• (bazı eski entrylerimi canlandırmaya niyetlendim, üzerinde ufak değişiklikler yaparak devam etme opsiyonunu da açık tutmayı düşünüyorum, hayırlısı)

    imanın katı, militan bir akılcılık ile ilişkisinin ve bu ilişkiden çıkacak meyvelerin gayrimeşru olacağına şüphe yok. fakat, imanı akıldan ve mantıktan tamamen azade belleyip belletmek, ayrıca bir iman gerektiriyor, imanı iman üzerinde temellendirmek de, ancak bir iman çerçevesinde anlamlandırılabilir. and the iman goes to ad infinitum.

    keskin, katı, militan akılcılığa, yani tanrı'ya imanın baştan sona rasyonel olarak temellendirilmesi ve delille meşruiyet kazandırılması gerektiği iddiasına, katı imancılık cephesinden yöneltilen en temel eleştiri, böyle bir tutumun aklı ve mantığı tanrı'nın üstüne çıkarmasıdır. buna göre, böyle bir arayış içinde olanlar, aklı tanrı'dan ve tanrı'nın sözünden üstün tutmaktadır, tanrı'yı akıl ile tartmaktadır, böyle bir iman olamaz, bu zındıklar tanrı'ya değil, akla ve mantığa tapmaktadır.

    katı akılcılığın karşı kutbunu ise, katı imancılık oluşturuyor. yanisi ''akıl dediğin nedir gülüm, ben senin için saçmalığı seçtim.'' bu noktada, tertullian ve kierkegaard sularına dalıyoruz.

    katı, militan imancılığın doruğu, tertullian'ın meşhur sözünde ifade bulur: ''credo quia absurdum.'' yani, ''inanıyorum, çünkü saçma.'' bu söz üzerine, bir kısım mümin galeyana gelmiş, inanca saçmalık dediği için, tertullian'ı roma ceza kanununun 216. ve 273. maddelerine istinaden dini değerleri alenen aşağılamaktan, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten mahkemeye vermiş, yüce roma adaleti gereğini yaparak tertullian'ı 15 ay ağırlaştırılmış çarmıh cezasına çarptırmış, fakat çarmıha gerilme cezasının ikinci ayında tertullian'dan hiç ses gelmemesi ve en ufak hareket etmemesi nedeniyle ıslah olduğuna kanaat getirilerek cezasının geri kalanı para cezasına çevrilip ertelenmiş, akıllı uslu durması ve bir daha yapmaması kaydiyle tahliye edilmiştir.

    neyse saçmalamayalım, inanan çıkar. devam edelim. bu pozisyon, imanın değerlendirilmesi hususunda, akla ve mantığa siktir çeker. tanrı, hiçbir kanıt ve delil arayışına girmeden kabul edilmelidir, ve hatta, tanrı'ya inanmak için kanıt aramak, aklı ve mantığı tatmin edici bir delil sormak, imanı zayıflatır, iman olmaktan çıkarır. binaenaleyh, böyle bir imancılık, akıl ile temellendirilen bir iman arayışını aşağılamayı, küçümsemeyi de beraberinde getirir. iman, aklen muhal olana, imkansız olana, paradoksal olana imandır. yani tertullian, "saçma olmasına rağmen inanıyorum" dememektedir, bilakis, "saçma olduğu için inanıyorum" demektedir.

    militan imancılığın kitabını yazan, en iddialı savunusunu yapan kierkegaard'a göre, iman etmek, tek kelimeyle risk almaktır. belirsizliğe kucak açmak, sorgusuz sualsiz bağlanmaktır. imanı iman yapan budur. iman, ibrahim'in hiçbir akli ve vicdani sorgulamaya girmeden, kendi evladını kurban etmeyi göze almasıdır.

    böyle bir iman tasavvuru, ilk bakışta çok karizmatiktir, fakat böyle bir imanın, ''akla'' getirdiği ilk, ve tüm bu katı imancılığın altını oymaya yetecek kudrette olan soru, neye inanacağımızı nasıl belirleyeceğimizdir. ''saçma'' olduğu için, yani akıl almadığı, aklın ötesinde olduğu için inanıyorsun, amenna, fakat hangi saçmalığa inanacağını nasıl belirliyorsun? niye milyonlarca saçmalık arasından birine iman ediyorsun? niçin binlerce tanrı arasından yalnızca birini seçip diğerlerini reddediyorsun?

    saçma olan her şeye inanmadığına göre, saçmalıklar arasında illa ki bir hiyerarşi gözetiyorsun, peki neye göre, hangi kıstasla, hangi araçla yapıyorsun bu düzenlemeyi?

