• yönetmenliğini ceylan beyoğlu'nun yaptığı,
    bir annenin kaybolan oğlunu arayışını anlatan ve cumartesi annelerine dayanan kısa film. animasyon türünde olup katıldığı bazı festivallerden ödülle dönen etkileyici bir kısa film.
  • ince uzun sulandirilmi$ celikten (ne demek lan bu?) yapilmi$ ucu sivri metal.. acitir kanatir.. sinekleri sabitlemeye yarar..
  • durduk yere adamın ağzına sıçan nesneler diye bir şey var mı? bence olmalı.

    dün çantamı bozuk para bulmak için kurcalarken elime bir tane iğne geldi, "bu nereden girmiş buraya ya" dedim. aradan bir gün geçti, eve girince hatırladım. dokuz ay kadar önce intihar eden bir arkadaşımın cenazesine gittiğimde* yakama fotoğrafını takmak için almıştım, çantada kalmış.

    iğne, tek bir iğne; bir insandan geriye kalan sadece bir iğne. öyle işte.
  • yolculukta idim, bana bir iğne lazım dedim.iğne elime geçince, buna bir mahfaza lazım dedim, bir mahfaza edindim.sonra, bunu elimde tutamam, bir heybe lazım dedim.heybem olunca bunu taşımak yol boyunca ağır gelir bana dedim, bir arkadaş edindim.böyle böyle sebepler ve vasıtalar çoğaldı...çoğaldı...dünya ile bağlarım, bir iğneyle başladı.
  • fobisi olan insanlar tarafından görününce bile katlanılamayan, bir de iğne olunacaksa bayılmaya sebep olan şey
  • kalcadaki en kalın kasa enjekte edilen ilacın halk dilindeki adıdır.
    - sus bakiiim seni igneciye veririm tarzında cocuk korkutmaya da yarar. ayrıca kabız hemsirelerin eline gectiginde cok buyuk bır guc olarak da kullanılabilir.
  • dikiş kutusu sakini iken pek bi efendi ve gerekli olan metal formu ; fakat hastane , eczane vs gibi ortamlarda enjektör ve enjeksiyon kelimelerinin yerine kullanılan bir kelime olup çocukların ve büyüklerin korkulu rüyasıdır.garip olan şey ise çocukların iğneden önce ağlayıp , iğneyi kalçadan yedikten sonra susmasıdır.
  • tıbbi alanda kullanılıyorsa, içinden ilaç yada serum gibi sıvılar geçebildiği gibi karboksiterapide co2 gazı enjeksiyonunda da kullanılır. içinde kanal olmayanlarına akupunktur iğnesi denir.birde emg ve elektrolipolizde kullanılan kanalsız çeşitleri mevcuttur.
  • bugün itibariyle gördüm ki, ense köküne yenenin acısı bir başkaymış. acıyı dindirmenin acısız bir yolu olsa ya keşke.
  • komik ve iğneli bir hikaye.

    "fen biraz daha terakki etmiş olsa, insanı şöyle bir iğnede semalara uçurup evinin damına bırakıverse, basıp gidecekti. evin damına insem ne yapardım? diye düşündü. bacadan içeriye ip mi sarkıtmalı inmek için? yoksam damdan bağırıp çağırmalı mı? bağırıp çağırmak ayıp olur. ne diye hem çocuklan uyandırmak. ama bu saatte onlar radyonun başındadırlar. bu saatte kim, hangi hanende veryansın ederdi?

    neye evin damına iniyordu sanki? düşüncesizlik, düpedüz enayilik! oraya kadar fen sayesinde kaba etine vurulmuş bir iğne ile geldiğine göre bahçeye, hatta evin kapısına da inebilirdi. iğne fazla gelmiş olursa kasabanın üzerine şöyle bir dolanırdı. değil mi canım?

    evdekiler ne şaşıracaklardı... karısı saf saf, cahil cahil:

    — rıza efendi, diyecekti, nasıl oldu bu iş hele?

