• sir jonathan wolfe miller. ingiliz nörolog, tiyatro ve opera yönetmeni, televizyon yapımcısı ve sunucusu, komedyen, heykeltraş. ek olarak felsefenin önemli konuları hakkında kitaplar yazmış, belgeseller hazırlamış, ingiltere televizyonlarında ilk otopsiyi yayınlamıştır. 61-64 arasında hit olan “beyond the fringe” adlı sit-com’un dört başrol oyuncusundan biridir. muhtemelen otuzsekiz ömre yetecek kadar faal bir hayatı olduğu içindir ki bir sonraki hayatı ve yaratıcının varlığını ısrarla reddetmiş ve atheism tapes ve a rough history of disbelief adında iki belgesel hazırlamıştır ve bu iki eseri sayesinde bu entry ye konu olmaya hak kazanmıştır.

    arthur miller, richard dawkins, denys turner, daniel dennett, colin mcginn ve steven weinberg'in her biri ile yarımşar saatlik röpörtajlardan oluşan atheism tapes, saniyesi kaçırılmadan izlenesi bir başyapıt olmuş.. grubun turner hariç tamamı, mcginn’in deyimiyle “anti-teist”, yani her türlü dini inancın karşısında, onları yıkmak veya hiç değilse dawkins’in deyimiyle (saniyede üç aforizma üretiyor elemanlar, hiç sormayın) “gemiyi sallamak” için aktif olarak cephe almış kişiler.. diyaloglarda hepsi inanca, inançsızlığa, nedenlerine ve sonuçlarına kendi uzmanlık alanlarından yaklaşmışlar; a. miller sosyolojik zorunluluklara, dawkins haliyle evrimi ve yaradılış düşüncesinin sebeplerini, dennett ve mcginn olayın felsefi boyutunu, weinberg’de bilim-din çatışmasını ve günümüzdeki konumunu ele almış, fakat, beşinin de ağız birliği etmişçesine vardığı ortak nokta, dini bakış açısının insanlık tarihi boyunca olağanüstü acı ve sefalete sebep olduğu ve sadece ateist olmakla yetinip tüm bu yıkıma seyirci kalmanın yeterli olmayacağı, gerekirse “köyün ateisti” (benzetme: weinberg) olmak pahasına “bir tür zihinsel bozukluk” (benzetme: j. miller) olan dini inanç olgusunun artık yakadan silkilmesi gerektiği.. dini, artık, metafiziksel özelliklerinden sıyırıp sadece ahlaki bir sistem olarak “bile” ele alamayacağımızı söylüyorlar. inanan ile inanmayanın mutlu mesut birlikte yaşayabileceğini (hatta yaşaması gerektiğini) savunan geleneksel teze her biri kesin bir dille karşı çıkıyor. etraflarını saran bu gelmiş geçmiş en büyük ilüzyonun artık var olmaması gerektiğini düşünüyorlar.. tabii bu değişimin kolay olduğunu iddia etmiyorlar, hatta mümkün olamayabileceğini, inancın beyne “hardwired” olarak yazılmış bir özellik olabileceğini bile mümkün görüyorlar, ama değişim için çabalamaktan başka çare görmüyorlar ve sonucun şu ankine kıyasla daha olumlu olacağını ummak istiyorlar. ilaveten her şeye kadir bir yaratıcıya dair inancın toplumların oluşmasında her daim “birleştirici bir çimento” (benzetme: t. erdoğan) rolü gördüğünü ve bir anda çekilip alınmasının mümkün olamayacağını, değişim olacaksa bunun çok çok yavaş olabileceğini ve nesiller ölçeğinde gözlemlenebileceğini biliyorlar. özünde (bu fikri bir tek mcginn dile getiriyor ama sanmıyorum ki diğerleri de katılmasın) hepsi de din ve sonraki hayat konularının önemli ve ağır bir sorun olarak görülmediği post-teist toplumların hayalini kuruyorlar.