    mümin bir ailede doğan ve çocukluğundan itibaren kendisine aşılanan inancı benimseyen bir kişi, böyle bir objektif arayış içine girmeyebilir, fakat halihazırda dinsiz olan birinin, şu veya bu inancı seçmesini sağlayacak olan şey nedir? bu kişiyi kendi inancına çekmek için ne yapabilirsin, nasıl ikna edebilirsin, tabi eğer böyle bir derdin varsa?

    bu soruya verilen cevaplar, dini deneyimin özgüllüğünden ileri gidemiyor pek. kierkegaard için de bunun pek bir önemi yok gibi, onun için iman, bir nevi tutkudur, risk almaktır, imanın fazileti de buradan ileri gelir, delilsiz bir şekilde risk almaktan ileri gelir. insan imana delil arayıp imanı ve kendisini küçültmemeli, hakikati akılda değil imanın bizzat kendisinde aramalıdır. imansız halden imana geçiş de, akli bir geçiş değildir, bir kopuş, bir sıçramadır, belki de bir fırlatılmadır. velhasıl, kierkegaard çok farklı bir kafadadır, felsefe tarihindeki en ilginç simalardan biridir.

    şu var ki, inancını akılla sınamayı reddeden kişi, kimseye tebliğ yapamaz, kimseyi ikna etmeye girişemez, böyle bir mümine yakışan, sadece ve sadece, sessizliktir, ve hiçbir inancı da, aşağılamamaktır. allah'a imanını rasyonaliteden münezzeh kılan kişinin, ineğe veya ateşe veya hamamböceğine veya çamurdan yapılan putlara veya uçan spagetti canavarına veya kutsal demliğe tapanlara, binbir çeşit ufo tarikatına, kuantum düşünce gücü, kozmik bilinç seviyeleri, enerji boyutları, andromeda güvenlik konseyi tarafından bildirilen galaktik manifestolar, alfa omega dalgaları ve daha binbir çeşit saçmalıkla bezenmiş çeşit çeşit new age dinlerine karşı en ufak bir söz söylemeye, aşağılamaya hakkı yoktur. cahiliye devrinde putperestlerin helvadan yapılan putlara taptıklarını, daha sonra acıktıkları vakit daha demin taptıkları putları pişirip yediklerini anlatarak gülmeye de hakkı yoktur.

    şurası açıktır ki, ibrahimi dinler açısından, katı imancılık da, katı akılcılık kadar tehlikelidir, teizmin altını oymaya meyyaldir. inancın akılla en ufak bir alakası olmadığını savunan, inancının akıl ile sınanmasını reddeden müminin hiç kimseye tebliğ yapmaya, kendi inancını yaymak için başkalarını ikna etme arayışına girmeye, başka inançların kusurlarını ve tutarsızlıklarını arayıp sergilemeye hakkı yoktur, daha doğrusu imkanı yoktur. böyle bir pozisyon üzerine de, hiçbir din inşa edilemez. eğer muhammed böyle bir imanı benimseseydi, islam tek kişi ile başlar, tek kişi ile biterdi.

    hiçbir inanç sistemi, kendi meşruiyetini kendisi yaratamaz, kendi kendisini doğrulayamaz. ''allah vardır çünkü kuran öyle söylüyor, kuran yalan olamaz çünkü allah sözüdür.'' şeklinde temellendirilen bir inanç, sonsuza kadar kendine referans veren bir kısırdöngüden ibarettir. böyle bir döngü üzerine makuliyet tesis edilemeyeceğine göre, din ister istemez, mutlaka ama mutlaka, objektif ve harici bir kaynağa, yani akla hitap etmek, dayanmak zorundadır. allah'ın var olduğuna dair, kuran'dan ve muhammed'den başka bir kaynağa daha ihtiyaç vardır. o da, elbette, insan aklı ve mantığıdır. tam olarak bu yüzden, akıl baliğ olmayan çocuklar ve deliler dinden muaftır.

    fakat katı bir akılcılık da dine müsait değildir, yani din, aklın tek kaynak ve referans olmasına da müsaade edemez, bir noktada akla ''dur'' demek zorundadır. tüm teologlar, bir noktada aklın sınırlarına ulaşıldığını iddia eder. ''aklın sınırlarına geldik, yolun bundan sonrasına katırlarla devam edeceğiz.''

    yanisi din, katı bir imancılık ile, katı bir akılcılık arasında bir orta yol bulmak zorundadır. pek çok itikadi çizgi de, katı imancılık ile katı akılcılık arasında çeşitli yerlerde tutunur. iman ve akıl eksenlerinden oluşan bir kartezyen sistemde, çoğunluk iman tarafına yakın durur, ama aklı da tamamen gözden çıkaramaz.

