• bence insanin acziyetinin farkina en güzel varabilmis filozof-yazardir, onu okudukca insan ne oldugunu ve olabilecegini daha iyi idrak eder...

    hakkinda yazdigim bir yaziyi buraya da aktarmanin iyi olacagini düsünüyorum...

    doğayı anlama çabası denen şey asil bir uğraştır. onun üstesinden herkes gelemez; aslında kimse onun üstesinden gelemez lakin kimileri bu manzaradan daha çok ilham alır ve bunu eserleriyle daha iyi yansıtır. doğa, her insana her yönünü açmaz bir de, kısıtlı görüş açısı sağlar bizlere. müzikte iyi olan felsefeden, felsefede iyi olan parasını yönetmekten muzdariptir. gerçek şu ki; insanin yetenekleri kısıtlı, arzuları sonsuzdur ve bu durum belki de en büyük mutsuzluk kaynaklarımızdan birisini oluşturur.

    zamanın, kalan üç boyutla yani maddi evrenle kesişiminde yer alan insan, tüm bu değişime ve dönüşüme tanıklık eden insan; ucundan da olsa ona etki den insan; kısıtlı zamanında büyük işler başarmaya azmeder. neticede büyük bir yüzdesi bu konuda belki şartlardan, belki isteksizliğinden, belki motivasyon eksikliğinden dolayı başarıdan yoksundur. ancak insan, büyük olmanın hazzına eremese de en azından azda olsa dünyanın değişiminde pay kapar, üstelik bunu sadece yaşamış olarak yapar.

    ingiliz düşünür thomas carlye dünyaya gelmiş geçmiş kahramanları anlattığı ünlü konferanslar dizisinde şöyle demiştir: „bugün bizim tarih diye okuduğumuz şey; esasında yeryüzüne inmiş büyük adamların biyografilerinden başkası değildir.“ şüphesiz ki tarih olaylar kadar onları yaratan insanlardır da. peki, her insan tarih midir? carlye haklı, kuşkusuz değildir. belki insan topluluklarına tarih diyebiliriz ama burada konumuz kendi başına tarih olabilen insandır. konumuz; napolyon’dur, goethe’dir, cengiz han’dır, mimar sinan’dır, newton‘dur. peki, bu insanları yığınlardan ayıran şey nedir? onları birer meşale yapan, birer rol modeli haline getiren şey nedir? zekâları mı, kararlılıkları mı, cesaretleri mi belki de bir miktar şansları mı? bu tartışıldığında sonunda hepsinden bir parça aldıkları görülecektir. oysa esas üzerinde durulması gereken bu insanların hayatlarındaki ortak kırılma noktalardır. sınırları nasıl aşabildikleridir, çoğu insanı kuşatan o rutin hayat çemberinden kendilerini dışarıya nasıl atabildikleridir. her insan başarılı olabilir, en iyi diplomaları duvara asabilir, çevresinde oldukça saygın biri olarak görülebilir, iyi kazanıp bir servet yaratabilir, ama ömründen taşabilir mi? yaşamına sığdırabildikleri onun ölümsüzlüğünü de tescil edebilir mi? üç beş kemiğin yanında gerideki ruhlara dokunacak bir şeyler bırakabilir mi?

    cevabı kişiye, beklentilerine, yeteneklerine, düşüncelerinin yoğunluğuna, en mühimiyse hayallerine kalmış bir soru bu. basitlikte ve sadelikte anlam bulan birine diyecek sözümüz olmaz. sadelikte sadeleştirdiğimizde bir nevi büyüklük olabilir muhakkak. birey yalnızca kendisi için yaşamak isterse varsın yaşasın. buna bencillik diyemeyiz. paylaşılmayan yetenekler bencillik değildir. olsa olsa fırsat tepmektir. bu insanların eksiği kendilerini sorgulamayı becerememeleridir. mükemmel bir bicimde çivi çaktığını bilir insan lakin bunu mükemmel bir bina yapana kadar geliştirebileceğine inanamaz çünkü bunu ne denemiştir ne de yapabileceğine inanmıştır. beyninde mükemmel bir yetenekle birlikte kusursuz bir güvensizlik hissi birlikte sürdürür yaşamını. islık çalarken gökyüzünü seyretmenin zevkinden de mahrumdur bu insanlar; gerçek manada sevgi duymanın ne demek olduğunu anlamaktan da.

