• tüm reddedişlerimize rağmen bir ortadoğu ülkesinde yaşayan bizler olarak* eminim ki bu film bizlere daha anlamlı gelecektir. elia süleyman sana helal olsun diyoruz ve filmimize geçiyoruz.

    --- spoiler ---
    beklenenin aksine, filistin topraklarından kaçmak zorunda bırakılan veya gazze'de sıkışıp kalmış bir figür karşılamıyor bizi. bilakis kendi ülkelerinin günlük akışına tanık oluyoruz filmin başlangıç kısımlarında.
    medyanın yarattığı o siyasi açmazın, ülkelerin yegane konularıymış gibi yansıtılmasını kırıyor film ilk perdede. diğer deyişle, filistin, yalnız bir toprak meselesinden ibaret değil. burada da yaşam, diğer ülkelerdeki gibi günlük akışında.

    diğer yandan "ah filistinim, güzel toprağım, bu meseleler olmadan da komşularımızla nasıl da geçinirdik" romantizmine de kapılmıyor film. oldukça realist. belki bizim de bu iktidar öncesi dönem için kapıldığımız romantizmi yıkma gerekliliğimiz gibi realist hem de.
    ortadoğu insanının nüvesini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor zira. komşunun ektiği limon ağacına su vermeyen, ancak komşun dik dik baktığında "komşum su veriyorum senin ağaca" riyakarlığını yapan bir toplum bu ortadoğu biraz, haydi itiraf edelim.
    elia süleyman'ın komşusuyla arasında geçen sahnelerde öylesine kendi insanımı buldum ki kahkahalara boğuldum bazen. benim ağacıma ben bakmadıkça su vermeyen bir komşu. limonlarımı da bana sormadan çalan bir komşu üstelik. bazen tahammül fersah oldukları doğru, ama ortadoğulular da o kadar kötü insanlar değil neticede. günün sonunda sarhoşken koluna girip, evine kadar bırakabiliyorsan şayet, eh insanı böyle bir ikilemde bırakıyor işte bu coğrafya. tüm şirinliğinin altındaki biraz işgüzarlık.
    elia süleyman film boyunca, yalnızca bir gözlemci olduğunun altını çizmek için tek kelime etmiyor. biz izleyiciler de onun gibi inceliyoruz işte olup biteni.

    filistinli bir serserinin bira şişesini duvara fırlatarak parçalanışını izleyişinden, paris metrosundaki bir başka serserinin bira çöpünü atmak için ara durakta indiğine tanık oluyoruz mesela. veya ortadoğu polisinin parasını ödemeden aldığı dürbünle oyalanırken, fransız polisinin metrodaki insanları rahatsız etmemek için suni bir çaba göstermesine gülüyoruz. eh toplumsal farklılıklar biraz da böyle bir şey işte. ama burası bir cennet mi olmalı, orası biraz şüpheli işte.
    zira aynı zamanda jardin du luxembourg olduğunu tahmin ettiğimiz parkta, bireyselliğin arşa çıktığını da gözlemliyoruz. sandalyesine kimse oturmasın diye poposundan ayırmayan insanların komedisinden yürüteçle yürüyen bir yaşlının yerinin kapılışına kadar. sahi burası cennet mi olmalı?
    bize cennet diye vadedilen toprakların da kendi içlerindeki açmazlarına öylesine tanık oluyoruz ki, filmin sonundaki filistin'e yazısı duygusallaşmamıza neden oluyor.

    cennetin bir başka parçası olan filistin'in cehenneme dönüştürülmesine...
    --- spoiler ---
  • (bkz: #102957231)

    filmin ingilizce ve turkce basliklarinin birlestirilmesi gerekmekte. nasil yapipacagini bilmiyorum, bilen el atsa frna olmaz.
  • enteresan denemeler içeren bir film.

    bulursanız mutlaka izleyin. daha iyi yorum yapan arkadaşlar yukarda yapmışlar. ben de not düşmüş olayım.
  • alia süleyman'ın hem yazıp hem yönettiği filistinli olmak üstüne, sinema marifeti ile hareketlendirilmiş, dingin bir karikatüre benzeyen sempatik filmi. yumuşacık serçe dokunuşu, finaldeki, "ben filistinliyim yavrum, senin arama taramanı yerim." x-ray sahnesi de güldürdü. bu karanlık günlerde iyi gitti doğrusu. evrensel, ama çok bizden bir film. limoncu komşuyu çok iyi tanıyoruz aslında.
  • ( filistin dışındaki dünyanın filistinden pek farkı yok temalı film.)