    aklı tamamen gözden çıkarmak, tüm dezavantajlarının yanı sıra, özgün ve muhteşem bir avantaja sahiptir, o da, inanca yöneltilen her türlü eleştiriden, her türlü rasyonel sınamadan muaf olmaktır, mesela kötülük problemi gibi belli başlı tartışma cephelerinin tamamen dışında kalmaktır. aklı gözden çıkaramayan bütün itikadi çizgiler ise, inanca yöneltilen rasyonel eleştirilerle kaçınılmaz bir şekilde muhatap olmak zorundadır, bu eleştirilerin ne kadarını muhatap alacağı da, yine iman ve akıl ekseninde hangi tarafa daha fazla ağırlık verdiğiyle şekillenir.

    katı imancılık ve akılcılık arasında kalan yollardan biri, wittgensteincı yaklaşımdır. bu yaklaşıma göre, imanın kendine has bir mantığı vardır ve bu mantık, imanın yarattığı kişisel deneyimlerin özgüllüğü içinde kavranabilir ancak. yani tanrı kavramını, ona inananlar açısından yarattığı kişisel deneyimlerden ve fenomenlerden bağımsız bir idrak çerçevesine oturtamayız, dinin kendine has bir dili vardır ve o dil kendi içinde tutarlı bir zemin inşa eder, dolayısıyla onu da dinin kendi mantığı içinde anlamlandırabiliriz sadece. bir önermenin "makul" olup olmadığını, o önermenin belirli bir bağlam içindeki tutarlılığına göre değerlendirebiliriz ancak. bu yaklaşımın da, aslında özünde, katı imancılığa yakın bir profil çizdiği ve inancı rasyonel olarak değerlendirmekten epey uzaklaştırdığı söylenebilir.

    son olarak, çağdaş din felsefesinde öne çıkan, ''eleştirel akılcılık'' olarak adlandırılan yol, imanın akılla değerlendirilmesi gerektiğini savunur, fakat aklın tek kaynak olarak kabul edilmesine, ve hakikatin tümüne akıl ile ulaşma arayışına karşı çıkar, kesin bir kanıt arayışını reddeder. iman, ''makul'' olmalıdır, yani akla muhalif olmamalıdır, fakat tamamen akıl üzerine de bina edilemez.

    yine bu noktadan hareketle, pek çok çağdaş din felsefecisi tarafından üzerinde mutabık olunan husus, ''tanrı var mıdır yok mudur?'' tartışmasının anlamsız bir tartışma olduğudur; tartışılması gereken, ''tanrı'ya inanmak makul müdür, değil midir?'' sorusudur.

    iman mevzusunda, bir mümin açısından durulabilecek en ''makul'' pozisyon da budur. fakat bu pozisyonun çerçevesi ve sınırları da, pek çok tartışmaya gebedir. aklın sınırlarının nereden ve nasıl çekileceği hususundaki ihtilaf, akla da, vahye de dayandırılabilir, her biri farklı tartışma aileleri açar, bu işin hırgürü, tantanası bitmez.

    fakat, tartışma etiği açısından, takınılan pozisyonda tutarlı olmak icap eder. yani imanın akla dayanması, makul olması gerektiği iddiasıyla yola çıkıp, argümanlarının tükendiği noktada hemen katı imancı bir pozisyona geçerek akla topyekun siktir çekmek, aklı ve mantığı reddeden bir saf, katıksız iman tasavvurunu yücelterek estetize etmek, ciddi bir tutarsızlıktır. ve maalesef, sık karşılaşılan bir tutarsızlıktır.

    bu mevzuyu, kötülük problemi için bir girizgah olmak üzere, burada kesiyorum.
  • şapkanın siperliğinden dolayı güneşi göremezken, dalgın dalgın yürür gibi sadece önüne bakarken, kaldırım taşları arasındaki binlerce su birikintisinden yansıyan güneşi görmek ve kafanı kaldırmadan dahi güneşin var olduğunu bilmektir.