    johann wolfgang von goethe’nin büyüklüğünün tarifinde ise tüm diğer büyük insanlarda olduğu gibi adanmışlıklara, keskin bir zekâya, her manada dramatik yenilgilere ve özgür bir ruha atıfta bulunmadan geçemeyiz. zaten büyük bir insan profili her anlamda zıtlıklara ve bu zıtlıkların ortak bir potada eritilmesini ve sonunda kaos denen şeyin çözümünü barındırmaz mı? nasıl bir bilim adamı kafasına takılan doğaya ait bir sorunun peşinden giderek ve onu çözerek ruhunu ve insanları tatmin ediyorsa; bir savaşçı lider harap olmuş ve zapt edilmiş ülkesini özgürlüğe ve refaha kavuşturarak kutsal kabul ediliyorsa; bir şair, filozof yahut yazar da insanın her gün ve belki her dakika yaşadığı varoluş sorunlarını, hezeyanlarını irdeleyerek dahası onlara kendince bir çözüm önererek tarihin akışında bir yere tutunur.

    goethe aslında birçok açıdan şanslı doğmuş bir insandı. her şeyden önce asil bir aileden geliyordu; üzerine titreyen bir anne ve babaya sahipti. çok küçük yaşlarda fransızca, latince ve eski yunanca öğrendi. doğum yeri olan frankfurt’ta yaşadıkları ev o dönemin meşhur sanatçılarının uğrak yerlerinden biriydi. kısacası tam bir rönesans adamıydı.

    ancak tüm bu zenginlik, zekâ ve şaşaaya rağmen, zannediyorum ki goethe kendisini aciz hissediyordu. bu acziyetin kaynağı ise her şey olabilmenin telaşında olmasıydı. hukuk eğitimi almış, şiirlerinde zirveyi yakalamış, anatomi, botanik ve renkler kuramı ile ilgili çalışmalar yapmış, bir dönem kamu idareciliği yapmış, italya’yı ziyaret ettiği dönemde resme ilgi duymuş ve romanlarıyla kafka’nın deyimiyle alman dilini gelişmekten alıkoymuştu. hangi yönüyle olursa olsun evren ve insan onun ilgi alanındaydı. yaşamın ve mutluluğun kaynağının bilmekten geçtiğine inanıyordu. bu konuda yazdıkları onun bilgiye olan açlığını göstermesi açısından önemlidir: ” yaşamak, kendini adam etmektir. zekâ ve bilgiyi kullanarak etinden kemiğinden kendi heykelini yapmaktır.”
    goethe denince yekpare ve sabit bir hayat ideali olan bir goethe anlarsak fena halde yanılmış oluruz. goethe’nin hayatı, edebi ve manevi olarak dönemlere ayrılır. sürekli bir arayış içerisinde olan ruhunu ikna etmenin yollarını sürekli değiştirmiş ve bunu yaparken önyargıdan her daim uzak kalmıştır.

    goethe’nin ilk dönemi çevresi ve döneminde var olan yoğun romantik akımın etkisiyle yaşadığı aşklardan beslenmiştir. goethe’nin büyük ve o yıllarda bile neredeyse tüm kıtalarda tanınan eseri “genç werther’in acıları” aslında arkadaşının nişanlısına âşık olan goethe’nin üstü kapalı bir şekilde kendinden bahsettiği romanıdır. genç werther o dönem o kadar popüler olmuştu ki kıtanın her yerinde kitabın sonunda umutsuz werther’in lotte’ye olan aşkı sonucunda yaptığına benzer şekilde intiharlar yaygınlaşmıştı. aslında goethe, belki bu roman yüzünden bir dönemin gençlerine sıkı bir özür borçludur, bu kitap aynı zamanda masum bir dehanın yeri geldiğinde yaşattığı duygu fırtınasıyla nasıl bir kitle imha silahına dönüşebileceğini göstermesi bakımından ironiktir. genç werther ayrıca romanı yazılan roman statüsüne erişmiş bir kitap olması bakımından da enteresandır. nobel ödüllü thomas mann kitabın devamı niteliğinde “lotte in weimar” isimli romanı kaleme almıştır. daha sonra almanya’da ki ününün büyük ölçüde bu eserden geldiğini anlayan ve bundan rahatsızlık duyan goethe eseri “hastalıklı şey” olarak tanımlayacaktı.

