• en iyiler genellikle
    intihar ederler
    sadece kaçmak için
    ve o geride kalanlar
    asla tam olarak anlayamazlar
    neden biri
    onlardan kaçmak istesin ki..!

    (bkz: charles bukowski)
  • ofiste oturup neden ofiste oturduğumu düşünüyordum. iş yoktu. iş yapmasam bile vergi, kira ve maaş ödemeye devam ediyordum. bir taraftan da çok takmıyordum. gündüzleri mehmetto ile sohbet ediyor, akşamları katedral, diagnost ya da mazurka ile içiyordum. arada sırada mies geliyordu ve onur adında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. eğer kendi işimden kazandığım yetmezse, annem ya da babam bir telefon kadar uzağımdaydı. özenilesi bir hayat değildi ama, bir kaç arkadaş, sevgili ve iyi bir aile benim için yeterliydi. hırs hırkasını çoktan çıkarıp asmıştım.

    öğleden sonraydı, ablam aradı.

    - kardeş...
    - efendim!
    - ahmet abim (kuzenimiz) kalp krizi geçirmiş!
    - ne?
    - hazırlan çabuk, birazdan gelip seni alırım.

    pencerenin önünde durup, sigara yaktım. bir şey düşünmüyordum. ne zaman sonra bilmiyorum ama sigara bitmeden yine telefon çaldı, yine ablamdı.

    - ...
    - kardeş konuşsana.
    - ya güzelim, ahmet abim ölmüş sanırım.

    başka bir şey demedi, ben de diyemedim zaten. pencereden dışarı, denize bakıyordum. maviydi, ahmet abimin gözleri de maviydi. mavi ne güzel renkti. böyle şeyler düşünüyordum. sonra ağlamaya başladım. mavisini de, denizini de sikeyim diyordum.

    70 km bitmek bilmedi. susuyorduk sadece. sonra bizimkilerin yaşadığı ilçeye girdik. abimin evine yaklaştık sonra. kalabalıktı. o dakikaları tam hatırlamıyorum.

    tekrar kendime geldiğimde, enişteme "neden yukarda polis var?" diye soruyordum. abim öleli yaklaşık 2 saat olmalıydı ve sürekli bazı polisler eve girip çıkıyordu. beni kalabalıktan uzaklaştırdı. "ben geldiğimde mutfak masası üzerinde tarım ilacı vardı" dedi. zaman durdu. yürüdüm. ne kadar yürüdüğümü tam hatırlamıyorum. sadece ağlıyor, sessizce küfrediyor ve yürüyordum.

    savcı yukardaydı. 4 saat olmuştu. eve çıktım. mutfağa girmek istedim ama eniştem omzumdan tutup "yapma" dedi, "nasıl biliyorsan öyle hatırla." ben kuzenimi sadece ama sadece gülerken hatırlıyorum. oysa o an, mutfakta cansız bedeni yatıyordu. balkona çıktım. ablam ve teyzemin oğlu konuşuyorlardı. evde ne annemin ne de teyzemin olmadığını o an farkettim. kıbrıs'talardı ve o gece döneceklerdi. havaalanından onları almak ve 70 km boyunca ahmet abimin öldüğünü farkettirmeden ilçeye getirmek gerekiyordu. yoksa o yol bitmez daha da kötüsü yolda sağlık problemi yaşayabilirlerdi.

    kuzenimin annesi yıllar önce ölmüştü. annemi, kendi annesi yerine koymuştu. ne zaman başı sıkışsa, ne zaman dertlense, anneme gelir, saatlerce onunla sohbet ederdi. çoğu zaman annem, ahmet abimi babasına, kardeşlerine, tüm aileye karşı savunurdu. kuzenim en büyüğümüzdü ve dedemin adını taşıyordu. annem ona, adıyla değil, "babam" diye seslenirdi.

    teyzemin oğlu ve bir arkadaşı annemle teyzemi karşılamaya gitti. yaklaştıklarında kuzenim telefonumu çaldırdı. ablam ve ben, ilçe girişindeki bir benzin istasyonunda onları beklemeye başladık. annem ve teyzem çok neşeliydiler geldiklerinde. bizi görünce "aaa, çocuklar da gelip sürpriz yapmış" diye sarıldılar. biz gülümsemeye çalışıyorduk. annemi kendi arabamıza alıp yola çıktık.

    ablam: anne ahmet abime gidiyoruz.
    annem: önce eve uğrayıp valizleri... nasıl ahmet abinize gidiyoruz?!
    ablam:...
    ben:...

    gerisi feryad-ı figan!

