aynı isimdeki diğer başlıklar:
  • mantıksızsa da. kışın tüylü kapüşonlu mantolarıyla candan/çıkarsız sevgimi ayrı bir perçinleyenler. o anlarda 'mashenka'nın kapağı da geliyor gözümün önüne.

    sevginin ve kollayıcılığın aşırısı, çoğu kez üstenci bir bakışı da içinde saklar. kadınlara duyduğum his, o sinsi tavırdan tamamen arınık. bu konuda müsterihim. şerhi düştükten sonra içimi daha rahat dökebilirim artık: çok seviyorum sizi eşek sıpaları :) sanat ve doğa ile birlikte şu iğrenç dünyaya katlanabilme sebebimsiniz. varlığınız kafi. akşamın şu saatinde ben klavyeye tünemişken eminim siz bakırköy özgürlük meydanı'ndan aşağıya iniyorsunuz yine, galata kulesi'ne çıkan yokuşta inci gibi dizildiniz, kadıköy boğa'nın önünde bekleyenleriniz var. insan, parça parça olup her yere yetişmek istiyor böyle düşündüğünde. ve acizliğini anlıyor.
    sizler iyi olun başka bir şey istemiyorum.

    10 barajını da aştım, moderatörler hoş görsün artık. ama bunu da yazmasam olmazdı. yarına kim öle kim kala.
  • ‘zamanla her şey değişiyor’ dedim. üzerindeki kıyafete bakarken bunu söylemiştim. komik bir görüntüsü vardı. doksanlarda çekilmiş bir diziden fırlamış ve bugüne gelmiş gibiydi. bernard herrmann’ın bir müziğiydi bu. ‘duyuyor musun’ diyerek parmağımla işaret ettiğim yere gözlerinin ilişmesini bekliyordum. canı sıkılmıştı. neye, ne zamandan beri gibi soruları unutalı çok olmuştu. başını kumların üzerinden kaldırmadan ‘orada hiçbir şey yok’ dedi. beyaz tişörtünün üzerinde askılı kot elbisesi dizlerine kadar uzanıyordu. sol diz kapağı dairelerden ibaretti. iç içe geçmiş sonsuz daireler; her birinin belirli bir alanı vardı. izleri taşıdığı insanlar ve yüklerden sonra kaval kemiği mor kıl köklerinin altında uzanmış, baldır kemiğine uzanıyordu. ‘çok sıkıcısın, orada hiçbir şey yok’ diye tekrarladı. deniz kımıldamıyor, algler sakin bir ikindi uykusu içerisindeydiler. ‘orada bir saksafon olduğunu rené magritte söyleseydi inanacak mıydın? saçlarını rahat bırak. işte benim la trahison merkebim; söylemim acı mı veriyor? lütfen, şimdi susma.’

    biri sana 'seni kaybetmeyi göze alamam, hayatımda alabileceğim en büyük risklerden biri bu olurdu herhalde' diyebiliyorsa, onu hiç bırakmamalısın. kimseye böyle bir şey söylemedim. yüzüme söylenmesini hiç arzulamadım. bir vakit yatak örtüsünü sanat güneşinin kıyafetlerine benzettiğim yaşlı kadının eli gibi mahrem olan insanları seyrettim. aspendos tiyatrosunun zirvesindeydim ve bembeyaz kıyafeti, simsiyah saçlarıyla biri bana 'gel' diyordu. gecenin en karanlık olduğu zamanda, tiyatroda uyuyorduk onunla. başımı göğüslerinin arasına basarken, 'seni kurtaracağım' diyordu. bacaklarının birbirine sürtünüşünü ay ışığında görebiliyordum. 'o kadar da karanlık değil' diyordu. kasıklarının tadıyla yüzümde haz kırıkları ortaya çıkıyor, kasılıyor, dişlerimi zapt edemiyor, yumruk yapamayan parmaklarımı sarkıtıp, ayaklarıma yürüyemiyordum. kokusu geceye has kokuya karışıyordu. gece kokuyordu bazen, ben bazen gece kokuyordum. yüzüne yanağımı sürtüyordum. usulca durmuyor, sesinden haz alıyordum. saksafon çalmaya devam ediyordu. tekrar bacaklarını birbirine sürterken, taş seslerini duyabiliyordum. ufak taşlar bacaklarında ve kalçasında iz bırakıyordu. elim arkasında kaybolurken 'üşüyorum' diyor, 'üşüyorum' dedikçe daha sıkı sarılıyordum. sarılmalarım artıyordu. saçlarının arasında yüzüm kayboluyordu. dudaklarının kumaşından ölçü alıyordu dilim. ıslak bir bez gibi dişlerim sıkıştırıyordu dudaklarını. hafifçe sıkıyordum dudaklarını. kan geliyordu dudaklarına. gözlerini görüyordum. içten bakıyordu! omzundaki ip askıları işaret parmağımla okşuyordum. koltuk altlarından yayılan koku ayrı bir meyve bahçesine sürüklüyordu gölgemi.

