• calvino’nun ölümünden sonra derlenen, kimi dergilerde yayımlanan öykülerini içeren (bkz: sen alo demeden önce) kitabında “elindekiyle yetinmesini bilmek” diye bir hikaye vardır mussolini diktasında yönetilen italyanın durumunu,kısa ama grotesk,dolayısıyla çarpıcı bir dille anlatarak bize özetler;

    her şeyin yasak olduğu bir ülke varmış. tek yasak olmayan şey çelik çomak oyunuymuş, onun için insanlar ülkenin arkasına düşen kırlarda buluşup günlerini çelik çomak oynayarak geçiriyorlarmış. yasaklar yavaş yavaş ve haklı nedenlerle konduğundan kimse itiraz etmiyor, alışmakta da güçlük çekmiyormuş. aradan yıllar geçmiş. bir gün ülke muhafızları her şeyin yasak olması için artık bir neden olmadığını görmüşler ve ülke vatandaşlarına istediklerini yapabileceklerini bildirmeleri için ulaklar yollamışlar. ulaklar vatandaşların buluştukları yerlere gidip bütün yasakların kalktığını ilan etmişler. insanlar çelik çomak oynamaya devam etmişler. “anladınız mı?” diye tekrar etmiş ulaklar. “artık istediğinizi yapmakta özgürsünüz!” “iyi, peki,” demiş insanlar. “biz de çelik çomak oynarız.” ulaklar yapabilecekleri ne çok güzel ve yararlı şey olduğunu anlatmak için çabalayıp durmuşlar, geçmişte bunları ne kadar çok istediklerini hatırlatmaya, artık yapabileceklerini söylemeye çalışmışlar. ama kimse oralı olmamış, herkes oyununa devam etmiş, nefes bile almadan, atış üzerine atış yapıyorlarmış. çabalarının boşa olduğunu gören ulaklar muhafızlara gidip olanları anlatmışlar. “çaresi var,” demiş muhafızlar, “çelik çomak oyununu yasaklarız, olur biter.” bunun üzerine halk devrim yapıp muhafızları öldürmüş. sonra zaman kaybetmeden yeniden çelik çomak oynamaya başlamışlar.
  • bir ülke varmış, vatandaşlarının tümü hırsızmış.

    gece olunca insanlar ellerinde maymuncuk ve idare lambası komşu evi soymaya giderlermiş. ortalık ağarırken elleri kolları dolu geri döner ve evlerinin soyulduğunu görürlermiş.

    işte herkes böyle uyum içinde ve zarara uğramadan yaşarmış, çünkü biri diğerinden, diğeri ötekinden çalarmış, en sona kalan da ilk çalan vatandaşı soyarmış. bu ülkede ticaret hem satın alan hem de satan tarafından hileyle gerçekleşirmiş. hükümet, vatandaşlarının zararına bir suç ortaklığıymış, öte yandan vatandaşların da aklı hükümeti dolandırmaya çalışırmış. böylece hayat dertsiz sürüp gidermiş, ne zengin ne yoksul varmış bu ülkede.

    ama nasıldır bilinmez, bir gün dürüst biri çıkmış ortaya. geceleri elinde torbası ve lambası dışarı çıkacağına evinde oturur sigara içip roman okurmuş.

    hırsızlar gelip de ışığı görünce içeri giremezlermiş.

    bu durum bir müddet böyle sürüp gitmiş: ama bir süre sonra insanlar ona hiçbir şey yapmadan yaşamak istemesini anladıklarını ama bunun onları engellediğini anlatma gereği duymuşlar. evinde geçirdiği her gecenin sonunda bir aile aç kalıyormuş.

    dürüst adam bu nedenlere karşı gelememiş. akşamları dışarı çıkmaya başlamış, gün ağarırken evine dönüyor ama hiçbir şey çalmıyormuş. dürüstmüş, yapacak bir şey yokmuş. geceleri köprüye gidip akan suya bakıyormuş. geri döndüğünde de evinin soyulduğunu görüyormuş.

