• tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. küfür edesim geliyor. bi anda; şu hayatta ne kadar çırpınırsam çırpınayım, ne kadar sisteme karşı olursam olayım en sonunda hıyara döneceğim gerçeğini yüzüme vuruyor. koyasım geliyor böyle hayatın ta mına. "bir girdapta dönüyoruz, yaşamadan günümüzü." al işte.. bu kadar açık ve net. hayat mı lan bu o zaman? her saniye ölüme bir adım daha yaklaştırırken beni, yapmak istediklerimden sayfalar dolusu liste oluşmuşken bütün bu karmaşa, huzursuzluk ve zorlamalar da ne oluyor? insanlığın, kendi başına ördüğü çorap yüzümü gözümü kapamış. ben çıkarmak istesem bile onlar gözleri kapalı gitmeye çok alışmış. yapamıyorum.. en sonunda gözümü açmaktan bile vazgeçiyorum..
    "işte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara." biz aslında tam geldiğimizi anlamışken, gidenleri görüyoruz. gidecekleri sıralıyoruz. biraz anlıyor gibi oluyoruz ama yok, hiç bi boktan anlamıyoruz. zorlaştırmak için herşeyi yapıyoruz. hayat öyle sikindirik ki, sevinçlerimizi bile erteliyoruz. bizim olmayan zamanlara öteliyoruz. "dört nala gidiyoruz, bizi bekleyen yere." herşey için acelemiz var bizim. sokakta yavaş yürüyen insan görünce bile sinirleniyoruz. nefes almayı unutuyoruz, sorsan yaşıyoruz.. böyle böyle dönüyoruz hıyara.. bugünleri geçmişin pişmanlığı, geleceğin planlarıyla geçiriyoruz. haliyle hiç bi sikim anlamıyoruz. plan, plan, plan.. bize göre su akıp yatağını hiç bulmuyor. pooff, gece gece moralimi bozdu bu şarkı. çok fena, çoookk..
  • bir çiviyi çakar gibi
    vura vura günlere
    dört nala gidiyoruz
    bizi bekleyen yere

    halimize şükran mı
    isyan mı etmeli?
    bütün ömür bir rüyaysa
    uyanıp kalkmamalı mı?

    işte geldik gidiyoruz
    bilinmez bir diyara
    eskiden karpuz idik
    şimdi döndük biz hıyara

    bir ayvayı dişler gibi
    ısırıp ısırıp ömrümüzü
    bir girdapta dönüyoruz
    yaşamadan günümüzü

    deli gibi kutluyoruz
    yılbaşı, doğumgünümüzü
    doğuma da, ölüme de
    çiçekler yolluyoruz

    sevince de, kedere de
    doğuma da, ölüme de
    çiçekler yolluyoruz
  • sene 2004, iş hayatına ısınamayıp üniversiteye geri dönmüşüm. daha önce hiç ders almadığım bir hocanın bir avrupa birliği projesinde çalışmak üzere master ve doktora bitişik bir programa başlıyorum.

    kadın da bende nasıl bi ışık gördüyse artık, gündüz bile lambayı yakmadan inilemeyen b bloğunun altındaki b-101 no'lu izbe ve karanlık odayı tahsis ediyor.

    içerisi han gibi geniş, ama pencere, havalandırma filan yok. half-life'taki tozlu fanları andırır bir pervane var yukarda, tel bir çerçevenin arkasında. çalışmıyor. burası zaten depo olarak kullanılmış, bi de 60-70li yıllarda laboratuvar olarak belki. raflardaki tozlu kutularda ilginç defineler bulmak mümkün. hocamın eşi epey meşhur bir yazar, onun roman taslakları vs var. eziyet çekmiş ruhlar dolanıyor ortalıkta.

    bölümün orta yerinde olmasına rağmen kimse yerini de bilmiyor. arada bir yukarıdaki başka bi labdan mert geliyor, arpa tattırıyor bana. master tezi için çeşit çeşit arpalar geliştirmiş, onları denetiyor. bence başka denek bulamıyordu ama dediğine göre arpanın kalitelisini en iyi ben ayırt ediyormuşum.

    ben burda kendi halimde "photobioreactor" tasarlıyorum. enerjisini ışıktan alan bir takım mikroorganizmaların modifiye edilmiş enzimlerini kullanarak organik atıklardan hidrojen üreten biyolojik bir reaktör. aklımda iyi bi fikir var: güneşin sağlayacağı ışığın gün içindeki doğal yön değişimini takip edebilsin diye şeffaf hortumları piramit şeklinde bi çerçeveye sararak konik bi reaktör yapmışım. bir ışık kaynağını sabit tutup, reaktör içindeki sıvıyı iki hazne arasında, ostim'de yaptırdığım elektrikli bir solenoid vanalar devresi ile bi o yana bi bu yana gönderip duruyorum.

