• - en sevdiğin sezen aksu şarkısı hangisi???
    - istanbul hatırası
    - ay evet di mii,istanbul istanbul olalııııııııı.çok güzel..
    - allah belanı versin...
  • yine ibretlik bir paylaşımla karşınızdayım:

    okurken sinirlendiğim, kendi kendime konuştuğum, -biraz daha bitmeseydi konu komşuyu darp ettiğim bir kitap oldu istanbul hatırası, yetersiz ve dengesiz beslenen bir polisiye. ve hatta sie.

    gerisi spoiler, okursan ölürsün!

    -------------------------------

    cinayetlerin tasarlanışına, işleniş tarzına, sırasına, olay mahalline, cinayet süslerine bakarak cılız sebepleri vardı. böyle cinayetler için daha afilli sebepler gerekir. ne yalan söyleyim, canavarca hisle adam öldüren bir psikopata bile fittim, kitap bittiğinde. şehri yağmalayanları öldürerek sosyal mesajın gozunu cikaran yazar, şu hususu atlamış görünüyor: bir polisiyenin başarısı katilin bulunamamasından gelmez, şüphenin tüm karakterlere ustaca yayılmasından, işin içinden çıkılamamasından gelir. bakıyorsun bu kitapta, hepi topu iki katil zanlısı arasında, allah’ım o muydu, yo yo yine yanıldık buydu, ben demiştim o diye diyerek kendini tekrarlıyorsun. bi ara hepsini vurmayı düşündüm. temiz iş.

    gelelim teknik detaylara (ne anlarım ya ben de), bir hafta boyunca şehrin meydanına ceset bırakıyorsun hem de peş peşe, kimsenin ruhu duymuyor arkadaş! hani tenhada kıstırsalar, kuytuda mıhlasalar anlayacağım da, bayağı bildiğin sultanahmet, çemberlitaş, kalabalık mekanlar. elimizde ne var? beyaz bir minibüs. koca kitap sadece bir delille gider mi arkadaş? (bkz: ağam eğlenir bizimle) bu böyle olmaz, her cinayet başka bir ipucu bırakmalıydı. ya da ben bu kitabı yarıda.

    bi bilirkişi listesi alacaklar, ulaşamadım diyor. ulan ben şimdi arasam telefonda söylerler be! aleni liste. neyine ulaşamıyorsun? güya olay kapanmış bi dava etrafında dönüyor, bi kişi de demiyor ki “kim bu davanın tarafları? noolmuş? neciymiş?” (40 yıllık kamyoncuyum böyle 3 yılda kesinleşen bi dava da görmedim ya neyse.) sonra bi ara minibüste kan lekesi bulundu. inceliyoruz dediler. neymiş efendim, sonuçlar pazartesi belli olacakmış! ulan şehir çalkalanıyor, koca soruşturmanın içindesin, sen daha kan örneğini eşleştiremiyorsun. sen sonucu alana kadar ben 250 sayfa daha okuyorum, allah’tan reva mı bu?

    yine tarihi bi mekanda, oturup tarihti, coğrafyaydı işte nümizmatik olsun antropoloji olsun (herkes her şeyi biliyor bu kitapta) laflarken neden sonra bi leş kokusu alıyorlar. bildiğin kokuyor ayol. (öyle bir kokunun hemen hissedilmesi gerekirdi.) neyse, ne olabilir acaba diye düşünen başkomiserin tahminlerini sayıyorum size: belki de kedidir, belki de köpektir, belki de belki de ayağı kırılan bir martıdır, burada ölmüştür, kimse fark etmemiştir sonra da, evet sonra da kokmuştur!!! yuh ya! sen daha şehirde ses getiren organize cinayetlere ilişkin doğru düzgün bi ipucu bulamamışsın martının şeceresini döktün. sonra da vay benim gri hücrelerim! yanar tabii. orda olmak istedim arkadaş, tam bu adam konuşurken tüm varlığımla orda olmak istedim: “sayın başkomiserim, belki de karıncalardan biri ölmüştür; diğerleri de onun cenazesine gitmiştir. ha? ne dersiniz?” demek istedim. ulan bu bile daha mantıklı oldu hee.

    ayrıca, arada o cinayet ortamlarından sıyrılalım, aşktı börtü böcekti sancısıyla yardımcıları ali ile zeynep’i kocakarı edasıyla birbirine yakıştırması da, başkomiserin hüsnü kuruntusu gibi geldi bana. madem böyle bir imada bulunacaksın, detay ver kardeşim, konuştur adamları, bi buluşma ayarla, ne bilim yap bi şeyler işte. görmemiş gibi 3 gün peş peşe görüşmeyi biliyorsunuz çocukluk arkadaşlarınla. şimdi beni küfür ettireceksiniz.

