• -intihar notları açıklanmış mı?
    -açıklanmış...
    -kaç almışsın?
    -kötü ya, 20 almışım.
    -bana baktın mı?
    -sen 95 almışsın.
    -ambulans çağırır mısın?
  • inan
    nasıl
    tutunmak
    istemiştim
    hayata...
    ama
    reddedildim.
  • dün boğaziçi köprüsünden atlayarak yaşamına son veren bir avukatın arkasında bıraktığı not aynen şöyle:

    "yavaş yavaş delirdim. kimse bunu fark etmedi. hayat çok zor, ailemi çok seviyorum. "
  • "lan para öbür dünyada karşıma çıkma."
    "çok acı var dayanamıyorum."
    "yavaş yavaş delirdim kimse fark etmedi."

    canımı çok yakıyor "intihar notu" adı altında yazılanlar...
    hiç kimseyi üzmek için yazılmadılar eminim...
    öyle benden, öyle bizdenler ki... o denli ramağındayız ki: bir gün gidebilmenin...
    öte yandan; bir şeytan tırnağı çıkıyor da acısından parmağını bir yerlere değiremiyorsun.
    öyle de tatlı ki can denen nane...
    nasıl olur diyorsun, nasıl olur...

    ne olur yazmayın böyle... gitmeyin böyle...
    gitmeseydiniz: doğan abi, dicle hocam, ipek... ve diğerleri...
    bulamaz mıydık bir çaresini?
  • "çatıya çıktım hemen inicem"
  • insan
    neden
    tereddüt
    içindedir
    hep?
    artık
    rahatım...
  • çok yalnızdım... silahıma sarıldım.
  • merhaba dünyalı, biz dost değiliz. olamadık yani, vaktimiz olmadı. çoksunuz, çok kalabalıksınız. ben de bir başınayım, yetişemedim herkeslere. tembellik de var serde. demem o ki, buradan, “kalabalıklar içinde yalnızdım” vb. hüzün, bunalım devşirecek değilim, merak etme. sıcak bir gezegende doğdum, senin pek sevdiğin soğukları pek bilmem, o bakımdan. burada biraz tanık oldum da… işte, ait olmadığın bir iklimin soğuğu da, sıcağı da o kadar etkilemiyor. izin de vermiyorsun zaten, vermedin. bir de… soğuksun be dünyalı, üşütüyorsun, üşüttün yani. o yüzden, gideyim ben artık. yine de iki çift lâfım var sana, dinle (şarkı güzeldi bence, şebnemcim de öyle):

    aslında bir şey demeden gidecektim. zaten yokluğumu fark etmezdin; fark etseydin de fark etmezdi senin için. ama işte baktım, bir sürü yazan olmuş; dedim, “hadi, benim de bir notum olsun.” bir de, hani intihar filan değil, geldiğim yere dönüyorum sadece; olur a, gittiğimi fark edersen olur olmaz şeyler söyleme, diye yazayım dedim. malum, pek çok konuda olduğu gibi, atıp tutmak konusunda da üstüne yok. hiçbir şeyin altında kalma sen dünyalı, olur mu? hep haklı ol, hep üstün gör kendini… tamam, çok güzel, bozmayın, çekiyorummmm, çeeekktimmm… ay flaşta gözlerin kırmızı çıkmış di miiii? yok, öyle çıkmadı işte; gözlerin hep kırmızı senin dünyalı. haberin olsun.

    ben senin gezegeninde barınamadım dünyalı, olmadı yani, beceremedim. aslına bakarsan, epey de uzun tuttum misafirliği, o yüzden belki de hak etmişimdir bile, bilemiyorum. ama bak, o kadar denedim. öyle yaptım olmadı; böyle yaptım, asıl o zaman hiç olmadı. boşa koydum daha da boş kaldı; doluya koydum, o da bana koydu. uyum sağlamak istedim, “konvansiyonel” diye suçladın. “peki, o zaman durduğum yerde durayım,” dedim; bu sefer de farklı olmaya kasmakla suçladın. ilişmedim, bulaştın; bulaştım, bok attın. şikayet ettim, suçladın. şikayet etmedim, kulp taktın. yok olmak istedim, “neredesin?”, “ne yapıyorsun?”, “hadi konuş,” “hadi anlat” diye abandın – hayır, “tamam” deyip anlatacak oldum, hemen kendine paylardan pay biçtin –. hadi “var olayım,” dedim, bu sefer de yok etme derdine düştün. bir saldırayım, bir ezeyim büzeyim, bir ayar vereyim, bir had bildireyim. yalnız, şunu fark ettim dünyalı: sende de amma had varmış; bildir bildir bitmedi anasını satayım. biter diye bekledim şunca zaman, ı-ıh. çukur gibiymiş senin had sandığın; içinde aldıkça büyüdü, bildirdikçe büyüdü, derinleşti. senin sınırsızlık iddianın had’di de bu kadarmış, buraya kadarmış işte: bildiriden ibaret. eferin, pıt pıt.