    kazandığı tüm başarılara rağmen sturm und drang (fırtına ve coşku) diye adlandırılan ve derinlikten uzak, halkçı bu sanat anlayışının düşünce dünyasına uymadığını anlayan goethe kendisini seyahatlere vermiştir. sonucunda hayal kırıklığına uğradığı bu seyahatlerin ardından weimar’a dönmüş ve rahat çalışma şartlarıyla birlikte dolgun bir maaşla dük’ün hizmetine girmiştir.

    goethe ayrıca bu dönemde bürokratik görevlerinden dolayı fazla ciddi eser veremeyip pozitif bilimlere ilgi duymaya başlamıştır. insandaki çene kemiğini ilk olarak keşfi bu döneme rastlar. ayrıca aralarında aşk ilişkisi mi yahut arkadaşlık mı olduğu belli olmayan charlotte von stein isimli kendisinden yedi yaş büyük bayanla bu dönemde yaklaşık iki bin defa mektuplaşmıştır. goethe’nin “geçmiş, gelecek ve evren” olarak tanımladığı bu ilişkide ilginç olan ise mektupların kaynağını romantizmden daha çok varoluşsal kaygıların, görgü kurallarının, saray çevresiyle ilgili söylentilerin oluşturmasıdır. kısacası bu entelektüel tarafı yoğun olan bir gönül birlikteliği olabilir. yine de goethe 1776 yılında bu durumdan ve genel memnuniyetsizliğinden dolayı bunalıma girerek weimar’dan kaçar ve italya seyahatine çıkar; bu olayı charlotte’un asla affetmediği söylenir.

    italya döneminde genç werther’den kaynaklı tanınırlığından pek hoşnut olmayan goethe takma bir isimle seyahat eder. bu dönemde roma mimarisine ve italya’nın akdeniz iklimiyle yoğrulmuş yaşam tarzına derin bir hayranlık beslemiş ve yaptığı 850 çizimle resim sanatında da örnekler vermekten geri durmamıştır. ayrıca iki yıl süren bu dönem goethe’nin, kendi ifadesiyle “yeniden doğuş” ve romantizmden klasizme geçiş dönemi olmuştur.

    weimar’a geri dönen goethe artık daha farklı bir hayat anlayışına sahiptir. saray çevresi tarafından halk tabakasından basit bir kadın olarak görülen ancak kendisinin neşeli karakteri dolayısıyla benimsediği christine ile evliliği ve ölen dört çocuğunun ardından doğan oğlu august’a kavuşması bu dönemdedir. ayrıca goethe’nin bürokrasiden akademik hayata geçişi de bu döneme rastlar. dük tarafından jena üniversitesi’nin denetlenmesiyle görevlendirilir. bu görevi çok önemsemiş ve daha sonraları edebiyat tarihinin en büyük dostluklarından birini yaşayacağı schiller’i bu üniversitede tanımıştır. ayrıca o dönemde avrupa’yı kasıp kavuran fransız devrimi’ne weimar’da ki genel kanının aksine destek vermiş ve oğlu august’u savaşa göndermemiştir.