    kartvizitten yola çıkarak yürüttüğü varsayımlara hiç girmiyorum bile. ordan o tahmin çıkmaz arkadaşım. hepimiz iş güç sahibi insanlarız. herkesin kartviziti bi başkasında çıkabilir. herkesin giydiğine kimse karışamaz. ha! bi koşu gittin gözünle gördün inandın diyelim. adamı kesmişler, sen daha diyorsun ki, bu defa nereye bırakacaklar acaba? sen hiç zahmet etme başkomiserim, akşam haberlerde söylerler nasıl olsa. nereye diyor hala ya!

    katil/ler/le yüzleşme sahnesi de zayıftı. “onlar 5 kişiyi öldürdü, siz 7.” ulan bunun hesabı yapılır mı? 3’te bıraksalar af mı edecektin? hem "kaza"nın hesabı cinayetle mi görülürmüş? duvar yıkılmış altında 5 kişi kalmış. kurban olduğum allah’tan gelen bi şey. bunda bilenecek ne var? heyettekilerin olayda doğrudan bi sorumluluğu yok ki onları öldürüyorsun. uygun illiyet bağı yok abi kitapta daha neyini yazıyorsam… (keşke tezime abansaydım lan.) şehrin dokusunu tahrip ediyorlarmış! ömrümü yiyor olmayasınız? sonunda katilden ögreniyoruz ki, duvarın yıkılması sabotajmış. yek ya! kim dedi? bu kadar önemli bir husus zanlının zannına bırakılır mı? “abi ben o işi araştırdım sabotaj dediler.” oldu güzelim, şeker de verselermiş! bırah ya!

    --------------------------------------------------

    ulan söylemeyim söylemeyim diyordum ama, bence bu kitap nevzat başkomiser'in ağzından yazılmamalıydı. haddimi aşacağım belki ama, üçüncü şahıstan aktarımı belki hikayeye daha uygundu. ben yazar olsaydım, kitabım hakkında biri böyle bir şey söyleseydi çok incinirdim. özür diliyorum bu yüzden.

    ilk defa bir kitabı ölesiye eleştirdim. böyle bir kitabın çok satanlar listesinde olmasına üzüldüm. zehir zemberek açıklamalarda bulundum. bu sözlerim çok konuşulacak.*
  • böyle bir şarkının varlığından bile haberdar olmadan ölüp giden milyarlarca insan var. hayat çok zalim lan...
  • istanbul hatırası
    beste: arto tunç
    söz: aysel gürel

    bir eski resim duvarda
    belki beti belki pola
    markiz'de oturmuş sakin
    seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
    seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla

    ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
    bu şarkıyla gönlüm ne harap
    al al olmuş gül yanaklarınız
    bu mahçup nazlı bu eda bu hal

    bir mısra gibi ağzınız
    bir mısra gibi ağzınız
    dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda
    dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda

    günlerden güz mevsim sepya
    bir tüy kalemle yazılmış bekler
    bir hayat daha olmalı
    der gibi kahverengi tonlarda uykularda
    der gibi kahverengi tonlarda uykularda

    ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
    bu şarkıyla gönlüm ne harap
    al al olmuş gül yanaklarınız
    bu mahçup nazlı bu eda bu hal

    bir mısra gibi ağzınız
    bir mısra gibi ağzınız
    dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda
    dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda

    istanbul hatırası
    istanbul hatırası
    bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı
    bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı
  • insanın "iç" diye tabir ettiği bir bölgesi vardır... işte tam oraya sıkı sıkı sarılan bir şarkı. aslında ne "bir", ne de "şarkı"...
  • "insan, pek de vefalı bir varlık değildi."

    hani bir sevgilim vardı, yedi sekiz sene önce. ve ondan kaçıp gittiğimde durup bakmıştı öylece. istanbul hatırası, ahmet ümit’in istanbul güzellemesi, bin kocayı ardında bırakan dula bir özür namesi idi belki de.