    a rough history of disbelief’i ise miller dede hayatının en önemli eseriymişçesine hazırlamış ve sunmuş. gerek kurgu ve çekimler, gerek konunun nüfuz ettiği derinlik açısından oldukça tatminkar olmuş. adından da anlaşılacağı üzere, birer saatlik üç bölümden oluşan bu seri inançsızlığın tarihçesini anlatıyor ve her ne kadar “ilk” inançsızları antik yunan’da aramak gerektiğini söylese de bu belgeselde başrolü roma’dan itibaren günümüze kadar süregelen hiristiyan karşıtlarına veriyor, diğer dini inançların inançsızlarından yüzeysel olarak bahsediyor. yani aslında serinin adının sonuna “.. in the west” eklenebilirmiş pekala.. gerçekten de batı entelektüel tarihi boyunca inancı alaşağı etmek veya revize etmek konusunda emeği geçen hemen herkese değinilmiş. fakat bu anlatımlar biraz sağladığı çıkarlar açısından ele alınmış zira ateist olup da mevzuyu bir ölüm kalım meselesi olarak ele almayan, kitleleri bu uğurda tekrar düşünmeye çağırmayan schopenhauer, nietzsche gibi ünlü inançsızlara hiç değinilmezken, bentham ve paine gibi militan ateistlerin evlerine, iş yerlerine kadar gidilmiş, görüntüler alınmış, hatta hume ve hobbes gibi inançsızlığını asla doğrudan dile getirmemiş ama ateizmin yolunun önündeki taşları temizlemekte büyük katkısı bulunan filozoflara önemli yer ayrılmış. eh, bu da aslında makul bir tavır, çünkü felsefe tarihinde inançsızların hepsini teker teker saymak üç bölüme sığacak iş değil. onun dışında kanımca seride işlenen en çarpıcı tarihsel olgu, ateizmin tohumlarını atmasına fırsat veren ortam koşullarının, genel kanının aksine bilimsel gelişmelerin aydınlanmaya olan doğrudan katkısından ziyade, protestanlık ve panteizm gibi katolik kilisesinin dogmalarını sorgulamasını ve dinin yeniden yapılanması gerektiğini savunan reformcu mezheplerin dolaylı katkılarına bağlanması olmuş. yani seride daha çok olayın antropolojik kökenleri ele alınmış, eğer biraz daha farklı türlerden bilimlerle, özellikle örneğin bilişsel bilimle içli dışlı olunsa ve inancın sebepleri-sonuçları bu açılardan “da” irdelenseymiş on üzerinden on’luk bir eser bırakmış olacakmış miller arkasında ama belgesel bu haliyle de yeterince etkileyici.. bi de tam ciddi ciddi oturmuş belgeseli izleyip mevzuya kafa patlatırken bir anda ekranda beliren homer simpson’ın “why should i spend half my sunday hearing about how i’m going to hell?” alıntısıyla karşılaşmak ise üstadın cv’sindeki komedyen maddesini açıklıyor sanırım.