    “kardeşlerimi tanrı yarattı ama dostlarımı ben buldum” diyen goethe’nin yaşamı boyunca en çok etkilendiği, değer verdiği ve edebi olarak beslendiği dostu kuşkusuz schiller olmuştur. aynı zamanda doktora derecesinde tıp eğitimine sahip olan frederic schiller jena üniversitesi’nde görevli bir tarih profesörü ve goethe’nin dehasına hayran olmakla birlikte kendi mizacı ve goethe’nin o dönem sahip olduğu erişilmez imajı yüzünden ona yaklaşmakta çekinen birisidir. yine de kendi çıkardığı kültür ve sanat dergisi “die horen” için goethe’ye işbirliği teklifinde bulunur. geçmişte herhangi ciddi bir samimiyetleri olmamasına karşın goethe teklifi biraz da edebiyattan uzak kalmış olmanın huzursuzluğuyla kabul eder. bu dönem hem schiller hem goethe hem de dünya edebiyatı için çok verimli bir dönem olur zira schiller, goethe’nin bir lebenswerk (hayat boyu yazılan eser) olarak kaleme aldığı ve bir türlü bitirmek için cesaret bulamadığı görkemli eseri faust’u bitirmesi için ona en büyük cesareti veren kişi olmuştur. ayrıca goethe bu döneminde oldukça beğenilen ve bildungsroman yani bir insanın çocukluğundan başlayarak hayatında geçirdiği evreleri anlatan roman olarak kaleme aldığı wilhelm meister’in çıraklık yılları isimli eserini yine schiller’in katkısıyla bitirir. ayrıca goethe de schiller’in wallenstein isimli sevilen eserine ciddi eleştirel katkılarda bulunur. kendinden on beş yaş küçük olan ve goethe’nin “ onlar bana ikinci bir gençliği aşıladılar ve beni tekrar yazarlığa yükselttiler.” diye övdüğü bu dostluğu, schiller’in goethe’nin başında bulunduğu saray tiyatrosunda ki son buluşmalarından bir hafta sonra tüberkülozdan ölmesiyle son bulur. goethe bu ölümün ardından “varlığımın yarısını yitirdim” der. hatta bir şehir efsanesine göre goethe o dönem sadece ünlü alman bilim adamı von humbolt’un haberi olduğu halde schiller’in kafatasını ödünç alır ve onu “schiller’in kafatasını incelerken“ isimli şiirine konu eder. (bu tarihçilere göre o dönem entelektüelleri arasında yaygın bir uygulamadır.) goethe ile schiller bugün weimar’da hanedanlar mezarlığı’nda beraber yatmaktadırlar.

    yakın dostunu yitirmenin hezeyanını ciddi bir süre yasayan goethe, bu ruh haliyle faust’un ilk cildini bitirebilme cesaretini bulmuştur, ona faust’un ikinci cildini ise oğlu august’un ölümü bitirtecektir ve faust bittikten haftalar sonra goethe’de hayatını kaybeder. dr. faust aslında goethe’nin yoktan var ettiği bir karakter değildir. doktor faustus ingiliz oyun yazarı marlowe’un 14. yüzyılda kaleme aldığı ve şeytanla pazarlığa girip kaybeden birini anlattığı eseridir. goethe bu fikri oldukça farklı bir olay örgüsüyle yazmıştır. kitapta bir insanın mümkün olabilen tüm cevapları arayışını ve bu arayışta şeytanın vaat ettiklerine başkaldırısını anlatır. marlowe’a göre en bariz farkı ise daha iyimser olması, insanın tarafını tutmasıdır.

    faust; felsefeyi, tıbbı, teolojiyi ve tüm doğa bilimlerini araştırmış ancak yeryüzünün sırrına vakıf olamamış, hayatını boşa tükettiğini düşünen biri olarak ortaya çıkar. bu noktada şeytan mefisto’ya kalbini sıkıntıdan ve huzursuzluktan kurtarmayı başarırsa ruhunu ona satacağına dair bir söz verir. pazarlığın bitişi söyle kararlaştırılır: şeytan, faust’a verebileceği tüm hazları verecek ve faust şeytana “dur! ey zaman, ne güzelsin” diyecek olursa iddia mefisto’nun lehine bitecektir. bu pazarlığın kökeni ise kuluna oldukça güvenen tanrı’nın mefisto ile girdiği iddiadır.