    başağrısından gebererek uyandığım bir cumartesi sabahında, televizyonda gördüm ahmet ümit'i. yeni kitabından bahsediyordu. istanbul hatırası... “istanbul hatırası” deyince hani o siyah beyaz asker fotoğrafları gelir aklıma. sanki istanbul’dan başka hatıra olamazmış gibi. kitabın konusunu tam bilmiyordum, ama heveslendim kitabı okumak için. bunda elbette ahmet ümit’in en sevdiğim yazarlardan olmasının payı büyük. birkaç arkadaşımla yazıştım. yüzsüzlükle de istedim “bana bu kitabı alın” diyerek. almadılar tabii…

    akşamüstü, hem biraz kafa dağıtmak hem de yemek yemek için gittiğim alışveriş merkezinde, raflardan bana bakıyordu istanbul hatırası. kız kulesi ve martı, sepya ile buluşmuş: "beni al, beni al" diye bağırıyordu. hemen aldım tabii…

    aslında, keşke istanbul hatırası’nı, bana bir arkadaşım hediye etseymiş. kitabın ruhuna bir güzelleme olurdu. belki bilmeden hissetmişim bunu, çünkü kitap hediye edilmesinden pek hoşlanmam. gidip kendim seçmeyi severim. en düzgününü, kenarı köşesi örselenmemişini bulmak için özel çaba sarfederim, kağıt ayraçlar dışında ayraç kullanmam vs. neyse, bu da bir manyaklık işte.

    sanırım bu kitap, ahmet ümit'in everest'ten çıkan ilk romanı. doğan kitap'tan alıştığım o koyu renk, turuncu siyah kapaklar yerine, daha aydınlık, daha pastel tonlar seçilmiş. ancak diğer ahmet ümit kitaplarının yanında cüce durup beni sinir etmeyecek. kitabın boyutları, doğan kitaptan çıkan diğer ahmet ümitlerle aynı. üstelik, iç kapağa istanbul haritası çizmişler. bu hakikaten güzel olmuş. ama kitabın uzunluğu ve kalınlığından ötürü, kitabı örselemeden bu haritayı detaylı incelemek pek mümkün olmayacak gibi geliyor. keşke, yüzüklerin efendisi'nin sonunda verildiği gibi ek haritalar verilseymiş. yahut istanbul posteri. yine de, düşünce olarak güzel, beğendim.

    yine bir başkomiser nevzat macerasıydı bu. sıkı bir polisiye için her şey vardı. vahşice işlenen cinayetler, tarihi göndermeler, zeki polisler, karanlık atmosfer, istanbul’un türlü türlü insanları… ama bu romanı polisiye olarak göremeyiz. günümüzde geçen bir tarihi romandır deriz belki. belki eskiye güzelleme. fonda müzeyyen senar da peşini bırakmıyor insanın zeki müren de. ama bitirdikten sonra kitabın kapağını kapatıp sanki çok sevdiğin bir şeyi kaybetmişsin gibi hissederken kulağımda “onu benden siz çaldınız istanbul sokakları” diyen mustafa keser’di. acaba hikayemizdeki kahramanlar da kaybettiklerini düşünerek dolaştılar mı “söyleyin sevgilim nerde” diyerek istanbul sokaklarında?

    komiser nevzat hemşerim benim. o balatlı, ben eyüplüyüm. annemle babam evlendiklerinde, balat’ta küçük bir ev tutmuşlar kendilerine. annem hala gülümseyerek anlatır o günleri. “hiçbir şeyimiz yoktu ama mutluydum” der. ben küsüm ama istanbul’a. çünkü insan pek de vefalı bir varlık değildir. ben de değilim. o yedi sekiz sene önceki sevgili mi çağırıyor yoksa beni kendisine, yunan şairin sözleriyle:

    bu şehir ardından gelecek senin
    aynı sokaklarda dolaşacaksın
    aynı mahallede ihtiyarlayacaksın
    aynı evlerde kır düşecek saçlarına
    bu şehirdir gidip gideceğin
    başka bir yer umma

    bu polisiye bir roman değil. eskiye bir güzelleme. agatha christie tarzı polisiyeye bir güzelleme belki de. polisiye dersem, hayal kırıklığına uğrarım çünkü. her ne kadar jean-christophe grange’e de benzetsem tarzını, her ne kadar fringe gibi, csi new york gibi polisiye/gerilim sevsem de, ahmet ümit’in bu tarz bir eser yazmasını istesem de… bu kitaba gitmezdi. gitmezdi. okurken “560 sayfa polisiye roman yazdık bir kere mobese demedik?” diye sinirlenirdim. “adli tıp uzmanıyla konuşmadın şu müzeci kadınla konuştuğun kadar be adam!” diye dişlerimi sıkardım. olay yeri inceleme ekiplerinin çalışmasını, otopsileri, evlere yapılan keşif gezilerinin detaylarını hep merak ederdim. “house’da bile dr foreman daha güzel ev didikliyor yahu!” diye çemkirirdim.