    yüzünden nur akan jonathan dedenin en bariz ve takdir edilesi özelliği aslında adeta hipnoz edici etkisi olan şairane konuşma tarzı ve ona eşlik eden sürekli bir kıpırtı halindeki vücut dili.. gerçekten de dilini mu-az-zam kullanıyor kendisi ve en sıradan konuyu bile anlatırken kullandığı esnek ingilizceyle ve el-kol-kafa hareketleriyle insanı sarhoş edip kendine hayran bırakabiliyor. belki bu tahrif edici faktörlerin de etkisiyle, aralarındaki tam yarım yüzyıllık yaş farkına rağmen, ölüm hakkındaki düşüncelerinin birebir, ne eksiği ne fazlasıyla, örtüşmesi bu satırların sahibine “allah bee” dedirtmiştir, ki bu gayet ironiktir, ve söz konusu fikirleri buraya aynen söylenildiği gibi alıntılamak farz olmuştur, ki bu daha ironiktir:

    “as i get older, i become more closely if vicariously acquainted with death and disease. in fact as time goes by, i find myself opening the obituary pages of the newspapers with increasing apprehension. but all the same, i don’t find myself wondering where these departed friends, relatives or colleagues now are.. because as far as i am concerned, they are nowhere. they’ve simply or perhaps not quite so simply ceased to be.. so how about my own death? my own ceasing to be? well, naturally i think about it, because i am much nearer to it now than i was. i think about how it would be, would it be painful for example.. but still i don’t think about in terms of will i, after all i’ve commited myself to, be shown to be a fool by waking up somewhere else and finding that there is something after all, and will my face be red. the thought of death is constantly there. i know that it’s unlikely now that i’ll see my grandchildren get married, that i’ll even see or know my great grandchildren. in other words i have to lose my hold of the future. what’s more, i may be in a situation where death can’t come too qucikly beacuse i’ll be in pain, distressed, weak, disabled. i want to be able to reach for the bell and say, this is where i get off.. [kameraya hüzünlü bakışlar] i don’t find it difficult to imagine not existing. i don’t think about it at all really. what i am frightened of is perhaps that near death there might be certain experiences associated with it, which are painful and frightening and from which one cannot escape for the moment. it’s not the fear of death, but of the mental states that sometimes exist when things are falling to bits. i am not looking forward to that.. but i am encouraged by the fact that there are perfectly ordinary people who confront their forthcoming extinction with graceful equanimity, without having to fall back on unintelligible hopes for a future state.”

    ne yazık ki dostlar, gerçek hayatta hiç kimse veya hiçbir şey mükemmel olamıyor, haliyle bay miller de değil. hiç duymamış olmayı dilediğim bir fikrini paylaşacağım üstadın.. etkileyici onlarca sıfatı arasında “tarihçi” sıfatını da sayabiliyor olsa idik son derece saygı duyulası ve dikkate alınması gereken görüşler olacak olan, fakat öyle olmadığı için, konuya sadece duyduğu entelektüel hazzın motivasyonlarıyla yüzeysel olarak yaklaştığı için, fikirlerinin doğruluğundan veya yanlışlığından bağımsız olarak, uzmanı olmadığı bir konuda bu denli hiddetle ve kesin ahkam kesebilme hakkını kendinde gördüğü, sıkça eleştirdiği ve zihinsel bozukluk içinde olduğunu iddia ettiği insanların davranışlarının açıkça bir benzerini sergilediği ve –altını çiziyorum, fikirlerinin doğruluğundan veya yanlışlığından bağımsız olarak-, tesadüfen bizleri de ilgilendiren şu fikirleri esef vericidir: “… here we are fussing about the turks entry into the european union. it’s conditional upon them alleviating this crime of adultery. how about the million and a half, if not more, armenians that were killed during the first world war by the turks? until they’ve apologized for having done that, i think we should actually have some doubts about admiting them to a supposedly civilized west, as we’d like to think of it.” konunun aslında sandığından çok daha tartışmalı olduğunu öğrendiğinde üstadın (fikrini değilse bile) sert duruşunu yeniden değerlendireceği düşüncesi, şahsen en azından beni mutlu ediyor. ne de olsa bilgi yolunda ağır aksak ilerleyen acizane vosvoslarız hepimiz, arada sırada yağı değiştirmek icap edebiliyor.
  • ruhun varlığı hakkındaki bir soruya verdiği cevapla hislere bir kez daha tercüman olmuş insan: “... mainly because i simply can not make sense of the idea of a disembodied existence. it’s what philosophers were not wrong, it’s logically incoherent. for lots of very interesting philosophical reasons. one is that, i actually think what makes all of us feel that we are individuals and cherish our embodied life as we have it at the moment is that there are all sorts of very complicted pleasures and satisfactions, fears and dreads which define our individuality and define our existence, and it’s all to do with having a body. the idea of not having a body and still being identifiable as myself seems to be impossible. i mean how would it know it once been me? as i said, i can jump 18 inches. a thing without a body can’t do one or the other. it can’t even have what the philosophers call “deictic indications”, it can’t say that it’s here, rather than there. and here rather than there may, by virtue of the fact that this [vücudunu işaret ederek] lump of stuff is here, and it’s not over there. there are lots of lumps of stuff which are the center of individuality. the idea of continuing to be identifiable either to itself or to others with who expect to meet it later on, is idiotic! it simply makes no sense at all. and when you associate with things like transmigration which led me to have this sort of scene of marie antoinette in the tumbrill, trying to comfort her maid, who is sobbing on the way to the guillotine saying “it is all right fifi, i know that i am going to be shirley mcclaine, whoever that is..” the thing is, there is no room in shirley mcclaine for marie antoinette. shirley mcclaine is working flat out being shirley mcclaine. and she can’t entertain a lodger. particularly a disembodied lodger, that would actualy thank shirley mcclaine for putting her up for a while.”