    ünlü “zavallı şeytan, bana ne verebilirsin ki?” dizeleriyle başlayan eser boyunca mefisto faust’u kandırabilmek için elinden gelen tüm dünyevi hazları teklif eder ancak her seferinde başarısız olur. faust her seferinde ruhunu tatminsizlikten kurtaramaz ve mefisto yüzünden adeta bir günah denizinde boğulur. dahası mefisto yüzünden bulaştığı tüm işler yüzünden kendine olan saygısını yitirir. nihayetinde faust’un ağzından “dur! ey zaman; ne güzelsin!” sözleri ancak ölümü geldiğinde duyulur. ancak aydınlanmış ruhu evet demesini öğrendiği ve bu yolculukta vazgeçmeyi son ana değin düşünmediği için bahsi kaybetmez. bunun en büyük nedeniyse faust’un mefisto’nun tüm hilelerine rağmen sonunda tanrısallıktan vazgeçmeyip özüne yönelmesidir.

    faust, goethe’nin tüm hayatının, yaşadığı pişmanlıkların, gelişimlerin ve anlam arayışının bir özeti gibidir. 21 yaşında başladığı bu kitabi 83 yaşında ölmeden bir kaç hafta önce bitirebilmiştir. kitap kısım kısım ilerledikçe romantizmden klasizme doğru evrilir. nihayetinde hümanist bir kitaptır ve insanin tüm işlediği günahlara karşın bu dünyada mutluluğa erişebileceğini vurgular. sonuçta faust ruhunu şeytana satmaktan kurtularak insanin erdem sayesinde tüm zorluklar ve çöküşlere rağmen ayağa kalkabileceğini, değerini koruyabileceğini göstermiştir.

    goethe’yi çağının ve batı dünyasının ünlü filozoflarından ayıran en büyük farklılıklarından biri ise doğu’ya olan ilgisi olmuştur. özellikle schiller’in ölümünün ardından doğu’nun mistik eserlerine ilgi duymuş, kuran’ı defalarca hatmetmiştir. iranlı şair hafız-i şirazi’ye olan büyük hayranlığı bu döneme denk gelir.

    hafız-i şirazi iran’da bugün bile sokaktan geçen herhangi birinin dahi bir kaç beyitini ezbere bildiği büyük bir fars şairidir. goethe ona olan hayranlığını: “onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini anladım. yoksa bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramayacaktım. ” sözleriyle ifade eder. joseph von hammer’ın hafız-ı şirazi divanı çevirisini okuyan goethe ileriki günlerde hafız’ın büyüklüğü karşısında büyülenerek son eseri olan doğu batı divanı’nı yazmaya karar verir. kitap, goethe’nin çoğunlukla doğu ve islam kültürü ile ilgili yazdığı şiirlerini ve fikirlerini barındıran on iki bölümden oluşur. ayrıca kitabin en ünlü kısmı olan buch der zulekha (züleyha kitabı) barındırdığı aşk şiirleri nedeniyle en az kitabın kendi kadar popüler olmuş ve nice şaire ilham vermiştir. ayrıca kitapta ki goethe’nin yaptığı “doğu ve batı birbirinden ayrılamaz” vurgusundan oldukça etkilenen filistinli ünlü düşünür edward said, doğu batı divanı orkestrası’nı kurmuştur.

    hayatının son günlerinde bile ciddi bir çabayla renkler kuramı ve botanik ile ilgili fikirlerini dostlarıyla mektuplaşmış, öğrenme ve arama isteğinden vazgeçmemiştir. belki bu isteğin bitmesini, her zaman en çok kıymet verdiği şey olan eylemden geri kalmayı ölümden daha da can sıkıcı olarak görüyordu. eckermann isimli kitabında şöyle yazar: “ insan, dünyanın problemlerini çözmek için değil, ama problemin nerede oluştuğunu anlamak ve sonunda da kavranabilir olanın sınırında durmak için doğmuştur.”

    nihayetinde goethe 83 yıl süren bu anlam arayışını 22 mart 1832 günü noktalandırmak zorunda kaldı.” cevapların en ciddisi mezardır.” diyen goethe’nin yanlis anlasildigini düsündügüm bir rivayete göre son sözleri:”işık, daha çok ışık” olmuştur. “yaşamak demek, aslında başkalarının ölümünü yaşamaktan pek fazla bir şey değil “diyen goethe, ülkesi almanya’da ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra bile neredeyse her alanda onurlandırılmaktadır.