    geç saatte kalabalık dağıldı. annemle oturuyoruz. annem donmuş, konuşmuyor. sonra birden, "bugün beni aradı" dedi...
    bir saat kadar konuşmuşlar.
    kapatırken kuzenim anneme "hala bu akşam kesin geliyorsunuz değil mi?" diye sormuş.
    annem "akşam oradayız" diye cevaplamış.
    "gel hala çok özledim, yarın mutlaka beraber olmamız gerekiyor" demiş kuzenim.

    sonra yine sustu annem. ayağa kalktı biraz sonra. pencereye yöneldi. temiz hava almak istiyor sandım. pencereyi açtı ve gecenin karanlığına doğru "ahmet neredesin oğlum" diye bağırmaya başladı. kalkıp bir şey yapamadım. annem öyle bağırıyordu karanlığa... "ahmet, neredesin oğlum!"

    bir gün sonra gerçekten de beraberlerdi. kuzenim karanfillerle süslenen mezarında yatıyor, annem de o mezarın başında ağlıyordu. yıkılmaz dediğim dayım, ahmet abimin babası, mezarın başında insanlara "şurası boş kaldı, oraya da karanfil koyun" diyordu ağlayarak. aklını yitirmiş gibiydi. tek oğlunu gömüyordu.

    sonra bir intiharın izini sürmeye başlıyor insan...

    eniştemle ahmet abim, son yıllarda kardeş gibiydiler. o gün ahmet abim, eniştemi arayıp "çiftlikte buluşalım" demiş. işçiler çalışırken, 2 saat sohbet etmişler. sonra "ben eve gideyim artık" diye ayrılmış. "genelde tokalaşırdık ayrılırken" diyor eniştem, "o gün sımsıkı sarıldı."

    çiftlikten ayrıldıktan sonra, tarım ilaçları satın aldığı bir dükkana uğramış. "çiftliğe 2 tane vahşi köpek takılıyor. gelene gidene saldırıyorlar. onları zehirlemek için bir ilaç ver" demiş dükkanın sahibi olan osman'a... "yalnız" demiş, "etkili bir şey olsun, acı çekmesin hayvanlar."

    oradan eve geçip üst kata çıkmış. oğlu ve kızını öpüp tekrar aşağıya, mutfağa inmiş. annemi arayıp 1 saat konuştuktan sonra, ilacı satın aldığı osman'ı aramış. "abim hani acı çektirmiyordu bu ilaç?!" demiş gülerek ve telefonu kapatmış.

    hepsi bu...

    osman delirmiş resmen... arabaya atlayıp abimin evine doğru yola çıkmış. o sırada 12 yaşındaki oğlu su içmek için mutfağa inmiş. babasını yerde bulmuş. dedesini ve annesini aramış hemen. o sırada ablası da aşağı inmiş. abim, 12 ve 16 yaşındaki çocuklarının kollarında ölmüş. öldükten sonra bile kanayarak, saatlerce kanayarak.

    ama işte intihara dair hikayeler, ölümle bitmiyor...

    bu olaydan sonra, bir gece vocalanestezi ile intihar üzerine yazışıyorduk. "insan neye sahipse onu miras bırakıyor ve intihar edenden geriye sadece cehenennemi kalıyor" demişti. intihara dair, daha doğru bir tespit yapılamaz sanırım.

    cenazeden bir kaç gün sonra, ahmet abimin oğlu gelip "basket oynayalım mı?" dedi. evin arkasındaki parka gidip maç yaptık. bilerek yenildim. çünkü ben 12 yaşımdayken, babası da bana bilerek yenilirdi. o dünyalar tatlısı çocuk galibiyet sevinci yaşarken, ben ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

    16 yaşındaki kızıyla, bayramda sohbet ediyorduk. tıp okumak istiyormuş artık. babası kollarında ölürken bir şey yapamamış olmak çok dokunmuş. ne kadar zeki olduğunu anlatamam. öyle şeylerden bahsediyor ki, sanki bir çocukla değil, genç bir bilim insanıyla sohbet ediyorum... sonra abim geliyor aklıma. şu hayatta hiçbir şey başaramadığına inandırmıştı kendini. böyle 2 tane çocuk yetiştirmek bile ne büyük başarı diye düşünüyorum. sonra kızıyorum ona, bu çocuklara, bu travmayı yaşattığı için... sonra gülüşü geliyor aklıma. kızgınlığım geçiyor, sikik bir hüzün kalıyor geriye.

    ramazan ayının son haftası, ailemin evinde toplandık iftar yemeği için. ahmet abimin babası olan dayım, yemeğin ortasında, elinde bir şişe jack ile geldi.