    bir haftadan da daha kısa bir süre içinde dürüst adamda tek metelik, tek lokma yiyecek, evinde de tek eşya kalmamış. bu kadarla kalsa iyi, ne de olsa başına gelenler kendisinin suçuymuş; ama onun bu davranışından büyük bir düzen bozukluğu çıkmış ortaya. çünkü her şeyini çaldırıp o çalmıyormuş; böylece biri döndüğünde evini el değmemiş buluyormuş: soymak için dürüst adama düşen evmiş bu. öyle ki, sonunda evi soyulmayanlar zenginleşince hırsızlık yapmak istememeye başlamışlar. öte yandan, dürüst adamın evini soymaya gidenler evi boş buluyorlarmış; onun için de yoksullaşıyorlarmış.

    bu arada zengin olanlar geceleri köprüye gidip altından akan suya bakma alışkanlığı edinmişler. bu, düzen bozukluğunu daha da artırmış, çünkü zenginler çoğaldıkça yoksullar da çoğalıyormuş.

    zenginler geceleri köprüye gitmeyi sürdürürlerse yoksullaşacaklarını görmüşler. yoksullara para verelim de bizim yerimize çalsınlar diye düşünmüşler. sözleşmeler imzalanmış, maaşlar, yüzdeler belirlenmiş: ne de olsa hırsızmış hepsi, birbirlerini dolandırmaya devam ediyorlarmış. ama zenginler daha da zenginleşiyor, yoksullar daha da yoksullaşıyormuş. hırsızlık yapmayınca da yoksullaşıyorlarmış, onlardan daha yoksul olanlar tarafından soyuluyorlarmış. bunun üzerine, yoksullardan mallarını korumaları için en yoksul olanlara para ödemeye başlamışlar. böylece polis teşkilatını kurmuşlar, cezaevleri inşa ettirmişler.

    dürüst adam vakasından birkaç yıl sonra çalmak ya da soyulmak konusu konuşulmaz olmuş, artık zengin ve yoksul konuşuluyormuş; ama sonuçta hepsi hırsız olarak kalmış.

    dürüst olarak tek o adam çıkmış içlerinden, o da zaten kısa sürede açlıktan ölmüş.

    italo calvino-yüz karası
  • calvino, 15 ekim 1923’te anne-babasının bilimsel araştırmalar yaptığı havana-küba’nın bir banliyösü olan santiago de las vegas’ta doğar. milliyetçi olmasalar da, italyan köklerini unutmasını istemeyen ebeveynleri ona italo adını verir. yıllarca meksika ve başka orta amerika ülkelerinde yaşamış olan babası tarım mühendisi ve botanikçi; annesi ise botanikçi ve aynı zamanda üniversitede hocadır ve italo doğduktan iki yıl sonra calvinolar italya’ya dönerek san remo’ya yerleşirler.

    calvino’nun çocukluğu, doğayla içiçe, babasının yönettiği çiçekçilik araştırma merkezinin olduğu evleri la meridiana‘da ağaca tüneyen baron’a da esin kaynağı olacak şekilde ağaçlara tırmanarak ve dalların arasına tüneyerek geçer.

    italyancadaki başarısından dolayı 1934 yılında italya’da kraliyet lisesi’ne kabul edilen italo'nun alesi, eğitim vermedikleri din derslerinden muaf tutulmasını ister. bu durum, katoliklerin çoğunlukta olduğu bir ülkede calvino’nun bazı sorunlar yaşamasına yol açsa da eğitimi esnasında repubblica gazetesinin gelecekte müdürü olacak eugenio scalfari ile sıra arkadaşı olarak öğrenim görür.

    calvino’nun kitaplarla ilk tanışması egzotik dünyalara, fantastik serüvenlere olan tutkusunu oluşturacak olan kipling ile gerçekleşir. aynı dönemde mizah dergileri okumaya başlaması calvino’yu çizgi roman çizmeye yöneltir. öte yandan sinemaya da ilgi duyar. san remo’da yaşadığı keyifli ve siyasete yönlenmemiş ergenlik dönemi, savaşın başlamasıyla sona erer.