    bir dahi, kendisi bunun farkında olmasa da, belki doğuştan, belki sonradan bürünülen bir biçimde insanlığa karşı ciddi bir sorumluluk taşır. çünkü ileriki neslin ne tür bir kavramlar âleminde yaşayacağını belirleyen kişiler bu dâhilerden başkası değildir. goethe insanlığa ciddi bir kavramlar yumağı hediye etmiştir. bıraktığı onlarca eser bu yıllarda bile halen hararetle tartışılmaktadır, okunmaktadır. zaman ve ölüm tüm insanları eşit kılsa da, insanin maddi benliğinden öte olan şeyler zamana ve ölüme meydan okumaktan geri durmaz. dahası bu şeyler kıymetini ancak zamanın ve ölümün tükendiği anda kaybeder. kısacası yaratılan bir eser tüm evrene kalıcı bir şekilde sirayet eder.

    adanmış bir hayat ancak insanı büyük kılar. adanmış hayatlar, dünyanın mevcut biçimine gelmesini sağlamış, adanmışlıklar bize hayranlık duyusunu tattırabilmişlerdir. bu bakımdan yetenek tek başına ancak belli bir süre dikkat çekicidir oysa kendini sanatına, bilimine yahut inançlarına adamış bir hayat tam olarak sınırları aşmaya adaydır. kendi deyimiyle :” derin ruhlar hem geçmiş hem gelecekte yaşamak zorundadır.”

    “içimde uyanan yaratma isteği sınırsızdı” diye yazmış johann wolfgang von goethe yaşamıyla ve bıraktıklarıyla büyük sıfatının önünde durmaya fazlasıyla layık bir şahsiyettir. büyük çoğu zaman göz kamaştırıcıdır. ve son söz daima büyüklerin olmalıdır…
  • (bkz: #27829404)
  • şair,yazar,tiyatro yazarı bir kişiliktir. öyle uzun yaşamıştır ki hem klasizmde hem romantizmde hemde çoşku döneminde ismi geçer. ilk öğrendiğimde bana "ne adammış be arkadaş" dedirten kişilik...
  • "an, ebediyettir."

    (bkz: ebu hasan el harakani/#32641671)
  • ''bir dizi güzel gün kadar çekilmez şey yoktur.'' demiş insan. freud da abarttın biraz demiş bu lafın üstüne.
  • "her sağlıklı çaba iç dünyadan dış dünyaya yöneliktir" sözünü, edebiyatçının (sanatçının) yazarken nesnelliği ne ölçüde gözetmesi gerektiğini tarif etmek için söylemişse de, bana derin bir düşünüş sahası açmıştır.

    ben buradan islama, oradan dünya ve ahiret dengesine, biraz da ideolocya örgüsüne..
  • "renkler ışığın eseri ve ızdırabıdır." demiştir. kimi söylentiye göre van gogh bu sözü duyunca sürekli mırıldanır ve çıldırır ve arkadaşı gauginle hararetli tartışırken,gaugin gogh'un kulağını keser.
  • "tanrı biliyor ya, çoğu zaman bir daha uyanmama isteğiyle, hatta bazen bir daha uyanmama umuduyla yatıyorum yatağıma; sabah gözlerimi açıp da güneşi gördüğümde içerliyorum"
  • “bir insan yirmi yaşında genç değilse, kırkında nasıl olsun?” sözlerinin sahibi.
    üzerine kompozisyon yazılabilir.
  • beethoven hakkında saçmalamıştır. da niye ingilizce saçmaladığını ben google'a hararetle sual etmek isterim:

    " i met beethoven. his talent astonished me; nevertheless, he unfortunately has a tumultuous personality, which is not completely wrong in thinking the world repulsive, but undoubtedly he makes no effort to render it more pleasant to himself or to others. he must be shown forgiveness and compassion, for he is loosing his hearing, thing that affects less his musical side, but more his social one. as laconic as he usually is, he is even more so due to his disability."

    http://www.all-about-beethoven.com/…venmature1.html
hesabın var mı? giriş yap