• alev alatlı'nın incecik ama dopdolu bir romanı. özellikle üslup olarak aşmış bir kitaptır. defalarca okunabilir. işkencecinin çocukluğunu anlattığı kısımlar çok ilginçtir. özellikle aşağıya alıntıladığım istiklal marşı kısmı tam anlamıyla enfestir.

    ***

    (...)

    “hazır ol!”

    itiş kakış toparlandı çocuklar.

    “istiklâl marşı! ses veriyorum!”

    “kork-maaa!” çığırdı, merafet öğretmen,

    “kork-ma!”

    taş kesildiler.

    “kork-ma,” düşmanlarını çağrıştırdı, “sönmez” yufka tandırını; “bu” buydu, “şafak”ı bilemedi, “larda”yı bilemedi, “yüzden”i bilemedi, “al”, sünnet yorganının rengiydi, “sancak”ı bilemedi işkenceci. bildikleri, yani kan davası, sünnet yorganı, bir araya gelemedi.

    “sönmeden”, tandıra atılacak tezekti, “yurdumun”, yurttu işte, istanbul mu, esas memleketi mi bilemedi, “üstünde” altındayı çağrıştırdı, “tüten” ateşi, “en son”u bilemedi, “ocak”ı çamaşır kazanından bildi.

    memleketteki tandır sönerse, tüter, ocak yanmazı düşündü.

    “o”yu işaretparmağından bildi, “benim”i kendinden bildi, “millet”i camiden bildi, “yıldız” ile “parlayacak”ı geceden bildi, “ancak”ı bilemedi.

    milletin bir yıldız vardı, parlıyordu.

    “çatma” çatı çatmaktı, “kurban” bayramdı. “kurban olayım” nenesi derdi, “çehre”yi bilemedi, “ey”i iyi sandı, “nazlı” halasının adıydı, “hilâl”i ramazandan bildi.

    çatı, kurban, nenesi, ramazan bir araya gelmedi.

    “kahraman” babasını alan askeri çağrıştırdı, “ırk”ı bilemedi, “bir”i bildi, “gül” çiçekti, “ne”yi bildi, “kanlarımız”ı bildi, “sonra”yı bildi, “helâl” babasının karısıydı, “hakkı’dır” kâhyanın ismiydi, “hakk’ka”yı bilemedi, “tapan”ı bilemedi, “millet”i camiden biliyordu, “istiklâl”i hiç bilemedi.

    gül fidanının yanında askeri jip, sarılar’ın vurduğu amcaoğlunun kanlı gömleği, anası, amcası yan yana geldiler.

    “and”ın nasıl bir içecek olduğunu ne o zaman, ne daha sonra bildi.

    “türk”ümü bildi, “doğruyum” eşkiye çağrıştırdı, “çalışkan”ımı bildi.

    “yasam”dan mahkeme kastediliyordu, “küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak”tan büyüklerin küçükleri mahkemeden kurtarmalarını anladı. “yurt”u, “millet”i, memleketinde kalmıştı, “özümden çok sevmektir”i bilemedi.

    “ülkü”m birisinin kızıydı, “yükselmek” ilçe başkanıydı, “ileri gitmek”, traktör ileri giderdi.

    “varlığım” altın bilezikti, “türk varlığına”, türklerin altın bilezikleriydi, “armağan” memleketteki ölü yıkayıcısı kocakarıyı hatırlattı; bazı ölüler üzerlerine su döküldükçe güzelleşirler, bazıları da çirkinleşirlerdi. ölüler güzelleşti mi, “allah hepimize öyle ölüm armağan etsin,” derdi.

    “ey”, iyi idi, “bu”yu bildi, “sağlanan”ı bilemedi, geldiği yerde dağ yoktu, “ulu”yu bilemedi, “atatürk” kulağındaydı, “açtığı yolda”, çeşmenin yolu hâlâ açılmamıştı, “kurduğum” çadırdı, “ülkü” nasıl kurulur bilemedi, “gösterdiğini” bildi, “amaç”ı bilemedi, “hiç durmadan”ı bildi, “yürüyeceğim”i bildi” neyi içeceğini bilemedi.

    yan yana koydu, hiçbirini bilemedi.

    kafdağı’nın ardındaki adam yine dikti görmeyen gözlerini,

    obskürantizm,” diye söylendi, “bu bir cinayet!

    (...)

    ***
  • " ve cellat uyandı yatağında bir gece
    'tanrım' dedi 'bu ne zor bilmece:
    öldükçe çoğalıyor adamlar
    ben tükenmekteyim öldürdükçe..."