    öncelikle vücutlu veyahut vücutsuz hiç farketmez, her türlü jonathan miller’ı bünyemde gönül rahatlığıyla entırteyn edebileceğimi buradan kendilerine bildiriyorum, her daim beklerim efem. öte yandan, bunlar katı bir materyalistin ağzından çıkmış gibi dursa da anladığım kadarıyla jonathan dede örneğin ilgi alanlarından biri olan bilincin öznelliği mevzusunda indirgemeci yaklaşıma pek sıcak bakmıyor, hatta oldukça mesafeli duruyor. "all the same, i have to admit that there is one aspect of our own mentality, for which it's difficult as yet to foresee what type of explanation would even be relevant. i am reffering of course to consciousness. the point is, although i have no reason to believe that my consciousness is implemented by anything other than my brain, i remain convinced that there is something impenetrably mysterious about the relationship between brains and thoughts." bu da onu kognitif camiada maksimum ne kadar olunabilirse neredeyse o kadar spiritüalist yapıyor. yani materyalizm savunuculuğu gibi bir önyargısının olmadığı gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. [edit: hayatımda yaptığım en gereksiz ve tutarsız izahat olmuş bu paragraf yahu. ibreti alem için dokunmuyorum.]

    üstad bir bu demiş, ikincisi nedir desek heralde “vücut ile ruhun etkileşmesinin tutarsızlığı” derdi, ki dualizmin en can alıcı ve günümüz filozof ve bilimadamlarınca hor görülmesine sebep olan konusuna gelmiş oluyoruz, bildiğimiz materyal dünyadaki varlıklardan tamamen farklı yapıda bir şeyin vücudumuzla nasıl etkileşeceği sorununa.. sorunun kaynağı, beyin gibi somut olan bir yapıdan düşünceler, duygular gibi soyut yapıların nasıl oluşabileceği ve bu sorun halen de çözülebilmiş değil. fikir babası descartes ile özdeşleşen modern dualizm ilk bakışta pek çok sorunu çözermiş gibi gözükse de aslında çözdüğünden daha büyük sorunları beraberinde getiriyor, bundan dolayı da pek savunucusu kalmamış durumda günümüzde, bu sorunlardan bir tanesi de bu etkileşim sorunu. descartes’ın kendisi de bu açmazdan rahatsız olmuş olacak ki kadavralar üzerinden yaptığı deneyler sonucunda ruhun pineal gland’de konuşlanmış olabileceğine söylemiştir. gününün teknik imkanları göz önüne alındığında çabası takdir edilesi olsa da, sunduğu sebeplerin yanlış olduğunu artık biliyoruz. kaldı ki pineal gland’in özel bir konumu olduğu gösterilseydi bile, ruhun neden zihindeki diğer fiziksel yapılarla değil de sadece onunla iletişim içinde olduğu sorusunu açıkta bırakırdı ve maddi tözler arasında da bir çeşit dualizm olabileceği veya maddeden ruhsala doğru ilerleyen bir çeşit töz evrimi olabileceği veya doğada benzer özellikteki fiziksel yapıların olup olmadığı ve varsa sınır durumlarının nasıl belirlendiği gibi bi sürü saçma sapan sonuç ortaya çıkardı, hatalı olduğunun gösterilmesi daha iyi olmuş sanki. kaldı ki materyal olmayan ve yaratıcının bilfiil kanıtı olduğuna inanılan bir olgunun konuşlandığı yerin beyinde aranmasın ilginç bir ironi olduğunu düşünüyorum, beynin insan davranışlarında tek yaptırım aracı olduğunu ve beynin de evrimle birlikte gelişen, hacmi büyüyen, fizyolojisi sürekli değişen bir organ olduğunu kabul ettikten sonra (descartes bunu bilmiyordu) tekrar dönüp de beyinde gayri maddi bir oluşumun izlerini aramak.. sonucun sebep üretmesini beklemek gibi bir şey bu, basit bir mantık hatası.. buradan da dualizme esas itirazımıza geçiş yapalım.