    siperlik perdedir, gözün önüne setredilen. kafanı kaldırıp "güneş"e bakmaya iznin yoktur. başka bir deyişle, teklif sırrı.. mühim olan o güneşi doğrudan görmeden "evet, var" demek. ya tek güneşe inanmak vardır önünde ya da her su birikintisini güneş sanmak. bir üçüncü şık ise her şeyi "aciz tesadüf"lerin üzerine yıkmaktır. maddenin ezeli olmadığı gerçeği göz önüne alınırsa, bu üçüncü ihtimal kendiliğinden kaybolur. madde tesadüfen mi oluştu yoktan ?` :tesadüf var mıdır`

    hakiki hürriyetin anahtarıdır, iman. zira özgürlük başıboş olmak değil, tahdit edilmemektir. seçim şansının olmasıdır. iman; kalbi ve aklı çukurdan kaldırır, sonsuz yeisten çeker alır, yok olmayacağını bildirir. bedbahtlık sınırından aşırır, eşyanın gerçek yüzü göze ayan olur. insan ölümün acısına ancak bu sayede dayanabilir. aksi halde on dakika daha fazla yaşamakla on yıl fazla yaşamak arasında hiçbir fark yoktur. iman yok ise, tek yol vardır. o da ebedi karanlık.. özgürlüğün bu kadar karanlık olabileceğini ne akıl ne de kalp kabul eder.

    inanmak; küçücük pırıltıların, izlerin hangi "kaynak"tan neş'et ettiğini görmektir, ama göz burada devre dışıdır.. cüz'den küll'e ulaşmaya çalışmak gibidir. kainatı izleyerek de varılabilir o'na, bir minik su damlasını da.. tümevarım ile ulaşılır gözün ulaşamadığı noktaya. tüm'e varmak gerek, tüm'den geldiğini de unutmamak.
  • iman sahibi olmak;
    uçak düşerken tanrıyı bulmak değil, yağmur duasına şemsiye ile çıkmaktır..
  • iman nedir?

    evet evet, imanın konusundan, mevzuundan, şartlarından, ilintilerinden bahsetmiyorum. saf ve soyut bir kavram olarak, "iman nedir?"

    mesela şu an karşımda duran monitör için "ben karşımda bir monitörün olduğuna iman ettim" diyebilir miyim?

    elbette diyemem;

    çok açıktır ki, beş duyu ile algıladığım veya akıl gözü ile görebildiğim(2x2=4 eder gibi...) mevzular, iman kapsamında değerlendirilemezler.

    o hâlde; imanın, beş duyumuzun veya aklımızın kapsama alanı dışındaki bölgeyle ilintili olduğu sonucuna varabiliriz.

    iyi de bu durumda sonsuz bir spekülasyona kapı açılmaz mı?

    ne duyularımızla, ne de aklımızla ölçüm yapamadığımız; doğrulama, sağlama imkanı olmayan bir alan ve onun unsurları hakkında nasıl kabul veya red tavrına girebiliriz ki?

    birilerinin bir takım metafizik iddialarını kabullenmek absürd bir tavır olmaz mı? çünkü hepsi uydurma olabilir ve biz hayatımızı külliyen saçmalık olan şeyler uğrunda hebâ edebiliriz.

    aynı şekilde o iddiaları inkar etmek de anlamsızdır; ya söylenenler doğruysa? ya da en azından doğruluk payı içeriyorlarsa?

    dikkat ederseniz, tefekkürümüzün bu aşamasında son derece tuhaf ve can sıkıcı bir pozisyona düşmüş bulunuyoruz.

    hemen üstadlardan yardım alalım; yoksa burada tıkanıp kalacağız ve işin aslını öğrenemeyeceğiz.

    "hakkın şu sözünü duymadın mı: “inne fi zalike le zikra limen kane lehu kalb- şüphesiz bunda kalbi olan kimseler için öğüt vardır.” (kaf 37) buyurulmuştur, “aklı olan” denilmemiştir. çünkü kalbin aksine akıl sınırlıdır, kayıt(sınırlama) altına alır. bu hususu iyice anla."(füsus-ul hikem'den)

    "şimdi aklın şânı kayıtlama ve kalbin şânı mutlaklık* olunca, kur'ân-ı kerîm, eşyâyı akıl ile idrâk etmek isteyen kimseler için öğüt ve nasîhat değildir. işte her şeyi akıllarıyla idrâk etmek isteyen zâhir âlimleri ile felsefecilerin, kalp ehli olan ulemâ-yı billâhı inkâr etmelerinin sebebi budur.(füsus-ul hikem, a.avni konuk şerhi)

    şimdi füsus-ul hikem hazinesinden aldığımız ilimle yolumuza devam edelim.

    hani imanla ilintili olan ve gerek beş duyumuzun gerekse aklımızın kapsama alanı dışında olan bölge vardı ya? aslında o bölge bizim için tamamen ulaşılmaz değilmiş. oraya "kalp" ile ulaşabiliyor hatta orada kalp ile gezinebiliyormuşuz.