    diğer dayım, "abi iftar sorfasında bari içme" dedi gülerek... hepimiz gülüyorduk.
    "ben oğlumu gömmüşüm, viski değil, zehir olsa yine içerim" dedi dayım... hepimiz sustuk.

    intiharından sonra günlerce aynı rüyayı gördüm. bir masada oturuyoruz. ben çok mutsuzum. elini omzuma koyup, "üzülme kuzen, ben zaten yaşamıyordum" diyor. kanamaya başlıyor sonra... ağzından, burnundan, gözlerinden kan geliyor. o kanamaya başlayınca, ben kan ter içinde uyanıyorum. o nedenle ilk 2 ay uyumaktan korkuyordum. aynı rüyayı görüp uyandığım zaman, yatağın etrafı içki şişeleriyle, kültablası izmaritlerle dolu oluyordu. sonra kaçtım oradan. akrabalarım dışında insanlar görmek istedim. o hiç ölmemiş ya da olmamış gibi yaşamak istedim. bira susuzluğumu alıyordu sanki. çok güldüm, çok içtim... sonra yine bir gece rüyamdaydı. gülüyordu. rüyadayken, rüya gördüğümün farkındaydım ve nihayet onu tekrar gülerken gördüğüm için çok mutluydum. "kuzen ben dağ başında bir katran ağacı oldum" dedi gülerek. çok mutluydu. anneme rüyanın bu kadarını anlattım. rüyanın devamında, o dağda yangın çıkıyordu ve ben oturup ağlıyordum. o kısmı sadece kendime sakladım.

    4 ay oldu...

    "zamanla geçer" diyorlar.
    "geçer" diye onaylıyorum.

    geçmiyor.
  • meral, liseden arkadaşım. akıllı kızdı, ta o zamanlardan yalnızlığı överdi. hiç yakın arkadaşı yoktu. sevgilisi de yoktu. aşkı yererdi.
    arada sırada, canı çekerse, bir tek bizim eve gelirdi. türk kahvesi severdi, biz o zamanlar hep kola içerdik. kocaman salonumuz varken benim minicik odamda oturmak isterdi. yatağın, peteğe yakın ucuna bağdaş kurar, pencereden dışarıya bakarak hayatından ne kadar memnuniyetsiz olduğunu, geleceğinden umutsuz olduğunu anlatırdı. elinde gitarı, arada bir tıngırdatırdı. hep kahve fincanını ters çevirir, falda hep aynı şeyi görürdü ‘’bak yüreğim kararmış’’

    diğerleri bunalım meral adını takmıştı ona. o da bilirdi bu takma ismi ama ses etmezdi. içten içe severdi bu ismi. öyle görünmek hoşuna giderdi sanki. emin değilim, ben hep öyle hissettim. sormadım ona. ona soru sorulmazdı çünkü. kalın, siyah hırkasına iyice sarınır, ellerini, sadece parmak uçları görünecek şekilde içeri çeker, bir şey anlatmak ister gibi bakardı.

    lise bitip de şehri terk ettiğimde, bana mektup yazmıştı meral. ilk yıl kazanamamıştı üniversiteyi. tam yedi mektup yazdı bana. hepsi karamsar, hepsi küskün… bir yandan yeni bir hayatım olduğu için sevinirken bir yandan suçluluk duyardım. gözden ırak gönülden de ırak olur ya, zamanla çıktı hayatımdan meral.

    birkaç ay önce, sevgilim maça gittiği için evde sıkılıp, bir filme gittim. tek başıma filme gitmem pek, o gün öyle oldu. salona girip en yakınımdaki kişiyle iki koltuk boş bırakarak izledim filmi. ara verildiğinde ön, çaprazımda oturan birinin bana baktığını fark ettim. o’nun meral olduğunu fark ettiğimde ‘’allahım ben de mi böyle yaşlanmış görünüyorum’’ diye geçti içimden. bencilceydi belki ama ilk bunu düşündüm.
    ağır ağır yanıma geldi, koltuğu açıp oturdu. sarılmak istedim ben, ama o eliyle şöyle bir yüzümü tuttu, uzun uzun baktı. sonra da’’hadi kalk bir şeyler içelim, film pekiyi değil zaten’’ dedi.
    hemen topladım eşyalarımı, çıktık. heyecanla, istanbul’da ne işi olduğunu, ne zamandır burada olduğunu, neler yaptığını sordum ona. yine sessiz durdu bir süre, ‘’önce bir içki isteyelim de konuşuruz nasılsa’’ dedi.