    fikir güzel, ama süreç sıkıntılı başlıyor. öncelikle, cam bir boruyu mantardan geçirecem diye zorlarken cart diye avucumun içinden geçiriyorum. epey bi kan dökerek başlıyorum göreve yani.

    gün güneş yüzü yok, hafif bunalım takılıyorum o aralar. ayrıca son günlerde harbiden aşık olmaya başladığım bi kız var, adı burçak. başka bölümden, ama beraber biyoteknoloji dersi alıyoruz. yaz gelip son derslere yaklaşınca ben diyorum ki kıza, "e şimdi dersler bitti ya". "ee?" diyor. "yaz boyu hiç göremeyeceğim seni" diyorum. "ee?"diyor. "işte o çok koyacak bana" diyorum. gene hatırladım bak, ne güzel kızdı, ışıl ışıl bakıp "yok, görüşürüz ara sıra" diyor. ben ondan sonrasını hiç düşünmediğimden tamam diyorum, görüşürüz. görüşmüyoruz.

    hoca okuyayım, araştırayım, devlete millete faydalı bi akademisyen olayım diye bi de laptop vermiş bana. zamanının ibm thinkpad'i. külçe gibi bataryası ile birlikte herhalde bi 10 kilo var. sene 2004 diyorum, taşınabilir bilgisayar büyük lüks. internet o zaman için gayet iyi, ama kaynaklar dar, şimdiki gibi her şey her an ulaşılabilir değil.

    o sıralar rapidshare çok revaçta. millet deli gibi arşiv paylaşıyor. çeşitli forumlar sayesinde hiç göze batmamış türkçe rock şarkıları bulup bulup indiriyorum ben de deli gibi. daha önce duymadığım, ama keşfedince dinlemeye doyamadığım metro, kumdan kaleler, çekirdek, pilli bebek (o zaman meşhur değil daha), vs vs daha onlarca türk grup. vettabi cem karaca, doğan canku, ayşe, jale, umay umay, nilüfer örer, haramiler, gibi daha bilindik şarkıcıları da depoluyorum. meğersem onların da bilmediğim ne muhteşem şarkıları varmış.

    kısa bi playlist'im var, ama en çok, sabah akşam, tek bi şarkı dinliyorum: işte geldik gidiyoruz. şarkının nakaratı hakikaten diğer kısımları ile uyumsuz, ama şarkıda beni hipnotize eden bir şey var. odanın kasvetli havasını, çok güneşli hayallerimi, çocukça heveslerimi, kalp ağrılarımı, sevdiğim kızın ışıldayan gözlerini, biyoreaktörün sızdıran hortumlarını, hidrojen moleküllerinin entalpisini, hepsini birleştirip o melodilerle işliyorum beynime. "halimize şükran mı, isyan mı etmeli" "bütün ömür bir rüyaysa, uyanıp kalkmamalı mı?"

    "cem karaca'nın youtube'da en çok dinlenen şarkısı" * imiş. istatistik ne zamandan başlıyor bilmiyorum ama işte onun bir sebebi de ben olabilirim. dinlemelerin yarısı bana ait olabilir.
  • nazim hikmet'in 1958 tarihli isimsiz bir $iirinin ilk misrasi. ote yandan bu $iirin ismi, yaygin olarak bu misra ile anilir.

    i$te geldik gidiyoruz
    ho$cakal karde$im deniz
    biraz cakilindan aldik
    biraz da masmavi tuzundan
    sonsuzlugundan da biraz
    i$igindan da birazcik
    birazcik da kederinden
    bir $eyler anlattin bize
    denizligin kaderinden
    biraz daha umutluyuz
    biraz daha adam olduk
    i$te geldik gidiyoruz
    ho$cakal karde$im deniz
  • nakaratı esasında;

    işte geldik gidiyoruz
    bilinmez bir diyara (x2)
    eskiden karpuz idik
    şimdi döndük biz hıyâra.

    olan cem karaca şarkısı.
  • cem karaca'nın insanın yüzüne tokat gibi çarpan parçası.
  • cem karaca'nın yorumunun etkisiyle mi olsa gerek bilinmez ama insana yaşlanmaya başladığını hissettiren şarkılardan.
  • dinlerken yaşlanıyorum bu şarkıyla. her anı ölüm kokuyor.
  • her an fonumuzda çalan şarkı.
hesabın var mı? giriş yap