    kısa hikayeler, tiyatro oyunları ve şiirler yazdığı lise döneminden sonra torino üniversitesi tarım fakültesi’ne yazılsa da 1943’te floransa üniversitesi’ne transfer olur. bu sıralarda, lise arkadaşı eugenio scalfari ile olan yakın ilişkisi kültürel ve siyasi bir bilinçlenme dönemini başlatır. huizinga, montale, vittorini, pisacane okumaya, anti-faşist bir tutum benimsemeye başlar.

    8 ekim 1943’te askere çağrılırsa da gitmediği için bir süre gizlenmek zorunda kalır ve 1944’te italyan komünist partisi’ne katılır. anne-babasının almanlar tarafından tutuklanarak cezaevine gönderildiği esnada garibaldi grubuna dahil olarak deniz alpleri’nde partizan mücadelesinde yer alır.

    savaş bittikten ve anne babası da salıverildikten sonra, gazete ve dergilerde çalışır. torino’da vittorini’nin dergisi politecnico’ya, parti’nin resmi gazetesi l’unita’ya yazılar yazar. italya’nın yeniden yapılanmasında ve faşizme karşı tavırda en gerçekçi programa sahip olduğuna inandığı komunist parti'ye katılan calvino, bu arada tarım fakültesi’nden ayrılıp tezini joseph conrad üzerine yazarak 1947’de mezun olacağı edebiyat fakültesi’ne geçer. aynı yıl torino’daki einaudi yayınevinde çalışmaya başlar. daha sonraları bu yayınevinde editör olan calvino’nun tüm yapıtları burada yayınlanır.

    ellili yılların başına doğru calvino, savaş zamanında yaşadıklarını anlatan öyküler yazmaya başlar ve örümceklerin yuvalandığı patika adlı kitabını natalia ginzburg ile einaudi yayınevini tekrar canlandırmaya çalışan yazar arkadaşı cesare pavese ile paylaşır. pavese, sayesinde 1947’de yayınlanan kitap hatırı sayılır bir başarı sağlar. örümceklerin yuvalandığı patika’yla prestijli riccione ödülü’nü kazansa da yazar olarak kariyerinin başlamasını sağlayan cesare pavese’in intiharı üzerinde derin bir sarsıntı yaratır.

    torino’da, önemli yazarlarının eserlerine katkıda bulunduğu editörlük tecrübeleri esnasında politik ve edebi yönde gelişimini de önemli derecede artırır. bu deneyimleri bir kış gecesi eğer bir yolcu gibi, okur ve metin arasındaki ilişkinin analizini oluşturduğu olağanüstü kurguların yanı sıra yarı-kurgu eserler de yaratılmasını sağlar.

    1949’da yayınlanan ve kısa hikayelerden oluşan karga sona kaldı adlı kitabında direniş ve savaş sonrası italya’sını konu ederken 1960 yılında salento ödülü’nü kazandıran ikiye bölünen vikont (1952), ağaca tüneyen baron (1957) ve varolmayan şövalye (1959) üçlemesiyle 1950’lerde yön değiştirir. bu son derece fantastik romanlar, o zamanki toplumu konu almasa da alegorik olarak o günkü sosyal ve politik meselelere dair derin bir endişeyi dile getirir.