    içkiler gelene kadar masadaki peçeteleri, minik vazoyu, içindeki beş dal papatyayı evirip çevirdi. içkiden ilk yudumunu alınca ‘’hiç değişmemişsin’’dedi ilk önce. içimde bir rahatlama hissettim önce, sonra kızdım ona. hakaret miydi bu iltifat mı anlayamadım. bu kız ne zaman dolambaçsız konuşacaktı.
    ben hızla hayatımı özet geçerek, onunkini dinlemek istediğimi söyledim. ilk kez, beni uğraştırmadan, sanki odamdaki yatağın ucunda oturmuş da fal kapattığı fincanın soğumasını bekler gibi başladı anlatmaya
    ‘’bugün hastanedeydim. aslında bakarsan son bir buçuk aydır ordaydım. hani hep ölmekten bahsederdim ya, ölmek kolaymış be, ölümü beklemek zoruymuş.
    dur olmadı böyle, sondan başlanmaz. başa döneyim, biliyorsun ankara’ya gittim üniversite için. tam bana göre bir şehirdi aslında. yalnız kalmak için dünyanın hangi şehri en idealdir deseler, ankara derim. öyle severim. ilk üç yıl aynı lisedeki gibiydim. tek eksiğim senin gibi biriydi. ilk kez seni sevdiğimi fark ettim biliyor musun, komik. ama söylemedim sana işte, bilirsin söyleyemem böyle şeyleri. o sıralarda serdar diye biriyle tanıştım. aşk kaltaktır derdim ya, kaltakmış. beni düşünsene bir adamın peşinden dünyayı dolaştım. okulu unuttum, kendimi unuttum, dünyayı unuttum. varsa yoksa serdar. kendime aynada bakmadım o zamanlar. aslında baktım, ruj bile sürdüm hatta. ama başka biriydim. hani sen ilk aşkını anlatırken klişeleri kullanıyorsun diye kızıyordum ya sana, klişenin dibine vurdum.

    uzatmayayım daha fazla. sonunda istanbul’a geldik. zaten doğru düzgün paramız da yoktu. sokaklarda müzik çalarak kazanıyorduk paramızı. bazen de orda burada çıkıyorduk işte. tünelde bir ev tuttuk. bir oda bir teras. köpek bağlasan durmaz. ama güzeldi be. daha kötülerinde de kaldık. altı yıl aynı adamın yüzüne baktım. her bakışımda nasıl olur da daha önce fark etmem dediğim güzellikler gördüm.

    neyse, yine aynı konulara girmeyeyim. bir akşam eve döndüm. kapıyı açtım, kapımız direkt terasa açılıyor. tırabzana oturmuş bana bakıyordu. gülümsedi, ellerini iki yana açtı, sen güzelsin hayat değil diyerek geriye bıraktı kendini. ‘’

    meral öyle bir söyledi ki bunu, sanki ‘’eve girdim, sular kesikti’’ der gibi. göğsüm hızla inip çıkmaya başladı, ellerim titredi, nefes almakta zorlandım. böyle bir hastalığım vardır benim, meral de bilir. hemen su uzattı bana. hafifçe gülümsedi, saçımı gözümün önünden çekti. adamla ilgili hissettiklerini anlatırken ilk kez onun ağzından böyle şeyler duyduğum için zaten heyecanlanmıştım. aniden bunu söyleyince allak bullak oldum. sadece ‘’sonra?’’ diyebildim. sanki sonrasını anlamamışım gibi.

    ‘’o kapının önünde ne kadar kaldım bilmiyorum. demek ben hayata tutunmak için serdar’a yapışmışken o yavaş yavaş kopuyormuş. ve bana hiçbir şey söylememiş. çok kızdım ona. inip bakmadım bir süre. bir bağırış sesi, beni kendime getirdi. ağır ağır indim beş katı, apartman kapısı sıkışmıştı yine, zorlandım açarken. başında birileri vardı, ambülâns yolda dediler. ölmedi adam. tam kırk üç gün daha yaşadı. yaşamak denirse buna.

    hiç ağlamadım, öfkemden sıra gelmedi kedere. ölmek kurtuluş da, intihar aşağılıkça ben kızım. geride kalana yapılan bir zulüm, işkence. başka bir şey değil. geride kimse kalmadıysa yap tabi, çek fişi kurtul. ama ben vardım, ben varım sanıyordum.
    diyeceğim o ki, gözyaşı dökmedim belki ama her yerim kanadı günler boyunca. her fotoğraf, her şarkı, her anı kanattı beni.
    neyse, bir içki daha içer miyiz?’’