    (bkz: ataol behramoğlu)
    (bkz: çağrışım)
  • -bana i$kencecini soyle sana kim oldugunu soyleyeyim-

    1.

    "onlar insan değil ki!" diyordu işkenceci, fransız televizyon kanallarından birisinde yayımlanan işkenceciler üzerine bir belgeselde, "onlar düşman!"

    nam-ı diğer el-turko. hayır bir anadolu çocuğu değil, bir arjantin çocuğu.

    "kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" diye soruyor birisi kameranın ardından. el-cevap: "iyi bir arjantin vatandaşı."

    "iyi bir vatandaş"... işkencecinin kendisine yönelik meşrulaştırması, kendisini açıklayış tarzı, kimliğini ifadesi. paralel bir meşrulaştırma, işkencenin "konu"sunda ortaya çıkıyor, "özne"sinde olduğu kadar.

    "o, bir insan değil; bir düşman!"

    fransız işkenceci, cezayir'in bağımsızlık savaşı sırasında birkaç işkence operasyonuna katıldığını söylüyor. o da, işkence ettiği kişileri bir insan olarak değil, bir düşman olarak gördüklerini açıklıyor.

    "bilgi almamız gerekiyordu, başka çaremiz yoktu!" diyor. sonra, içindeki ikinci adam çıkıyor üste: "biz emir eriydik," diye ekliyor.

    aynı dönemde işkence görmüş arjantinli bir gazeteci şunları söylüyor:

    "hareket tamamen kendiliğinden gelişiyor. örneğin mutfağınıza girdiğinizde bir hamamböceği görür görmez hiç düşünmeden nasıl anında ezersiniz, işte öyle."

    işkencenin "düşman"a karşı araç olarak kullanılması çift yönlü: bir yandan bilgi edinmek, öte yandan etkisiz hâle getirmek. etkisiz hâle getirmenin son noktası ise ayıklama, tam etkisizlik. ayıklama noktasından önce, etkisiz hâle getirme ile, kurbanın "vatandaş" kimliği tamamen kırılarak varolan (kurulu ya da kurulmakta olan) düzene tam ya da zararsız itaatinin sağlanması amaçlanıyor. yani, "iyi vatandaşlar" gibi düşünmeye ikna...

    kameranın arkasındaki ses, güney afrikalı bir işkenceciye soruyor avukatının bürosunda:

    -şimdiye kadar kaç işkence operasyonunu yürüttünüz?

    işkenceci bir süre sessiz kalıyor, sonra kendinden emin bir şekilde:

    -kırk kadar, diyor.

    -peki, işkence yaptıktan sonra ne hissederdiniz?

    -çıkıp bir kadınla sevişme arzusu. adrenalin yükseliyor ya...

    cevabı "kırk kadar" olmasına karşılık, sonradan anlaşılıyor ki, bu "kırk kadar", yalnızca mahkemeye intikal etmiş vukuatları.

    diğer güney afrikalı işkenceci ise, her seferinde kendisini kötü hissettiğini söylüyor:

    - düşünsenize, evinize geliyorsunuz. çocuklarınızla kucaklaşıyorsunuz, oynuyorsunuz. akşam bir telefon geliyor ve sizi operasyona çağırıyorlar. kapıdan çıkarken bir başka kişi oluyorsunuz.

    bu "kapı", bir kişilikten diğerine açılan bir kapı.

    demek ki, iki tür işkenceci var: birisi "iyi huylu", öteki "habis"... iyi huylu olanı, bir kişilik bölünmesiyle birlikte yaşıyor. katıldığı operasyonlardan şu ya da bu şekilde küçük de olsa bir rahatsızlık duyarak. iyi huyluluğu da, işte bu rahatsızlıktan ötürü. yoksa, iyi huylu olması, ur'luğunu değiştirmiyor.

    diğeri ise yaptığı işe inanıyor. bir kişilik dağılması sözkonusu değil. bu tür, yaptığı işten ayrı, bir de zevk alıyor, eğleniyor. işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. hatta, belki, belli bir estetik anlayışı dahi vardır işkence yaparken.

    bununla birlikte, eğer bir bilgi alma ihtimali yok ise, ya da işkence yapmak zaman kaybı yahut da pahalı olarak bulunuyorsa, o zaman "kesin çözüm" devreye giriyor. ikinci dünya savaşında almanların yahudilere karşı buldukları çözüm! "kesin çözüm"! gaz odaları, insan fırınları...

    2.

    "kesin çözüm" bugün "gaz odalarının açıklığından" farklı versiyonlarda görülüyor. moda olan, "faili meçhuller" ya da "kayıplar"...