    72. cannes film festivali'nde ilk gösterimi yapılmış, 2019 yılı yapımı, yönetmen elia suleiman filmi. yönetmenin başrolünü oynadığı ve film boyunca topu topu iki cümle konuştuğu filmimiz, kahramanımızın ülkesinden çıkıp önce fransa'ya oradan abd ,'ye gitmesini ve oradaki gözlemlerini metaforlarla anlatıyor. tanıtımlarda komedi filmi olarak lanse edilmesine rağmen zaman zaman yüzümüzde hafif bir gülümsemeye sebep olacak bir kaç sahne dışında komedi filmiyle alakası olmayan filmimiz, bende ufaktan bir jodorowsky etkisi yarattı diyebilirim, filistinli avcının palavrası, ortalama her fransız yurttaşının sokaklarda mankenler gibi salınarak gezmesi, sıradan amerikan vatandaşlarının silahlı külahlı bir şekilde gündelik yaşamlarını sürdürmesi gibi hoşluklar ve tespitler barındıran sıkılmadan izlediğim bir yapım.
    '' insanlar bir şeyi unutmak için içki içer. siz filistinliler hatırlamak için içiyorsunuz''
  • öncelikle suratıma tokat yemişlik ve sarılma hissini bir arada yaşadığımı söyleyebilirim. buruk bir şekilde nasıl kahkaha atılır? kimse yazmamış ama sinematografisinin güzelliğinin yanında bir de hem simetri hem de ritüel barındırması, parade dediğimiz geçitlerin ve bir kişinin peşinden(genelde masum karakterler: paris’te siyahi çocuk, new york’ta melek figürü) koşan aptalca tasvir edilmiş polis ekipleri yaygın gördüğümüz şeylerdi.
    üniversitede prof.un dünya vatandaşısınız deyip filistinli olduğunu ve “perfect stranger” kavramını vurgulaması, öğrencilerin kostümleri ciddi anlamda bir alienation hissi yaratıyor. üstte bir yazarın da dediği gibi ne kadar reddetsek de paylaştığımız acılar, meselelerimiz, gittiğimiz yerdeki bu güvenlik taramaları(dedektörle yaptığı hareket de buruk güldürdü), üstümüze yapışan microaggressionlar, kimliğini reddetmek değil ama birey olarak bir kimlik sahibi olma- kapağı kaldırıp içine bakma talebi, ortadoğu ülkelerinin değişmeyen kaderi.

    gerçekten sinemasever biriyle izlemek gerekli, konuşa konuşa, beraber gülerek, hissederek. önyargılarımızı bir bir yıkarak. kabullenemediğimiz görmezden gelmeye çalıştığımız/geldiğimiz her bir parçamızın bizim olduğunu tekrar tekrar kabul ederek, bunu kabullenmekten ve yaşamaktan çekinmeyerek. farklıyım hissi karşısında paniklemeden ona selam çakarak, sakince, durumdaki güldürüyü de fark ederek. geleni gideni- olumlu olumsuz duygu, yorum, kritik anlamında- sakince karşılayıp uğurlayarak.

    sonundaki “filistin’e” notu da sade ve yerindeydi bence.

    kendime not olsun diye de akılda kalan quotelar:

    ''seni çok yakın arkadaşımla tanıştırayım. şu esnada ortadoğu'da barış üzerine bir komedi yapıyor''.
    ''şimdiden komikmiş''.

    ''insanlar bir şeyi unutmak için içki içer. siz filistinliler hatırlamak için içiyorsunuz''