    — eczahaneye vardım. vir bana şu seyahat iğnelerinden eczacı bey, dedim. olmaz, dedi, doktor laporu lazım. itme, eyleme, yapma, bize de mi eczacıbaşı, dedim. nasıl olsa doktordan alırım almasına ya, neden para verelim değil mi ya? veremem efendi, veremem, dedi eczacı, ya kalbin varsa? ya tansiyonun yüksekse? ya ganserli isen? ya ciğerlerinde gapanmamış yaran varsa?.. içimden ağzını yel alsın herif, dedim. dıştan vallahi bir şeyciğim yok eczacıbaşı, dedim, billahi bir şeyim yok. turp gibiyim. ne pansiyonum var ne basurum. bu vakit ben doktoru nirede bulayım? vereyim sana bir doktor parası vir şu iğnelerden bana. gülümsedi. düşündü taşındı, gene güldü. fen ne gadar ilerlerse ilerlesin insanoğlu bu zamanda galıyor, karı. razılık getirdi. tosla bakalım, dedi, evvel emirde vizita parasını, yirmi beş papeldir. fenlen beraber doktor vizitaları da ilerliyormuş istanbul vilâyetinde garı...

    rıza efendi silkindi. amma da yapıyordu ha! evinde iken kafası hiç böyle olmaza işlemezdi. ama neden olmasındı? fen sayesinde şu hayal ettiklerim pekâlâ mümkündür ama, dedi kendi kendine, biz gene de bırakalım bu bahsi. ne de olsa hayal. şimdilik, halihazırda hayal!

    kıraathanenin kapısından giren gazeteci "mareşal tito'yu londra'da vurdular!" diye haykırdı. vir bakalım şu gazeteyi, dedi. on kuruşu verdi. gazeteci beş kuruş geri verince sevinir gibi yaptı. ucuzmuş bu gazete be, dedi, bizim taraflara gelmez bu gazeteler... hep on beşliklerini gönderirler. bak şu istanbullulara hele... kendileri beş kuruşa gazete okur, bize on beşe okuturlar.

    soğan... kaç bin kilo soğanı vardı? patates, sarımsağı, yulafı, arpası, mısırı?... onar kuruş üste koy... bir hesapladı. bir patlak verseydi harp... milyonerdi. rıza efendi'nin gayesi buydu. babası hafız saim efendi'den bir ev bir dükkân, bir tarla kalmıştı. eve, dükkâna kendi yerleşmişti. tarlayı ortaklama yarıcıya vermişti. alır satar, geçinir giderdi.

    üç yüz dönüm tarla su kenarında idi. su kenarındaki tarlada mısırlar alimallah göğe tırmanırdı. mısırlığın içinde gezinirken insanın püskül kokusundan başı dönerdi. mısır tarlasında ay ışığını hatırladı. ne ay ışığıydı o! kaç para ederdi denizde mehtap! hani bir mehtaplı akşam mısırlığın içine kandırıp götürdüğü, nasıl olmuştu o gün. akşam güneşi mısırların içine batmıştı lök gibi.

    bir karpuz kesip yemişti. tarlanın kenarından geçerken çingene kızının şalvarını görmüştü.

    sonra günün birinde çingene uğurlu gelmiş olacak ki şeker fabrikası için dönümüne bin lira ödemişlerdi tarlanın. üç yüz dönümü üç yüz bin lira. deli olacaktı. o akşam da böyle abuk sabuk hülya kurmuştu. karı karı üstüne almıştı yatağa yatar yatmaz. bir boşnak kızı sarı saçlı, mavi gözlü; bir serezli çingene esmer, baygın bakışlı, yonca kokulu... bir çerkes ince belli. bir gürcü çekik badem gözlü, cumudiye tenli... bir, bir araba almıştı yağız atlı bir araba. yaylada bir ev yaptırmıştı. şeftali ağaçları dikmişti şeftali.

    ama rahat edememişti. beş yüz bine çıkarmak için anasından emdiği burnundan gelmişti. eskisinden daha cimri olmuştu. şimdi de milyonu bir doğrultabilseydi milyonu. ne kelime idi bu be, ne kelime? mi...li...yon!..