    1959’da calvino savaş sonrası entelektüel sol kanadın öncüsü elio vittorini ile birlikte sol politik partilerin karşı karşıya kaldıkları krizleri, sosyal, tarihi ve edebi sorunları çözmeye eğildikleri menabò adlı dergiyi kurar.

    calvino, jorge luis borges, ferdinand de saussure, roland barthes ve vladimir propp ile tanıştığı göstergebilim ve yapısalcılığın etkisi altında alışıldık temalarından uzaklaşarak, modern bilimin hayali koşullar yaratmak üzere kullanıldığı ve evrenle insanların yaratılışını konu alan kozmokomik öyküler ile sıfır zaman’ı bilinç akışı yöntemini kullanarak yazar.

    calvino, einaudi’deki işinden ayrılmadan 1964’te paris’e taşınır ve burada tanıştığı arjantin asıllı esther singer ile evlenir. bir yıl sonra kızları abigail doğar. “benim için en ideal yer bir yabancı olarak yaşamanın en doğal olduğu yerdir” diyen calvino italya’dan uzakta yaşamaktan mutludur. çünkü burada tanıştığı raymond queneau ve françois lelionanais önderliğinde yürütülen amacı yazı yazmakla ilgili tüm olasılıkları keşfetmek ve yazıya matematiksel yapıları uygulamak olan oulipo (potansiyel edebiyat atölyesi) etkisiyle daha çok anlatım diline ve yoruma odaklandığı kesişen yazgılar şatosu’nu yayınlar. kitapta öyküler büyülü tarot kartlarının okunmasıyla oluşturulur, kartlar yalnızca geleceği tahmin etmekte değil, ama geçmişi tekrar yaratmak için de kullanılır.

    1969’da queneau’nun mavi çiçekler adlı kitabını italyanca’ya çevirir. 1972’de kahramanı, imparatorluğundaki çeşitli hayali kentleri anlatarak yaşlı kubilay han’ı eğlendiren marco polo olan ve arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlediği görünmez kentler’i yayınlar. göndergesel edebi oyunlar içeren kitabı bir kış gecesi eğer bir yolcu ise 1979’da yayınlanır.

    1980’de ailesiyle birlikte italya’ya geri döner ve yerleştiği roma’da la repubblica gazetesinde olan çalışmalarını yoğunlaştırır. denemelerini topladığı una pietra sopra: discorsi di letteratura e societa adlı kitabı 1980’de, insan ve evren, doğa ve insan iletişimindeki gizli benzerlikleri bir iç konuşmayla sorgulayan bay palomar’ı anlattığı palomar ise 1983’de yayınlanır.

    19 eylül 1985’te calvino geçirdiği beyin kanaması sonucunda sinea’da yaşamını yitirir. altı dersten oluşması gereken amerika dersleri’ni tamamlanamaz, ama beşi bir kitapta yayınlanır.

    cosimo, agilulfo, medardo, palomar, qfwfq, pfwfp ve nicelerine duyduğum tüm sevgiyle...
  • bir kış gecesi eger bir yolcu'yu yazarak, bir kitap nasıl yazılır, nasıl okunuru dosta düşmana ilan eden, italyan edebiyatının da bu dünyada olduğunu hatırlatan yazar
  • büyük modern edebiyatın, derin hafifliğin ve hafif derinliğin ikiye bölünen vikontu. edebiyat dünyasında bugün bir benzeri varolmayan şövalye. artık onu ancak bir kış gecesi eğer bir yolcu, yolu görünmez kentlerden birine düşerse görebilir.
  • bazı yazarlar vardır, belli yaş aralıklarına hitap ederler. ergenliği tamamlamadan önce dostoyevski okumak tehlikelidir, oscar wilde'ı ise orta yaşa varmadan anlamak gerekir mesela. calvino ise her zaman geri dönmek isteyeceğiniz bir isim. herşeyi bildiğinizi zannetiğiniz genç yaşlarda da, olgunlaştığınızı sandığınız zamanlarda da; bir silkelenip kendinizi tekrar bulmanız gerektiği anlarda başvurmanız gereken müessesedir.
  • gorunmez kentler'in son sayfasinda yuze carpan yazinin tamami ise soyledir:

    ve polo: “biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. iki yolu var acı çekmemenin: birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. ikinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.” [görünmez kentler, yky 2002, s. 204.]
  • teresa diye bagiran adam

    kaldirimdan indim, birkac adim gerisin geriye yurudum, ve caddenin ortasindan ellerimi borazan yapip apartmanin
    tepesine bagirdim: "teresa!"