    t: yönetmenin, elia suleiman, izlediğim ilk filmi. etkileyici, güldürücü, düşündürücü, dünyadan uzaklaştıran- dünyayı kucaklatan bir film.
  • modern toplumlarımızın ortadoğu ve balkanlarda en azından bir kısmı benzer egzistansiyelist sıkıntılar ve kültürel paradokslar ve iç muakemeleriyle günleri düne öteliyor bana kalırsa. avrupa ile etkileşmeyen bu coğrafi biteviyeliğin haleti ruhiyesine bakarsak, antakya'dan, iskenderiye'ye bir hat düşünün. kutsal meryem'in yaşadığı nasıra, aynı zamanda arap hristiyan suleiman'ın levant topraklarından, st pierre'in cemaatini sakladığı; antakya'daki kiliseye kadar beyrut ve lazkiye'yi paralel uzandığı düşünülürse, isanın cemaatinin iki mecrasında, götü başı aynı bir gökkubbenin altında karman çorman kültürel geçişkenlikle büyüdük de büyüyoruz gibi. hele benim gibi x y jenerasyonlarının hali daha da karmaşık. kısacası kendimi de katıyorum. zaten bazı noktalarda suleiman ile nuri bilge ceylan'la kurduğum empatiden daha çok empati kurabiliyorum. ve bu varoluşsal sıkıntılar demeti, hemfikir olduğum tek şey bu filmdeki suleiman'ın personası ile. bizim taraf tiini içiyor öteki arak; içi aynı yakar soğuk içilir, yanında aynı şeyler yenir. onu da biliyok. ya da ne bileyim, filmde bilmem kaçbin yıllık meryem büstünün olduğu kutsal duvara işeme sahnesi; antakya'da büyürken, antakyada filistindeki gibi bir politik sebep cenderesi dahi yokken, güvenli rahat büyüyorken; gidip arkeoloji müzesinin önündeki bilmemkaçbin yıllık lahite niye çişimiz var diye işiyorduk onu dahi düşündüm. toplumun psikolojilerini..

    film nasıra'dan paris'e oradan new york'a bir maruni hristiyan sayılacak suleiman'ın varoluşsal kaygılarının peliküle aktarılması gibi. özellikle batı menşeili ülkelerde yaşayan diasporaların farklarını anlatması, filistini papatya fallarında araması, megapollerin anksiyetik klastrofobik hallerini, evsizlere avrupa'nın iki yüzlü yaklaşımını; kendisini robocop'a çevirmiş batılı asayiş görevlilerinin bariz aptallıklarını çok objektif bir şekilde izleyiciye aktarıyor; hatta günah bile çıkarıyor, kendisinin yaşadığı topraklardaki anti demokratik uygulamalara pek bir şey yapamadığını, sadece kaçabildiğinin muakemesini de.

    velhasıl, ben suleiman'ın varoluşsal sıkıntılarını anladım ve bir noktada bir level de yükselttim kendi içimde fakat; bu yaşça geçkin amcaların sinema dili konusunda anlayamadığı bir şey var; niyet okuması yapmak istemiyorum fakat şöyle anlatayım, semir aslanyürek'in antakya ile ilgili çektiği şelale gibi 1915 eve giden yol mudur nedir o filmlerinin ikisi de nasıl zerre antakya ile ilgili değilse, gerçekliğin önü bu filmlerde yaratıcısının ideolojik ve konformist alanlarının öteki vatandaşlardan farklı olmasıyla kesililyorsa bence aynısını elia suleiman da yapıyor. evet falcı'da final sahnesinde son sahnede; zafer işareti yaparak filistin'in tarkanının şarkısında dans eden çocuklara bakarken tamamen zıt fikirlerde olmakla ilgili. neyse falcının "filistin kurulacak bunu ne sen ne de ben göreceğiz" dediği anda; antakya'da dünya götüne minare sikine arap alevilerle büyüdüğüm heritage'imla; babam kürt değil ama gayet de pekekeli bir anne tarafına sahip oluşumu ve kendime "lan acaba kürdistan kurulacak mı?" diye soruşumu telakki ettim, ve süleyman zaten bizden geçkin yaşlı boomer'lara karşı hissettiğim şeyi hisettiriyor. bu bir bayrak yarışı değil, his meselesi, kendinden büyük bir şeyin parçası olmakla ilgili. "götün yiyorsa" meselesi. şiddet baabında değil, parçası olma mukabilinde. ben de topu taca atabilirim suleiman gibi ama...

    son üç filmdir aynı suleiman. bakın belki batı şeria ve gazze olayını hafife alıyor, filistindeki hamasa bağlı azınlık hristiyan cemaatini hatta ve hatta edward said gibi hristiyan arap filistinli mezkur adamları yok sayıyorum gibi tınılıyor gelebilir ama, katiyen bunu iddia etmiyorum. ama süleyman o coğrafyadaki hristiyan rum azınlıktan olduğu için, müslüman cemaatine de "atış serbest" halde sallaması, bende bu hissi uyandırıyor. dediğim gibi antakyalı olarak bende aynı sallamaları ince dokundurmaları hayatımda hissederim. fakat hikaye başlarında, filmde filistinde geçen her sahnede şiddetin psikolojik olarak etkilediği insanları, duygusal iniş çıkışlar yaşayan filistin halkını görüyoruz. ki bunu yadon ilaheyya'da da yapıyor; bir sannede, sokak ortasında bir şeylere hunharca elinde sopalarla vuran, yetmeyince belinden silahı çıkartıp kurşunları boca eden gençleri görüyorsunuz, birkaç saniye sonra gençleri "acaba israilli mi dövüyorlar?" diye iç sesle muakeme ederken, gerçek çıkıyor, bu zulmü gören bir yılan. it must be a heaven'in girişinde de aynı çatışmaların getirdiği psikolojik olarak ağır yükün telakkisi mevcut; örneğin sokakta yürürken etrafından son gaz koşan çocuklar. ya da viski içen sert müslüman dayılar. bu biraz nasıl diyim... neyse.