    ‘ne yapıyorsun’ dedi. ciddi bir iş yapıyordum: ‘görmüyor musun, saksafonun içi tükürük doldu. sallıyorum ki tükürüğüm aksın.’ amilaz enzimi hiç bu kadar zevkle akmamıştı! kumlarla oynamaya devam ediyordu. günlerdir burada oturduğumuza yemin edebilirdim. ne bir şey içiyorduk ne de aklımıza yiyecek bir şey geliyordu! ‘bazen diyorum’ dedim, ‘benim kendime uygun şekiller aradığım oluyor. insanların her biri benim için şekilden ibarettir. estetik duygumla alakalı olabilir. yüzleri, elleri, yürüyüşleri, gülüşleri; terimlerle uğraşacak zamanım yok. yalnızca bir isim yetiyor: ayşe ya da ali. işte ayşe’nin elipsi; dün küreydi. yarın proxima olacak. bana inanmıyor musun?’ cevap vermiyordu. avuçlarına kum doldurup, sonra hızlandırılmış bir kum saati gibi kumunu boşaltıyordu. yerçekimini seviyordu. vücudunun ısınmasını, ayaklarının üşümemesini, ellerindeki kılıfın fırından yeni çıkmış poğaça gibi sıcak oluşu karşısında dünyanın yaşanabilir bir yer olduğunu inanarak iddia edebilirdi. ‘ben’ dedi, histerik bir gülüş sonrası ‘bu ellerimle çocukken piyano çalmayı hayal ediyordum. şimdi sadece tuşlara basan bir zavallı gibi hissediyorum. şu parmaklar; bitkin ve kanı çekilmiş parmaklarım işe yaramaz tuşlar üzerinde her gün geziniyor. aynı şeyleri yapmaya gayret ediyor. beni duyabiliyor musun?’ acıktığımı söyleyebilirdim. canım ne çekse afili bir yalnızlığa hürmet edebilirdi? ‘bırak şu kahrolası saksafonu elinden’ dedi. sinirlendiğinde çekilmez oluyordu. saksafonumdan ne istiyordu ki? ‘sana gösterdiğim yere baksaydın elime alıp çalmayacaktım’ dedim. sucuklu yumurta arzuluyordum. saksafon insanı acıktırır ve susatır. çalması ne kadar zor bir alet biliyor musun?

    ‘anlamıyorum’ dedi ve biraz daha ayaklarını geri çekti. kollarına birkaç saniyelik kum taneleri tutunuyordu. ‘erkeklerin kadınlara olan şehvetini bir türlü anlamıyorum.’ kum taneleri usulca avucundan akmaya devam ediyordu. ‘nasıl yani, ne demek istiyorsun’ dedim. saksafonumu çantasının üzerine bıraktım. ‘bak’ dedi ve avucunu gösterdi. ‘görüyor musun, bir kadın bu. sadece bakma, lütfen görmeni de istiyorum. dikkat et, kadını göreceksin.’ avucunda kum tanelerinden başka bir şey yoktu. ‘hey aspendoslular, duyuyor musunuz, işte saçlarını açmaktan bile korkan bir kadın ve bana olmayan bir şeyin varlığına inanmam konusunda ısrarcı davranıyor!’ suratıma tükürürcesine bakarak ‘toka seni rahatsız mı etti’ diye sordu. ‘hayır’ desem de inanmamıştı. ‘avucuma bakmanı istedim. yalnızca avucuma. her şey ısınıyor; birazdan kızgın kumlardan var olacak bir kadını nasıl olur da merak etmezsin’ dediği an avuçlarında uzanan kadını gördüğümde zor yutkundum. ‘bu, bu az önce kasıklarının tadıyla hazdan irkildiğim kadın…’ dedim ve zor bela nefesimi verebildim. ‘izle’ dedi. parmağının ucuyla avucunda uzanan kadının tenine yapışan kum tanelerini soyuyordu. koltuk altlarındaki filizlenmiş kıllarını dahi görebiliyordum. ‘sakin’ dedi. ‘usulca yaklaş.’ gözleri nasıl da merhamet edercesine kapalıydı ve kirpiklerinin güzelliği karşısında şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum. ‘işte’ dedi, ‘şehvet duyduğunuz bir kadın vücudu. çırılçıplak, olabildiğinde güzel ve teni sıcacık: dokunmak mı istiyorsun? öpmek mi? neresi daha çok cezbedici geliyor? burası mı? göğüslerinin diriliği karşısında gözlerin yuvalarından fırlayacakmış gibi bakıyor. sakin ol. yavaşça yaklaş. yaklaş; dur orada. kasıklarını görüyor musun? işte cinselliğinin mahzenini kapayan iki bacağı ve birbirine sürtünen kasıkları: dokunmak mı istiyorsun? ipeksi yumuşaklığı hissetmek istiyorsun. hayatın en dolgun ve gerçek olduğu bölgeye bakıyorsun. burası her şeyin denge noktasıdır. iyiliğin ve kötülüğün, gecenin ve gündüzün, ölümün ve hayatın… işte kasıkların sırrı, tükenmez arzuların dibinde akmayan bir çeşme var ve sen bu çeşmeye çatlamış dudaklarını sürüyorsun. sen tüm dengeleri mahvetmek isteyen budaladan başkası değilsin. o kirli, çatlamış dudaklarını bu dengenin kıyısından çek! hayatına ve tüm canlılara kaosu getiren şey bu mabede girişin sırrında saklı. ey aşk, şehvetin çılgınlıklarından kadını koru! hiçbir aşk yoktur ki bir gün kanadı kırılmadan yaşamaya devam edilsin! şehvetin kuyusundan çıkardığın kıllı bir kafatasının hayatın pınarına karşı savurganlığını nasıl savunabilirsin? dokunma; sakın…’