    demek ki, iman ve ona dair olan tüm unsurlar "kalbin" o bölgedeki avladıkları veya elde ettiği ganimetlermiş.

    ancak "kalp" var, "kalp" var...

    kimisinin kalbi herkül gibiyken, kimisininki de yatalak bir hasta olabilir; kalp sağlığı önemli vesselam!

    demek ki neymiş?

    iman, kalp ile yakalama; kalp ile avlama; kalp ile tespit etme; kalp ile algılama; kalp ile duyma; kalp ile görme işi imiş.

    o zaman; bir kimsedeki iman, kalbinin sıhhati ölçüsüncedir; hükmünü verebiliriz. yani kişideki iman, kalbinin sıhhati ile doğru orantılıdır.

    kalbi çürük, bozuk olduğu halde iman iddiasında bulunanlara gelince; onlar yalnızca dogmatiktirler, kuru taassup ehlidirler.

    zira; akıl veya beş duyu zindanına kapatılmış bir kalbin "imanından" söz edemeyiz; edersek, putperestliğe düşmüş oluruz.

    aklen görmek, ilimdir ki; onunla varlığın dış yüzüne, suretlerine nüfuz etmek mümkün olur.

    kalben görmek, imandır ki; onunla varlığın özüne, hakikatine vâsıl olunur.
  • necip fazıl kısakürek $iiri:

    yum gözünü, kalbine her ân yokluğunu üfür
    "kendinden geçmek iman, kendinde olmak küfür".
  • iman sahibi olmayı, kimileri, elde kor turmaya benzetirler. bıraksan imandan olacaksan, bırakmasan elin yanıyor.

    benzetmenin kaynağı ayağıdaki hadismiş*.

    marufa sarılın, münkerden de kaçının! ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahede edersen, o zaman kendine bak. insanlarla uğraşmayı bırak. zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. o günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. o günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir." [ebu davud, melahim 17, (4341); tirmizî, tefsir, mâide, (3060); ibnu mace, fiten 21, (4014).

    insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, o devirde dini üzerine sabret­mek, elinde ateş tutmak gibi zordur. çünkü o devirde mümin, (öyle haka­retlere maruz kalır ki) davarından daha zelil, (daha haysiyetsiz bir) duruma düşer. bu hakaret ve baskıya birçok insan dayanamaz. zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve mukaddesatından rüş­vet verme durumuna düşer. gündüz ve gecelerin akması öyle devir getire­cektir ki, o zaman biri kalkıp alenen: "bir avuç menfaati için bize din (ve mukaddesatını) kim satacak?" diye sorar. bu soruş boşa değildir de: "bir­çokları dinlerini çok az bir dünya malı karşılığında satar."

    hz. peygamber aleyhisselatu vesselam, bu zor şartlar altında dinî tatbika­tın diğer zamanlardaki ne nazaran çok daha değerli olduğunu ifade eder: "herc fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve karışıklıklar zamanında ibadet tıp­kı bana hicret etmek gibi büyük sevaba vesiledir." bir başka rivayette hz. peygamber, fitne devrindeki şartların ağırlığını ifade için ashabına şu hitapta bulunur: "siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini terketse helak olur. fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim, emredilenlerin onda birini yapsa kurtuluşa erecek.

    kaynak: kütüb-i sitte , prof.dr. ibrahim canan , 13. cilt s, 458-459
  • dün bunun paraşüt'e benzetildiğine tanık oldum..

    bu güne kadar imana dair rast geldiğim en güçlü tanımlardan biri olabilir bu.. söyleyen ne kadar farkındadır bilemem ama ayağımı yerden kesti, tepe taklak oldum.. serbest düşüş, skydiving..

    ayrıntısına girmeyeceğim, burada not olarak bulunsun..

    iman - paraşüt ilişkisi son derece ilginç bir tefekkür denizine açılıyor..
  • “iman ettik demeyin, teslim olduk deyin, çünkü iman henüz kalplerinize yerleşmedi.”

    (kur'an, 49:14)
  • yanlislanabilmeyi, ya da, yaniliyor olma ihtimalini reddetme istegini ''kararlilik, tutarlilik'' gibi degerlere yakinsatarak erdemlestirmek, sublimlestirmek.
  • rol yapmayı bırakmak maskeleri çıkarmak ile ilgilidir.

    bir kul rabbine dese ki niçin kendini perdeler altında gizliyorsun.

    rabbinin ona şöyle cevap vermesi muhtemeldir:

    kendini perdeler altında gizleyen sensin.

    işte iman kendimizi gizlediğimiz o perdelerden kurtulmaktır.
hesabın var mı? giriş yap