    açıkçası bunun yapay bir tartışma olduğunu ve gözlem mekanizmalarının yetersiz olduğu ve bilimsel bakış açısının henüz tam olarak yerleşmediği bir dönemde, etrafındaki bilinmeyenlere, açıklama getiremediği olgulara doğaüstü açıklamalar getirmemizin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. insanı diğer canlılardan farklı kılan önemli özelliklerden birisinin, anı yaşamaktan vazgeçip, geçmişten dersler alıp geleceğe dair planlar kurması olduğunu düşünürsek, zihnin bu özelliği kimi zaman olasılıkları değerlendirirken bünyeye oyunlar oynayabiliyor. gerçek olanla gerçek olunması istenen veya gerçek olması gerekirmiş gibi duran olguları ayırt etmekte zorlanabiliyor. örneğin zombilerin varolmalarının imkansızlığını savunan filozofların anlayabildiğim kadarıyla temel argümanları, zombi diye bir şeyi hayal edebiliyor olmamız ve bunu yaparken de zombilerin gerçekten var olup olamayacağı hakkındaki objektif kıstasları es geçiyor olmamız. bu kıstaslar henüz yeterince vakıf olunamamış veya kafa karıştırıcı özelliklerdeyse bu tuzağa düşmek gerçekten de kolay olabiliyor. örneğin dünyada yerçekimi ivmesinin 1 değil 1000 g olduğunu ve bu ortamda basketbol oynadığımızı hayal edebiliriz, ama bu hayalin gerçek olmasını imkansız kılan aleyhte onlarca deney ve kanıt olduğu için böyle bir iddayı ciddiye almayı düşünmeyiz bile. veya iş yerinde tıkılıp kalmışken tatilde olduğumuzu hayal edebiliriz, ama tüm geçmiş tecrübelerimizden biliriz ki, gözümüzü açtığımızda bahamalarda olmayacağız. bir şeyin olası olması, o şeyin gerçekliği üzerinde kanıt teşkil etmez. ama örnekler muğlaklaştıkça ayrım da güçleşiyor. zombiler konusunda da sorunun şu olduğu söyleniyor; davranışlarında ve amaçlılığında* benimle tıpatıp aynı olan, dışardan bakıldığında ayırdedilemediğim, ama içersi ölü olan, bilinçsiz bir zombi ikizimin olması mümkün olamaz, çünkü insan davranışları bilinçten bağımsız olamaz, bilinci olmayan bir organizmanın amaçlılığından söz edilemez. dolayısıyla zombi olmanın tanımını ciddiye alırsak ve bir zombiden beklentilerimizi net bir şekilde düşünürsek durumun saçmalığı ortaya çıkar. kafamızda kolaylıkla bir zombi hayal edebilmemizin, onların gerçek olma olasılıkları üzerinde hiç bir etkisi yoktur. yer çekimi ivmesinin tanımını ciddiye alınca sonucun 1 g’den farklı çıkmasının mümkün olmaması gibi zombiler de, yukarıda tanımlandıkları şekliyle gerçek olamaz. bu savın doğru olup olmadığını bilmiyorum (öyle olduğunu düşünüyorum) ama bunun önemi de yok, sadece aynı düşünce çizgisinin konumuz olan dualizme de uyarlanabileceğini düşünüyorum. tıpkı zombi karşıtlarının iddia ettiği gibi, dualizmin bir soru olarak karşımıza çıkmasının “tek” sebebi, dualist organizmaları hayal edebiliyor olmamızdır. descartes zamanında insan beyninin nüfuz edilemez bir yapısı olduğu düşünülüyordu ve zihinsel faaliyetlerimizin sadece fiziksel olanla açıklanamayacağı fikri bu sebepten oldukça mantıklıydı. üstad düşündükçe (ki bu yüzden vardı) düşünce sınırlarının uçsuz bucaklığı yüzünden, eldeki soruna çözüm olarak, aslında (zombi gibi) tanımı ciddiye alınınca meşruyeti ortadan kalkan dualizmi sundu. artık beynin yapısı hakkında daha çok şey biliyoruz ve bu türden ayrımları yersiz buluyoruz, ama hala açıklayamadığımız bir sürü boşluk olduğu için dualizm günümüzde artık etkisini iyice kaybetmişse de çeşitli yamalarla karşımıza çıkıyor. fakat bunu yaparken elde olanla, elde olsa güzel veya açıklayıcı olacak olan arasında ayrıma dikkat etmek gerekiyor. bunu garantilemenin de günümüzde en etkili yolu bilimsel metot. şu ana kadar bilimin, önceki nesillerin açıklayamadığı olguları açıklamakta oldukça başarılı bir sicili var. açıklamayı başardığı olguların hiçbirisinin içine doğaüstü güçleri dahil etmek zorunda kalmadı. bu bundan sonra da böyle olacağı anlamına kesinlikle gelmez, bilimin asla açıklayamayacağı olgular da olabilir. fakat materyalist bir açıklamanın getirdiği çözümün tatminkar olmaktan uzak olduğuna kanaat getirmek için bilime yeterli bir süre tanınması gerekiyor. sadece 400 yıllık sistematik çalışması sonucunda başardıklarının olağanüstülüğünü göz önünde bulundurarak, şu anda kavrayamadığımız pek çok şeyin bir süre sonra bilim için çıtır çerez olacağını öngörmek yanlış olmaz. sonunda bilimin hakkında hiçbir fikir yürütemeyeceği olguların olduğunu kesin olarak anlayacak isek bile, şu an bu noktanın çok uzağındayız. o gün geldiğinde kendini net bir şekilde belli edecektir ve her ne kadar hakkında bilimin söyleyeceği söz olmayan bir olguya dünya üzerinde şu ana kadar önerilen doktrinlerin (felsefi metot, dinler) hiçbirisinin söyleyecek sözü olabileceğine inanmasam da kişisel fikrim bir yana, o gün her türden spekülasyon meşru olacaktır. ama bir gün öncesine kadar bilim hala, sınanabilir dünyayı gözlemlemek ve formüle etmek için kullanılan en etkili yöntem olarak kalacaktır.

    üçüncü sorun daha pratik bi sorun: evrimsel sürecin hangi aşamasında organizmanın ruhu tanrı katında maymun ruhu olarak değil de insan ruhu olarak tanımlanmaya başladı? australopithecus olabilir mi mesela? homo serisinin başlangıcı kabul edilen homo habilis güzel bir aday gibi duruyor ama onun da beyni potansiyel bir “pineal gland” oluşturmak için çok küçük, bu açıdan homo erectus makul gözüküyor 1000 cm küplük beyin hacmiyle.. öte yandan tek tanrılı dinlerin hepsi homo sapiens sapiens’e (onun da çok ufak bir kısmına) yollanıldığını iddia ediyor. işin aslı evrimin mekanizmaları o kadar yavaş işliyor ki, bir türden diğerine geçiş yüzbinlerce yılla ifade ediliyor ve bir türün tam olarak hangi anda başka bir türe dönüştüğünü de söylemek mümkün değil. bilim adamları yuvarlak zaman dilimleri vererek bu sorundan kurtuluyor, ama bir tanrı için bu çözüm olamaz. en favori ırkı olarak belirlediği homo sapiens sapiens’in onun nezdinde kati bir başlangıç noktası olmalıdır. sürecin bir noktasında bir maymunsu atamızın doğan bebeği artık maymun değil insan olarak kabul edilmelidir ki öteki dünyanın nimetlerinden/cezalarından nasibini alabilsin. yaratıcının “tamamdır, bundan sonra gelenler artık insan” dediği kesin bir tarih olmalıdır, mö. 