    şimdi adamı eğer ağır eleştirmiş gibi algılandıysa, eleştiri değil bu. endüstrinin kendi içindeki sirkülasyonu, kuralları; sinemanın maalesef böyle bir tarafını reva görüyor izleyiciye. daha önce izlediğim süleyman filmlerinin en parlağı olan kutsal direniş filminde de bunu hissetmiştim. aslında bakarsak, nuri bilge ceylan'ın uzak'ı çektiği dönemler kutsal direniş de; politik sinema'nın kendi içindeki klikleriyle ufak bir göz atmış olanlar bilir, filistin-israil meselesinden öte, janjanlı bir dil kurma çabasından oluşan sürreal nüveyi gerçeklikle polarize edebiliyorsanız sinemada; sonuç olarak çıkan bu çabanın nüvesini izlerken yemeyince sonra film geçerken epey sıkıcı oluyor. maalesef süleymanın hamasla bir derdi var bunu kabul etmeyişi onu rahat bir adam yapıyor.

    son eklemem gereken şey de, gaye su akyol ile yasmine hamdan'ı otantik barbie, oksident björk bulurum bunla olacak, konuyu dağıtmayayım; bu filmin müziklerini hamdan ablamız yani elia süleyman'ın karısı seçiyor; i put a spell on you bu filmde de var. protagonist paris'te ilk bir cafe'de otururken (bu da herhalde egzistansiyelistlere bir gönderme cafe de pera konseptli olarak) etrafından geçen kıranta gibi kadınlar, cascavlak bacaklı hanımlar arasında; en güzel görünen eşi hamdan olmuş. bir sahne orada cameo olarak geçiyor yani. hakkaten kadınlar arasında en güzelini o yapmış. sigara içiyordu galiba hamdan geçerken. zaten estetik olarak, gerek arri kamera ve güzel lenslerini kullanma rahatlığıyla olsun gerek kostüm seçimleri olsun epey başarılı süleyman'ın bu filmde. izinleri alışını da anlatırken komik bir anısı olmuş fransız yetkililerle, şanzelizeyi kapatma isteği vs ile ilgili.
  • “ filistin mutlaka bir gün var olacak ama bunu ne sen ne ben göremeyeceğiz “

    son zamanlarda izlediğim en etkileyici ve vermek istediği mesajı muhteşem bir şekilde veren en zeki film. film gerçekten zekice hatta ben yarısına kadar anlamamışım filmi anladığım noktada dönüp başa aldım sindire sindire izledim. başrolde yönetmen kendisi oynuyor. sanırım verilecek tepkileri yapılacak mimikleri kendisi hissettiği gibi birisinin vereceğini düşünmemiş. belki de filmin genelinde olan metafor kendisini başrolde oynatmasında da vardır. müzikleri muhteşem manzaralar muhteşem. eğer sanat filmi seviyorsanız kesinlikle bayılacaksınız...
  • it must be heaven, adının ironik tonunu aynalayan, seyir zevki yüksek bir başlangıca sahip olmasına ve zaman zaman güldürmeyi başaran anlarına rağmen, şu ana kadar oluşmuş doğu-batı ikiliği üzerine yeni bir söz söyleyemeyen bir seyirlik.
  • son elia suleiman filmi. ''cenneti'' arayan bir filistinlinin gözünden ortadoğu, avrupa ve amerika'yı görürüz. cennet nedir ve nerededir?

    insan'ın var olageldiği, bulunduğu, türediği öldüğü ve yaşadığı her yer ve zaman birdir. insan sırtında kendini getirir, sürükler. cennet yoktur ve cehennem türlücedir. bu bazen avrupa'da aşırı kuralcılığın olduğu bir rütin ile bazen de herkesin yanında silah taşıdığı, silahlandığı amerikada kendini gösterir.

    iyi bir izleyici filmde ''cehennem''min dünyeviliği, ''cennet''in ise uhreviliğini görür.

    kötü bir izleyici ise filmde politik tınıya takılır, kör olur.
hesabın var mı? giriş yap