki gibi kurulu düzeni zora sokacak, paradigma değişimine zorlayacak bir güce hiçbir zaman ulaşamamıştır.

    değerlendirdiğim yapımlardaki ideolojik ve politik okumaları bir yana bırakarak, modern okul sisteminin ürettiği şiddete dönecek olursak;

    filmlerdeki okullar, fazlalıkları törpüleyerek tek tipleşmiş bireyler üretmek isteyen, travis ve arkadaşları gibi ayrıksı özeliklere sahip olanların budandığı, kelimenin gerçek anlamıyla öğretmenlerin gardiyan görevi gördüğü yarı açık bir cezaevi olarak tasarlanmış. abartılı disiplin ve baskı anlayışıyla maruf bu tip yatılı okullar kadar olmasa da modern okul sistemi aynı mantık üzere kurgulanmıştır ve tüm dünyada son 150 yıldır uygulanan küresel bir sistemdir. dolayısıyla ürettiği ve neden olduğu sorunlar da aynı şekilde küreseldir. okul katliamları akşam haberlerinin vaka-ı âdiyeden haberleri haline gelen abd başta olmak üzere pek çok ülkede normalleşmiş durumda iken son yıllarda ülkemizde de sık sık okul cinayetleri yaşanmaya başlandı. öğrencisi tarafından sınıfta kurşunlanan öğretmen, pompalı tüfekle makamında öldürülen okul müdürleri, sırtından bıçaklanan öğretmen, kurşun yağmuruna tutulan müdür yardımcısı haberleri ürkütücü boyuta ulaşmış durumda. küresel bir sistemin yerli şubesini açıp olumsuz sonuçlarından muaf olmayı talep edemezsiniz. küresel bir soruna yerel çözümler de üretemezsiniz.

    okulların havasız koridorlarında yaşama sevinci köreltilen, öğrenme şevki öldürülen çocukların not eksenli, sınav kazanma ve başarı odaklı sistemde hayal gücü törpüleniyor. zorunlu eğitim ve okul bir yandan çocukluk sürecini yapay şekilde uzatarak yetişkinlik dönemini ötelerken diğer yandan da çocukların çocukluk dönemini kabusa çeviren bir misyon görüyor. eğitim sisteminin; insanla, toplumla, doğayla barışık, özgüvenli, değer üreten, düşünen, eleştiren, sorgulayan şahsiyetler yetiştirmesi beklenir. eğer kurduğunuz zorunlu sistem on dördünde, on altısında soğukkanlılıkla cinayet işleyebilen katiller üretiyorsa, o sistemi ve verdiği zararları durup düşünmek ve sorgulamak zorundasınız. sorun sadece ne öğretmende ne sınav sisteminde ne de öğretim tekniklerinde. sorun modern ve zorunlu eğitim sisteminin özünde, ideolojik-politik bir aygıt olarak konumlanışında ve yasal-yapısal dayanaklarında. sorunlar birilerinin kişisel-ahlaki zaaflarının ötesinde sistemik bir hüviyet taşıyor. burada sistemin, yapılanmanın, zaman ve mekân tasarımının, ilişki biçiminin gerilim üreten, çatışma ve saldırganlık büyüten bir nitelik arz ettiğini görebilmeliyiz. artık, modern dünyanın vazgeçilmezi olarak hayatımızı şekillendiren zorunlu eğitimin ontolojik olarak tartışılması elzemdir. mevcut eğitim paradigması, planlaması ve pratiği tartışılmalıdır. sistem içindeki öğretmenin ve öğrencinin konumu sorgulanmalıdır. düzeltmekten çok değiştirmek zorunda olunan bir eğitim sistemi, bir okul modeli ile karşı karşıya olunduğunun artık fark edilmesi gerekiyor.
  • 70 lerin iyi topluluklarından bread'in süper şarkısı.
  • başrollerinde malcolm mcdowell (mick travis), david wood (johnny), richard warwick (wallace) ve christine noonan'ın (the girl) oynadığı, yönetmenliğini lindsay anderson'ın yaptığı eğitim karşıtı film.

    iki ayrı sahnede geçen şu cümleler filmin kritik cümlelerindendir:

    those who are given most also have most to give. (kendilerine en fazla verilenler en fazlasını vermelidirler.) bu bakımdan film alınan eğitimin sonuçlarını gösteriyor.

    there's only one thing you can do with a girl like this. walk naked into the sea together as the sun sets. make love once... then die. (bunun gibi bir kızla yapabileceğin tek şey vardır. günbatımında birlikte denize çıplak girmek. bir defa sevişmek... sonra ölmek.) burada mick bir kadın resmine bakmaktadır sonra resmi öper, her ergenin yaşamının bir anında sarfettiği sözcüklerdir bunlar, bu ergen sohbetinin evrenselliğine işaret etmektedir. ölme kısmı biraz daha dramatize ediyor sanki.

    bazı yerlerde simgeler sıradan, bazı oyunculuklar vasat olsa da 5 yıl aradan sonra tekrar izlenebilecek bir filmdir. son olarak, kameramanı görmek isteyenler olursa ayakkabı dükkanının önünden geçen otobüsün camına baksın.
  • ingiliz eğitim sistemini yargılayan bi film. 1968 mayıs olayları nedeniyle yapılamayan cannes film festivali 1969 da altın palmiyeyi if.... e vermiştir.
  • bu filmde bir çocuk var. bir teneffüs daha yaşayıp tabiattan tahtaya kalkan bir çocuk. peki o kurşunlar nereye atılıyor? en arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine. çünkü bu film olanları değil, eğerleri anlatıyor; dört nokta eşliğinde.
  • temelde yatakhane hiyeraşisi ve eğitim sistemi, daha geniş çerçevede ise baskı ve katı kurallar üzerine, başrolünde otomatik portakaldaki başrol kişisinin (bkz: malcolm mcdowell) oynadığı bir lindsay anderson filmi. rahatsız edici,sinir bozucu bir film. liseyi yatılı okuduysanız, özellikle yatılılık geleneği oluşmuş eski bir okulda yatılı okuduysanız izlediğiniz takdirde siniriniz bir kat daha bozulabilir. siyah beyaz-renkli sahne geçişleri oldukça güzel. yamulmuyorsam free cinema akımının güzel bir örneği.

    les quatre cents coups ile paralellikler taşıyor,ama olay örgüsü ve anlatımı bakımından daha "ağır" bir film.ağırdan kastım yönetmenin daha dramatik ve acımasız bir üslubu seçmiş olması. ayrıca olayı bir durum anlatısından ileri taşıyıp filmi ilmek ilmek örerek hazırladığı, bir nevi üzerine inşa ettiği final ile bir tavrı da işaret etmesi. filmin adı da buram buram aynı tavrı işaret etmekte kanımca.
hesabın var mı? giriş yap