    ama tüm bunlar olsa, hikayenin baş kahramanı istanbul olmazdı. tüm bunlar olsa, istanbul’u okumazdık satır aralarında. istanbul’a hatıra bir kitap olmazdı. eski istanbul’a, eski usül bir başkomiser yakışırdı.

    ahmet ümit’i kıskanıyorum. çünkü çok güzel bir kitap bıraktı istanbul’a hatıra. peki ben ne bırakacaktım, aldığım nefesten başka?
  • her ahmet ümit kitabında olduğu gibi hareketli, sürükleyici, kitabın geneline yayılmış aksiyon içeren kitap.

    kitabı elinize alıp şöyle bir karıştırdığınız da arka sayfadaki doktora tezlerini kıskandıracak uzunluktaki kaynakçadan da anlaşılacağı üzere kitap bol miktarda istanbul'a ve tarihine ilişkin bilgi barındırıyor. bu bilgileri genelde hikaye içerisine iyi sokmuş olmasına karşın bazen sıkıntı verdiğini söylemek mümkün. ahmet ümit'i özlemişim.

    --- spoiler ---

    ahmet ümit artık sürpriz katil çıkarmaktan vazgeçmeli. kitabın son 200 sayfasında katilleri tahmin etmiştim, çünkü isd'nin de adem yazgan'ın da katil çıkmayacağı belli oluyordu. kitaba tamamen yeni bir karakter sokmak için çok geçti ve ahmet ümit sürpriz katil çıkarmayı severdi. evgenia olamazdı, ali ve zeynep de keza imkansızdı. katilin nevzat çıkması da ahmet ümit'in polisiye kariyerinin sonu olabilirdi. geriye kalan adaylar ise katil çıktılar zaten, dava dosyasının yeterli incelenmemesi ve topkapı sarayı'ndaki x-ray'lerin nasıl bozulduğu kısmı şahsi kanaatimce kurgu eksikliği-hatası sayılabilir.

    --- spoiler ---

    her şeye rağmen istanbul'u, polisiyeyi ve ahmet ümit'i sevenler için leziz bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
  • yıllardır değerinden bir şey kaybetmemiş, dinlendikçe saran sarmalayan, naftalin kokulu bir şarkıyken de severdik biz onu.
    şimdi bir belgeselin pack shotı olmasıyla birlikte popüler de oldu. bu şarkının ruhuna uymayan bir şey aslında.
    zira -siz de dinleyince hak verirsiniz eminim- bu şarkının doğasında kıyıda köşede huzur içinde kalmışlık, mağrur ve tanrısal bir yalnızlık, bir içine kapanıklık vardır.
    şarkıların ergüder yoldaşı gibidir bu haliyle.

    "kimse bana dokunmasın, televizyonlarda radyolarda kırk yılda bir, güzel güzel boy göstereyim. karışmayın bulandırmayın"
    der gibidir sanki bu şarkı...
    kahverengi tonlarda...
  • 15-20 yil once sofi'nin dünyası diye bir roman vardi. felsefe kitaplarından daha iyi felsefe tarihini anlatıyordu. iste istanbul hatırası da polisiye niteliğinde ama istanbul tarihini özet yapan bir kitap. yazarin cok araştırma yaptığı cok acik. ıstanbulda yasayan biri olsam kitabın bolumlerine gore istanbulu gezerek okumak isterdim.

    ancak polisiye roman oldugu için bazı açıkları da görmezden gelemeyerek yazara sormak istedim:

    --- spoiler ---

    1. bir dolu turistik mekanda ceset bulunuyor da niye kimsenin aklina güvenlik kameralarına bakmak gelmiyor anlamak mumkun degil.
    2. ceset bulunan tarihi mekanlarin cogunda (ozellikle aya sofya) gece aydinlatması var.
    3. beyaz minubus kimin diye sormak yada calinti midir diye arastirmak kahraman turk polisinin aklina gelmiyorsa ne diyeyim bilmiyorum
  • her ahmet ümit kitabını bitirdikten sonra saat kaç oldu yoksun'la yaptığımız "bu kitap filme çevrilseydi karakterleri kim oynardı ?" sorusuna hararetli tartışmalar sonucunda aşağıdaki oyuncuları uygun bulduk, hatta afiş bile yaptık.
    http://yfrog.com/f/jqistanbulhatrasp/
hesabın var mı? giriş yap