    gözlerimi açtığımda başımın neyin üzerinde olduğunu bir süre algılamaya çalıştım. başta hiçbir şey göremiyordum. sonra gökyüzü kıllarla kaplanmış gibiydi. kılların otağındaydım. ellerim sıcak kumun bağrındaydı. az önce olanları hatırlamaya başlamıştım. avucundaki kadına ‘dokunma’ dediği an kendimi kaybetmiş ve dudaklarımı kasıklarına doğru uzatırken şimdi bu haldeydim. sesimi duymak istiyordum. dilimi kıpırdatmaya çalışırken her saniye artan bir acının tüm vücuduma yayılan sızısıyla sarsılıyordum. mavi kot elbisesi kasıklarına kadar açılmış ve başımı onun kasıklarına yaslamıştım. tokasından kurtardığı saçlarıyla varlığımı kuşatmış gibiydi. uzun, ince tokasını ben kasığına karıştıkça kalbime saplamaya devam ediyordu. yeniden, acı çekerek ve bölündüğü acıları erkeğe karıştırarak bir ‘kadın’ daha var oluyordu. son bir gayretle elimi çantasının üzerine bıraktığım saksafonu bulma arzusuyla uzattığımda, çantasının üzerinde yalnızca kum tanelerini hissedebilmiştim.

    dudaklarını aralayıp, var gücüyle kum tanelerini üflemeye çabalarken, çoktan içindeydim.
  • melis kar’ın, avrupa müzik etiketiyle yayınlanan tekli çalışması.

    söz: çetin tazeler
    müzik: melis kar
    düzenleme: ali büyük

    mix & mastering: ali büyük
    piyano: muhammed ali beşiktaş
    yaylılar: fırat haznedaroğlu

    emrah özbilen imzalı klibi buradan izlemek mümkün.
  • allah'ın erkeğe eş olsun diye yarattığı ama sonra kontrolden çıkan değişik bi varlık
  • değiştiremediği şeyi süsleyen canlıya denir.
  • her ay içindeki kirli kanıtıp rahatlaması gereken, ölüp tekrar doğan - en başa dönen, döngüselliği sayesinde üretken olan, bazen bu döngünün içinde ne yapacağını şaşıran, gücünden korkan ama vazgeçmeyen, küllerinden doğmayı her seferinde başaran hem yaratan, hem yaratılan.

    (kanını akıtmaya cesaret etmeden önce neydi, döngüselliğini kaybettiğinde adı ne olacak?)

    döngüselliğini çoğu zaman; kendini sorgulama, cezalandırma ve günahlarının bedelini ödeme olarak yaşayan ama (umarım) bir gün yeniden doğmak için illa acı çekmesi gerekmediğini anlaması gereken, kendisine kıymet vermediği sürece özgürleşemeyecek olan insan.
  • kendi gücüyle var olması, bunun dışında hiçbir gücün varlığına ihtiyaç duymaması gerekendir. kadın, kendi oluşumunu başka bir varlığın gücüyle tamamladığında ya da tamamladığını sandığında günün birinde bütün kayıplarıyla, hayal kırıklıklarıyla başbaşa kalacak, kendi sonuna doğru yol alacaktır. bu enerjiyi kendi yetilerinden alan birey, hayata karşı ne yaşarsa yaşasın her zaman daha dirayetli daha güçlü olacaktır. toplum kadını aşağı çekse bile onun her zaman söyleyeceği cümleleri olacaktır. paylaşıma açık ama kimsenin kimseye ait olmadığı, sahip olmadığı bir dünya oluşturmak biz kadınların elinde olan bir yetenektir. bu yeteneğimizi kullanmaktan korkmayalım.
  • kadın hiçbir zaman birkaç nefes çekilip atılan bir sigara olmadı, benim için. içindeki şarap tüketilince fırlatılan bir kadeh olmadı. aşkın ta kendisiydim. bu değil sana söylemek istediğim, bunlar değil. bunları zaten biliyorsun. trajedimi defalarca dinledin. dinlemesen bile sezerdin. beni bütün yaralarımla tanıyorsun. bütün yaralarım, bütün zilletlerim, bütün hayalkırıklıklarımla. yine ayak sesleri ve kopan tel ve kesilen ahen...
  • "sunun rengi beyaz" dedigi sey aslinda siyah'tir.
  • hanenin aşk dağıtıcısıdır. tipili fırtınaları meltemli temmuz akşam üstlerine çevirendir. kadın kanattır; zevkin de, zerkin de nirvanasıdır. bir çift dudaktır, öpüşmeyi bilene.
hesabın var mı? giriş yap