    ‘’şimdi ne yapacaksın, nerde kalıyorsun, bana gel, bir şeye ihtiyacın var mı’’ gibi şeyler söyledim. muhtemelen ben bunları söylerken onun kafasının içinden kamyonlar geçiyordu. ‘’yapılacak işlerim var, kalkalım’’ dedi. hesabı ödemek için uzandım, elime sertçe vurdu. cebinden buruş buruş olmuş paralar çıkardı. geriye beş lira ve birkaç bozukluk kaldı elinde. paraya baktım, bakarken yakaladı. gülümsedi. telefonunu istedim. verdi. benimki hala vardı onda. bir kere bile aramamıştı ama. söyledim bunu, güldü. ‘’sen de bir kere bile telefonunu değiştirmemişsin ben kızım’’ dedi.

    ayrılırken sarıldı bana. ‘’arayacağım seni, bir sonraki içkiler benden olacak’’ dedim. ‘’ara’’ dedi. anlattıklarında bazı boşluklar vardı. atlamış mıydı, unutmuş muydu bilmiyorum. uzun uzun sessiz kalıyordu anlatırken. yol boyu bunları düşündüm. tam apartmanın kapısını açarken bir cümle patladı kafamda
    ‘’ ölmek kurtuluş da, intihar aşağılıkça ben kızım. geride kalana yapılan bir zulüm, işkence. başka bir şey değil. geride kimse kalmadıysa yap tabi, çek fişi kurtul’’
    ellerim titreyerek telefona sarıldım. m harfi ne kadar uzaktaymış. buldum, aradım. bir kadın çıktı, ‘’meral’’ dedim. ‘’yanlış sanırım ben selin’’ dedi. sesi meral olamayacak kadar neşeliydi.
  • fiilen oldugune inanan bir kisinin bunu resmilestirmeye calısması
  • "eğer siz kendiniz, intihar etmeyi düşünmüyorsanız, intihar anlaşılabilir bir şey değildir."

    (bkz: bukowski)
  • yapmayın. yani öfkeyle filan yapmayın.

    çünkü 1 hafta sonra kimsenin sikinde olmuyor. gözlemledim.

    geçenlerde kendini asan genç adamın babası iki gün sonra taziye evinde yemek yerken "limon yok mu?" diye soruyordu.

    bitti! taze bitti amını siktimin limonu!!!
  • kimse duymadan ölmeliyim
    ağzımın kenarında
    bir parça kan bulunmalı
    beni tanımayanlar
    mutlak birini seviyordu demeliler
    tanıyanlarsa 'zavallı' demeli
    çok sefalet çekti
    fakat hakiki sebep
    bunlardan hiçbiri olmamalı.
    (bkz: orhan veli)
  • intihar dünyada var olan en agresif eylemdir. cinayetten, linçten bile güçlü bir agresyon içerir.

    kişi cinayet işlerken agresyonu dışarıya yöneltir, intihar ise insanın kendini katletmesidir, kendi cinayetini kendisinin işlemesidir, yani evrimsel olarak tözümüzde barınan o büyük ve güçlü varoluş arzusunu bile ezip geçecek ölçüde büyük bir agresyon söz konusudur intiharda.
  • aslında olay ölmek istemek değil; belki de hiç doğmamış olmayı dilemek.

    queen'in dediği gibi;
    mama, ooh, i don't want to die,
    i sometimes wish i'd never been born at all
  • en umutsuz anda dahi; "buraya kadar mı gerçekten?" diye durup düşünmeli insan..

    4 temmuz 1999 tarihinde yazdıklarımı düzenleme sebebi son günlerde çok fazla etkileşim alması. intihar haberlerindeki artışı da göz önüne alarak, yazdıklarımın intihara teşebbüsü cesaretlendirici bir etkiye sahip olabileceği endişene kapıldım. yazdıklarımı tamamen silebilirdim, ancak, ülkemizde yeniden iyi günlerin olacağına dair umudumu kaybetmemek ve o günler geldiğinde düzenlemeden önceki halini yeniden buraya eklemek için bu yöntemi tercih ettim..

    bana, yazdıklarıma istinaden mesaj atmış birine verdiğim cevabı da buraya eklemek istiyorum: umudu bitirmemek için direnmek keyif veriyor insana, güçlü hissettiriyor. insan yaş aldıkça hem bedenindeki hem de ruhundaki yaralarla, izlerle büyüyor, büyürken cesaretin farklı bir anlamını keşfediyor ve zor olanı, direnmeyi yani yaşamayı seçmenin daha cesur hissettirdiğinin ayrımına varıyor.
hesabın var mı? giriş yap