    "kesin çözüm"ün moda yöntemlerinden "kayıplar", en rafinesi. uzun zaman güney amerika ülkelerinde yaygın olarak kullanılan bu metod ile cesedi dahi bulunmayan meçhul, kayıtlarda "yaşıyor" gözükür inatla. herkes bilir öldüğünü, öldürüldüğünü. ama gene de bir umut! işkencenin böylesi! burada işkence, eğer hâlâ kalmışsa yakınları için sözkonusu. öldüğünü çok iyi bilmenize rağmen, "gene de bir umut"...

    bu yöntemde, kurban, karakolların, emniyet müdürlüklerinin pencerelerinden kendini atmaz. bu yöntemde tek dezavantaj, yer sorunudur. hep aynı yerde kaybedemezler dikkat çektiğinden ötürü. o kadar çok kaybedilecek kişi vardır ki sırada! o nedenle hep yeni yerler de bulunamaz kolaylıkla. arjantin'li gazeteci helikopterlerle yapılan ayıklamayı anlatıyor. kurbanları helikopterle götürüp nasıl okyanusa attıklarını! "uçtu uçtu, kuş uçtu" yaptıklarını...

    balık çerezi, deniz sofrası! "hep insanoğlu balıkları yiyecek değil ya, a cânım efendim, biraz da balıklar yesin insan soyunu".

    sofra, deniz kurtları (köpek demek yakışık almaz burada) sofrası, düzen adil olmalı!

    bugün bu iki versiyondan faili meçhuller "in", öbürü "out". biraz kaba bir yöntem de olsa, cesedin bulunup failin kaybedilmesi daha çok işe geliyor. hele bir de iç savaşvari bir durum sözkonusuysa civarda. "vallahi, iki gözümüz önümüze aksın, ekmek çarpsın ki biz yapmadık" tellallığı. böylece "kayıp anaları" da yaratılmamış olur durduk yerde.

    reklama ne hacet, güzel abim. "işte hendek, işte maktul" ve fonda bir manço şarkısı kadar anlamım olur.

    3.

    baştan beri anlattığım işkence, kamu kudreti kullanılarak yapılan yahut da yapıldığından şüphe edilen işkence idi.

    bir de "abimin, abime yaptığı" işkence var. sivilin sivile yaptığı. kamu kudretsizin "abi"me yaptığı...

    ----bu, şu şekilde değerlendirilmeli:

    ----a) işkence yapan ruh hastasıdır,

    ----b) işkence yapan kamu gücünü ele geçirmek istemektedir,

    ----c) intikam için işkence yapmaktadır,

    ----d) hepsi,

    ----e) hiçbiri.

    işte (b) şıkkında işkence, bir viagra çaresi eşsizliğiyle "iktidar"a doğru ve düzenin konusu değil de bizzat öznesi olmak için yapılır. düzülmek için değil, artık düzmek için! hâlâ kaldırılmamış ülkelerde, cezası idamdır.

    ----(a) şıkkında sürekli bir ceza ehliyetsizliği sözkonusudur.

    ----(c) şıkkı ise hafifletici sebeptir.

    ----(d) şıkkı, (a) şıkkının neticesine tâbidir.

    ----(e) şıkkında ise fail ya meçhul, ya da firardadır!

    tabii tüm bunlardan gayri, sıranın hiç kendisine gelmeyeceğini zanneden büyük bir seyirci kitlesi vardır. bir ellerinde hamburgerleri, tostları, lahmacunları; vücutlarının herhangi bir hassas noktasında meşgul değilse eğer, diğer ellerinde kolaları, kokaları, biraları, çayları...

    tuhaf! hangi sebeple olursa olsun, hiç kendi türüne ya da bir başka tür hayvana işkence eden bir hayvanoğluhayvan daha mevcut mudur acaba şu gezegende?!

    reha yunluel

    ic. imece sayi: 8/$ubat 1999.

    http://imece.org/arsiv/banaiskencecini.html
  • işkence mağdurlarının en hazin hallerini adli tıp çalışanları görür tabi eğer bu mağdurların oraya kadar gelecek hali ve cesareti kalmışsa. düşünürsün bi insan bi insanı nasıl bu hale sokar nasıl bu kadar hırpalar acı çektiğini göre göre devam eder. kimdir bu işkenceci nasıl biri olabilir.. stanford deneyi ve milgram deneyi işkencecinin otoriteyle ilişkisini bir nebze açıklıyor. fakat bi açıklama daha var. bazı bilim adamlarına göre "işkenceci", doğruyla yanlışı zaman zaman ayırdedemeyen kimi zaman genetik nedenlerede bağlı bir fizyolojik bozukluk taşıyan kişi. işkenceci belli koşullar altında doğru yanlış kavramını kaybediyor ve psikolojik şiddet veyahut fiziksel şiddet uygulamaktan kaçınmıyor.