    ayisiginda golgem ayaklarimin altinda kipirdandi.

    birisi geliyordu. yeniden bagirdim: "teresa!" adam yanima geldi: "daha yuksek sesle bagirmazsan seni duymayacak.
    birlikte deneyelim. uce kadar say, ve beraber bagiriyoruz." "bir, iki, uc" dedi ve beraber bagirdik: "tereeeesaaaa!"

    sinemadan veya kahveden cikmis olmalilar, ufak bir arkadas grubu geliyordu, bizi gorduler. "biz de yardim edelim"
    dediler. caddenin ortasinda bize katildilar, ilk adam "bir iki uc" dedi, ve her beraber bagirdik: "te-reee-saaa!"

    baska birisi daha gelip katildi; on bes dakika icinde neredeyse yirmi kisi olmustuk. arada yeni katilanlar da oluyordu.

    uyumlu, ayni anda bagirmak icin organize olmak kolay olmuyordu. hep ya birisi once basliyordu, ya da digerlerinden
    gec bitiriyordu, ama sonunda iyi bir hale getirdik bagirmamizi. ilk "te" kalin sesle ve uzun soylenecek, "re", ince ve
    uzun, "sa", kalin ve kisa, boyle anlastik. harika bir ses cikiyordu. sadece arada bir, birisinin sesi gidince ufak bir
    gurultu, o kadar.

    tam dogru bir sekilde yapmaya baslamistik ki, sesi, yuzu benli biri cagrisimi yapan birisi sordu: "iyi de, evde olduguna
    emin misin?"

    "hayir", dedim.

    "iste, bu kotu" dedi baska biri. "anahtarini unuttun, di mi?"

    "isin asli", dedim, "anahtarim var."

    "e, peki", dediler, "neden yukari cikmiyorsun?"

    "haa, ama ben burada oturmuyorum", dedim. "sehrin obur tarafindayim"

    "peki oyleyse", dedi benli adam, "merakimi bagisla ama burada kim oturuyor?"

    "hic bilemiyorum" dedim.

    biraz kafalari karisti.

    "peki, rica etsem aciklayabilir misin" dedi, catlak sesli biri. "neden burada durmus teresa diye bagiriyorsun?"

    "valla, bana kalirsa" dedim, "baska bir isim de bagirabiliriz, veya baska bir yere gidip orada da bagirabiliriz.
    farketmez benim icin."

    biraz bozuldular.

    "bize bir oyun oynamiyordun umarim" dedi, benli adam supheyle.

    "efendim?" dedim, kizginca, beni desteklemeleri icin digerlerine dondum. digerleri ses cikarmadilar, ne olup bittigini
    anlamadan bakiyorlardi.

    bir tedirginlik oldu.

    "hadi", dedi biri iyi niyetle, "son bir kez bagirip eve gidelim"

    bir kere daha bagirdik: "bir, iki, uc. teresa!", ama bu sefer cok guzel olmadi.

    sonra, herkes evine, baska baska yonlere dogru yola koyuldu.

    obur caddeye sapmistim ki, birisinin hala bagirmakta oldugunu isitir gibi oldum: "tee-reee-sa!"

    birisi kalmis, bagirmaya devam ediyor olmaliydi. inatci birisi...