6 haziran 219.553 gibi. bir nesilden diğerine geçerken aktarılan genetik yapıdaki değişiklik o kadar küçüktür ki, kabul edilen bu ilk insanın neden ilk olduğu, hangi mutasyonun onu insan olmaya layık kıldığını anlamak gerçekten büyüleyici bir keşif olurdu. hiç bir şekilde yaratıcının motivasyonlarını aciz insan zihnimle ve aciz insan çıkarımlarımla anlayabileceğim iddiasında değilim, tek yaptığım hepimize doğuştan üflendiği iddia edilen ruhun, ilk olarak hangi bebeğe hangi tarihte üflendiğini sormak. cevabı aciz bilimsel yöntemlerimizle asla öğrenemeyecek olabiliriz ama bu somut bir tarih, 6 haziran güzel duruyor, olması gerektiği gerçeğini değiştirmez. maymundan insana “tam olarak” hangi anda geçildi? tanrı nezdinde bu geçiş tarihi net olmalıdır. cennetine maymunları almayacağına göre, veya alacaksa bile insanlarla aynı statüyü vermeyeceğine göre, insanın özel bir konumu olacağına göre, soru gayet açık: ilk insanın doğum tarihi nedir? o kadar da açık olmayan sorular: anne babası maymun kendisi insan sayılan bu ilk dedemiz kimlik bunalımı yaşadı mı? dedemiz bir maymunla çiftleşemeyeceğine göre tanrı aynı anda (dedemizin akrabası olmayan) ilk ninemize de ruh vermiş olmak zorunda, ruh verilen bu ilk nesil sadece bu ikisinden mi oluşuyor, yoksa gen haritasında inanılmaz hassaslıkta, tek nesil değişimi ile fark edilebilecek kritik bir eşik belirlendi ve bu eşiği aşan herkes insan mı sayıldı? bir ruha sahip olan ilk canlıların davranışlarında ne tür değişiklikler gözlemlendi? o da etrafındakilerden farklı olduğunu düşündü mü yoksa bu hepimizin başına gelen evrensel bir paranoya mı? tarih boyunca ebeveynlerine “beni hiç anlamıyorsunuz” derken en geçerli sebepleri olan ergen o muydu? bu ilk insanın burcu en muhteşem burç mu olur? yok eğer ayrım yapmaktansa örneğin tüm homo’lar insan ruhuna sahip sayıldı ise cehenneme gittiğimizde etrafta, ruhlarının sahibi olan [insert gerçek tanrı]’nın konusunu kimse onlara açmadığı için [insert inanmayanlara verilecek ceza] uygulanan milyarlarca homo atamızı mı göreceğiz? ayrıca durum buysa ilk homo’dan önceki türlerle farklılaşma hangi noktada gerçekleşti de onlar maymunsuluktan kurtulamadı? homolar arasında ayrım yapmayan tanrı kenyanthropus, paranthropus veya australopithecus arasında nasıl ayrım yapabildi? sorduğumuz tüm sorular şimdi homo öncesi türler için geçerli oldu. eğer gıdım gıdım evrilen türler arasında ayrım yapmak mümkün değilse bu, cehennemde daha da eski atalarımızı, hatta en eski dedelerimizden olan ökaryotik hücreleri de göreceğimiz anlamına mı gelir? bir noktada ayrım yapmak şartmış gibi gözüküyor. birileri sonucun sebep üretmesini bekliyor olduğumuza kanaat getirmeden önce bu ayrımın kesin koordinatlarını bir an evvel belirlesek iyi olacak sanırım.
  • sırasıyla, ilgi alanları hakkında bir sunum ve (biyolojik) kalıtımla ilgili beş bölümlük bir radyo programı..

    under the influence: http://www.liv.ac.uk/…8/webcast/miller_webcast.html
    self made things: http://www.bbc.co.uk/…selfmadethings_20050727.shtml
hesabın var mı? giriş yap