    çabuk söylendiğine ne bakarsın milyonun. çocuk ağzı olduğuna ne aldanırsın hemşerim. anasının gözüdür milyon... "milyon er": milyonun erkeği, milyonun adamı. tam o sıralarda piyangodan da 60.000 lira çıkmamış mıydı. soyadını da değiştirebilseydi. şu babası da ne soyadı bulmuştu ya. "karagözoğlu". üç yüz lira harcadı. ismini rıza milyon-er koydu. "rıza milyoner": dükkânın kapısına levhayı astı ama yap hesabını sen milyoner değilsin derseler diye yüreği titrerdi.

    bir harp çıksa iş tamamdı. o zaman gösterecekti, onu sarakaya alanlara. kilo başına on kuruş bile çoktu. sekiz kuruşla iş tamamdı. milyonerdi.

    tito'nun resmine baktı. ulan olur mu olurdu. doğru ise şu havadis harp çıkardı. ilk cihan harbi de avusturya veliahdının öldürülmesinden patlamamış mıydı? hep sırbiyadan patlak vermiyor muydu?

    bir ses: oğlunu askere alırlar. bir başkası: şimdiki zamanda bir bomba ne milyon bırakır, ne er, ne ev, ne yaylada köşk rıza efendi! rıza efendi diye kulağına haykırdı.

    yerini değiştirdi. pencerenin önüne gidip oturdu. tramvayları seyretti. bomboş geçen bir tramvaya atlasa, beyoğlu'na çıksa, dolaşsa hiç de fena olmayacaktı. gideyim mi, gitmeyeyim mi bir karar veremeden patatese kilo başına beş kuruş daha bindirdi. kafasındaki harp ihtimali ile beraber şuna buna yaptığı zamlarla çifte milyoner oldu. harp çıksın mı çıkmasın mı?... çıkarsa milyoner olacaktı ama ya erkek evlât? tıpkı kendisine benzeyen kara yağız erkek evlat elden gitmiş, yayladaki aşı boyalı ev gitmese bile kazadaki hela kokulu, sac sobalı, haklı sedirli, bahçesi erik ağaçlı, asmalı ev yıkılmış, karı nalları dikmiş... milyon damada kaldıktan sonra paranın kıymeti yoktu. hiçbir şeyin kıymeti yoktu. birdenbire bütün ömrünü boşu boşuna harcadığını sandı. itibarının paraya, refahının paraya, selametin paraya, radyonun paraya, yayladaki evin paraya dayandığını anlayıverdi.

    kıymeti yoktu. hiçbir şeyin kıymeti yoktu. kendi kıymeti bile yoktu. iş miydi sanki alıp satmak? iş miydi sanki malı bekletmek? iş miydi sanki vaktiyle üç yüz kuruş getirmeyen, ikide bir su basan tarlayı üç yüz bine okutup sokakta, mahallede birdenbire selamın, sabahın, saygının, itibarın değişivermesi? bütün bunlar iş miydi be?! birdenbire içini bir fenalık bastı. sokağa gene daldı.

    işti ya!... işti ya!... herkes yapabiliyor muydu? hani talihi de yabana atmamalıydı. allah insanla bir olmalıydı. ama allah da ne demeye seçer seçer de onun gibisini seçerdi, talihli diye?... o da bilinmez. hikmetinden sual olunmaz. akıl ermez buna. günaha girer adam. günaha girmemek için fazla düşünmemeli. hikmetinden sual olunmaz demeli!... dini bütün olmalı. dindar olan derin düşünmemeli, şüphe etmemeli!... bu böyledir, böyle yazılmıştır levhi hikmette demeli. bu hikmetin sualini sormamalı. soranlar günaha girsin sorsunlar isterlerse... hiç olmazsa onun gibi talihliler sormamak! "

    sait faik'in rıza milyon-er adlı hikayesinden uzunca bir bölüm.
hesabın var mı? giriş yap