    italo calvino'dan - "numbers in dark and other stories" adli kitabindan
  • görünmez kentler diye bir kitabını gösterdi temel tasarım hocası; "okuyacaksınız yorumlayacaksınız" diyerek, 1990 yılı aralık ayı idi... tasarımın amacını kavramaya çalışan 18 yaşındaki bir bünyeye kitabın gerekliliğini farkettirmek güç oldu, sonradan diğer arkadaşlarımın da hoşlanmadığını öğrendim.
    çok zaman geçti üzerinden, istanbulda, okuldan bir arkadaşıma gittim. kitaplığında italo calvino'lar sıralanmış... "sevmiş miydin sen görünmez kentleri" dedim, "diğer kitaplarını başka buldum, çok sevdim sonra, bence sen de denemelisin" dedi. atalarımız üçlemesini ankara'ya döndüğümde dost kitabevi'nde buldum. her bir kitabı okuduğum mekanlar gözümün önünde hala. tutkuyla sarılmıştım, tutulmuştum... en çok varolmayan şövalye etkiledi beni, ya da ikiye bölünen vikont ne bileyim belki de ağaca tüneyen baron. her bulduğum kitabını topladım. zaten toplanabilecek çok da kitabevi yoktu ankara'da. 1995 yılında, sonradan kendi de kitap yazacak, sinemasever meslektaşımın evinde calvinoları görünce onu daha çok sevdiğimi farkettim, demek ki calvino okuyanları ben daha çok sevebiliyordum, calvino sevmek demek böyle bir şeydi. belki de yazarın naifliğindendi, ya da okuyanların naifliğe meyletmesinden.
    en çok kozmokomik öyküler'in ismini sevdim, hem de türkçe olmasına rağmen. önceleri sadece can yayınları basıyordu kitaplarını, başka yayınevleri de girdi devreye. alabildiklerimi topladım. ne zaman okumaya karşı hevesim kırılsa, rastgele bir kitabını açıp içinden bir kaç sayfa okuyorum. hikayenin başını ya da sonunu bilmenin bir önemi olmuyor okurken.
    şu an emekliliğe dair tek planım topladığım kitaplarımın eksiklerini tamamlayarak, eserlerini baştan okumak, borges ile birlikte.
  • cağaloğlu'nda kitapçı bir arkadaşımı sık sık görmeye giderdim. her ziyaretimde eline geçen kitaplardan (kitapçılar birbirlerine yeni baskı kitapları yollarlar) bir şeyler ayırır, bunları mutlaka okumalısın derdi.

    2010 baharı olması lazım, yine onu görmeye gitmiştim. kitapçıdan çıktık sirkeciye doğru yürüyoruz. birden durdu ve bana; çizgi sen calvino'dan hiç söz etmedin okumadın galiba dedi.

    okumayı bırak adını bile duymamıştım. ve bunu söyledim! hemen bir iki yer arandı, calvino'nun görünmez kentler'i bulundu, getirecek kişiye köprünün ayağına geçiyoruz sende gel dendi ve şahsım bu muhteşem beyinle ayrılmamacasına tanıştı..

    eskiden her şey ne güzeldi, ne güzeldi, ne güzel..

    kitaptan, han ve marco'nun sohbetinden bir alıntı;

    “kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. kentleri de rüyalar gibi arzular veya korkular kurar; söylediklerimin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey, başka bir şeyi gizliyor olsa da.”

    ne arzularım, ne korkularım var benim” dedi han, “benim düşlerimi ya düşünce ya da rastlantılar oluşturur.”

    “kentler de düşüncenin ya da rastlantının eseri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri, ne öteki ayakta tutmaya yeter onların surlarını. bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sunduğun bir soruya verdiği yanıttır.”

    “ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği sorudur, tıpkı thebai'nin sfenks'in ağzından sorduğu soru gibi.”

    debe edit: calvino okumaya başlamak ve görünmez kentler'le ilgili bir kaç mesaj aldım. bence hepsinin tadı başka olsa da; calvino okumaya (ilk okuduğum kitabı olduğu için belki de) görünmez kentler ile başlanabilir. ben ışıl saatçıoğlu çevirisi ile okudum. çevirisi nefisti, kitabın bu kadar büyüleyici olmasının sebeplerinden biri çeviri kalitesi kesinlikle. ben başta önsöz, ön açıklama vesair gibi kitap öncesi yazıları okumam; onları en son okurum. yani önce kitaba girmeye çalışır, sonra gerek yazarın kendi açıklaması, gerek çevirmenin önsözünü/notlarını okurum. çünkü öbür türlü önyargı yarattığını ve bazen de okuyucuyu sıktığını düşünüyorum.
hesabın var mı? giriş yap