    anlayacağın dünyalı, seni ben yanımda bulunca değiştim, ama güzelleşemedim. anlamadığım ve talep etmediğim anlamlar yükledin, bilmediğim sıfatlar taktın orama burama. “bak sana seni anlatayım,” dedin, ben diye kendini anlattın. “bak sana kendimi anlatayım,” dedin, sen diye el alemden aşırdığın toplama bir karakterler anlattın, ki aslında yoktular (hani bugün sorsan “karakterim nedir?” diye, “kraker,” derim, çıtır çerez). yetmedi; kalmanı istediğimde gittin, gitmeni istediğimde kaldın. “anlatma,” dedim, anlattın. “dinle,” dedim, atlattın. manasız özdeşlikler kurdun. ha mesela, “ay ben de bir tutunamayanım” diye bir şey tutturdun, buradan bir ortaklık biçtin paso. işte onu, hiç anlamadım dünyalı. bir kere, ben sana “tutunamayanım” demedim. ayrıca o kitapta senin anlamak istediğinden çok daha fazlası anlatılıyor; başlıktan ibaret değil yani; sırf bir sızlanma hali, hiç değil. ayrıca, sen tutunamayan filan değilsin anacım; okuduğunu, gördüğünü, yaşadığını aklında, kalbinde tutamayansın, işine geleni tutansın o kadar. bundan da haberin olsun.

    bir de, o “ben de” neyin nesiydi dünyalı? hakikaten, “ben de” ne lan dünyalı? ben “de” ne? o “dahi”lliği nerenden uydurdun? ne zaman ortaklaştık anacım? hayır, ortaklaşmaya hiç niyetin olmadı bir de… mümkünse herkesi dibe çek, orada bir ortaklık yarat, kimsenin de çıkmasına izin verme, ama sen diptekilerin üstüne basa basa kurtar kendini, sonra da çukurdakilerin üstüne tükür dünyalı. sonra da neymiş? “ben de.” hadi lan oradan dünyalı! yani, senin cümle bağlacın, “bana da, bana da”dan ibaret. hatta, bağlacı kopar, “hep bana, hep bana.” kısacası, bana bana, bana bana, bana bunu bana bunu bana bana yapamazsın, ay ay ay! tevekkeli değil, o de’ler hep bitişik. haklısın çünkü, “ben de” değil aslında, “bende.” evet dünyalı, hep sen, hep sende. elin bende. sen çekmiyorsun madem, ben çekip gideyim bari.

    ha ama... ortaklık bulamadığın vakit de oldu, yalan yok. e o zaman da saldırdın yahu dünyalı. "ben ben galibim, sen sen kereviz" diye yüklendin. lisede bir matematik öğretmeni tanımıştım, bak onu hatırladım. "sorunuz var mı?" derdi, "yok," derdik. kızardı. "yaa, demek bana soru sormayacak kadar bilgili buluyorsunuz kendinizi? e iyi o zaman!" der, ışık hızıyla yazmaya başlar, yazdıklarını da hemen silerdi; delirirdik. bir sonraki derste yine "sorunuz var mı?" derdi. geçen haftadan ağzımız yanmış tabii, sorardık biz de. yine kızardı. bu sefer de "yaaa, demek beni sorularla sıkıştırmaya çalışacak kadar bilgili buluyorsunuz kendinizi? e iyi o zaman!" der, ışık hızıyla yazmaya başlar, yazdıklarını da hemen silerdi; yine delirirdik. herkes birbirine bakakalırdı öyle. işte, sen de o hesapsın dünyalı. gerçi, şunca zaman oldu; o oldu bu oldu, öyle oldu böyle oldu, yine de anlamadım ben ne hesapsın, ne ayaksın, bakakaldım öyle.

    demem o ki, bir rahat ettirmedin dünyalı. şunca satırdır anlattığım gibi, daimi bir diyalektik hali. ama ne oldu, biçemedik bir türlü. hayatım senin elinde hep bir “haydaaa!” nidası oldu ola ola… bana nereden geldiğimi, bu dünyaya ait olmadığımı hiç unutturmadın, her fırsatta hissettirdin bir güzel. ama merak etme, sonunda “sizin alınız al, morunuz mor, inandım.” valla… ha, o kadar rica ettim “benim dengemi bozmayınız,” diye de ne oldu? bozdun, bozuldum. yordun, yoruldum. sonuç: sizin kavafis demiş ya, “başka bir şehir bulamazsın, bu şehir arkandan gelir” diye; ben de başka gezegen bulamadım dünyalı. ama gezegen peşimden geldiği için değil; sen peşim sıra kovaladığın için. o yüzden, bir ömürlük misafirlik burada bitiyor. evli evine yahut sıçan deliğine.

    hadi bakalım, “aracım gelmiş” kapıya, fazla bekletmeyeyim; yolum uzun, çok uzun. he he evet, sen onu da bildiydin zaten dünyalı. falda gördüydün, vallahhhii de bildiydin, billahi de bildiydin, “sana yol var,” dediydin. hah, işte o gördüğün yola çıkıyorum şimdi dünyalı. yalnız, inşallah karşılaşmayız o yolda. yoksa çantamda küçük bir atom bombası da var yani. bir delleniveririm, bir şey olur, neme lazım…

    son olarak: elveda ve bütün o balıklar için teşekkürler. ha, hepsi gözüne dizine dursun dünyalı, o ayrı dava.
  • kısa ve net de olabilen nottur.

    "çok eğlendim, teşekkürler, hoşçakalın" romain gary
hesabın var mı? giriş yap