    işkencecinin şizofrenik bi yanı var. kendini en doğrusunu yapıyor sanıyor hatta bazen adaleti temsil ettiğini düşünüyor. bundan kelli, kendisi başkalarına eziyet yaparken bu eylemini şartların gereği adaletin telakkisi zaten insan olmayan bi varlığa haddini bildirme olarak ilan ediyor.

    bi işkenceciyi ne yaratıyor sorunun cevabını tek bi cümleyle vermek güç. fakat bunların hepsinin bi ortak noktasını görüyorum. hepsi korkaklar. üzerlerine azıcık gidilse zırlayan merhamet dilenen kendini mağdur göstermeye çalışan kendi yaptığının 10'da 1'inin tehditine bile dayanamayan kişiler.

    bi websitesinde ağır şizofrenik nöbetler geçirdiğini tahmin ettiğim kendini kendi yaptıklarından tamamen uzak gören bi psikolojik işkenceci tespit ediyorum. kendisine küçük, acıtma kapasitesi az bi taş atıyorum. hemen deliye dönüyor. önce karşılık vermeye çalışıyor kadın olmamdan kelli beni inciteceğini düşündüğü imalar felan yapıyor.. bunlar bana işlemiyor. derken az zaman geçiyor, onun başkalarına yaptıklarını ona yapacağımı zannediyor. bu zan bile ona yetiyor. biraz çırpıyor sonra çözülüyor kendini acındıran merhamet dilenen bir şekle bürünüyor. ertesi gün masumiyetten oh la la insanlıktan barıştan empatiden bahseden bi tutuma giriyor.

    işkencecinin psikolojisi konusunda alex haslam'ın sözü beni çok etkilemiştir: "toplumlar olarak işkence olaylarını gördüğümüzde başımızı çevirmemeli aksine dikkatli bakmalıyız. yalnızca öyle, barbarlığı olanaklı hale getiren toplumları analiz edebilir ve işkencenin meşruluğunu önleyebiliriz". haklı işkenceci yoktur.
  • "türkiye'de işkence gören ile işkenceci arasındaki fark, birinci şube'de tutukluyu polis memurundan ayıran, kötü kontrplak kadar incedir. mazlumla zalim her zaman yer değiştirebilirler. çünkü bu ülkenin insanı "mezalim" e tepki göstermeyecek kadar zalim olabilir."

    alev alatlı
  • alev alatlının hacmi küçük muhtevası büyük bir kitabıdır. türkiye'nin son 60-70 yılını işklence eden ve edilen açısından incelemiştir. burada bir kaç çeşit işkenceciden bahsedebiliriz. devlet, din, mikro kültür ve aile olarak sıralanabilecek işkenceci türleri okuyucunun dikkatiyle ortaya çıkmaktadır.
  • alev alatlı'nın güzel kitaplarından biri.
    akp nefretinden gözleri kör olmuş, herkese ve her olaya akp nefreti penceresinden bakan bu yeni cacık nesil mahrum kalacak bu kitaptan ama olsun kendileri bilir.
    ...

    işkenceci, idamlık değildi. onun için, saniyede 100.000 periyottan fazla, yüksek frekanslı akım yeterliydi. çıldırtıcı sular kendi iyiliği içindi, frekansı artırırlardı. zaten sadece termik etkileri vardı bu akımların; yakar ama öldürmezlerdi, elektrotların ucu sarılsa, o da olmazdı. vahşetin bilimsel adı, "motor-irkilme" hareketleriydi; insanoğlunun iyiliği için keşfedilmiş "faradizasyon", mucitlerini ansiklopedilere geçiren "elektro-şok" nelere kadirdi. bilemedi delikanlı.

    "ana" taş duvarları delemeyen haykırıştı. suç işleyen oğluna kırılmayan ana var mıydı? böğürmesini, denetleyemediği iç organlarından sökün eden dışkısının temizlenmesi istemine verdiler.

    "oğlun sıçtı, anası!"
  • bir alev alatli kitabi. 87'de turkiye yazarlar birligi odulu almis.
  • yaşayan ölü.

    bir işkencenin; çocuğunun başını okşamasında, karısını öpmesinde şaşılacak bir şey yoktur; iş ile özel hayatı birbirine karıştırmak istememektedir.

    bir koşulla: özel hayattakiler tırnaklarındaki kanı görmemelidir; hele çocuklar!
  • (bkz: sayid jarrah)
hesabın var mı? giriş yap