• yoğun kullanıldığında ayak ağrısı ve kalp çarpıntısına neden olan içecek. yedi yıl günde en az üç bardak kullandıktan sonra bırakmak zorunda kaldım. bıraktıktan bir hafta sonra ayak ağrısı kesilirken kalp çarpıntısı hala devam ediyor. günde bir bardaktan fazla içmemeli, sürahi ile tüketilmelidir.
  • abartılmış içecek.
    uyku bağımlılığımdan artık neredeyse günde 1 lt içsem de; onun o aroması, kırk yıl hatrı, yok bilmem nere çekirdeğinin dokusu gibi kıytırık edebiyatını yapamayacağım, çay edebiyatı bitti bu çıktı başımıza şimdi.
    bitki var, tohumları var, alıyosun kurutuyosun, ezip öğütüyosun, uygun boyuta gelince tanenini süzerek veya yüksek basınç ve sıcaklıkta özünü sağaltarak içiyosun, son beş yüz yıldır falan da tüm gezegende içiliyor zaten, çok da yeni bir şey değil.
  • kokusu ile hüznü, öfkeyi, acıyı, korkuyu, yorgunluğu hafifleten; yudumladıkça sükuneti, umudu, huzuru getiren içecek.
    hem kitabın, filmin, yağmurun, yalnızlığın yanına yakışır; hem de koyu sohbetlerin, şen kahkahaların. yeniden başlama enerjisi verir. başladığını bitirme ve hayata dönme.
    yaş ilerledikçe varolan tüm çeşitlerinden en çok türk kahvesini sevdirendir bence. başlı başına huzurdur, mutluluktur, aşktır kendisi. içtikçe sevilen, sevdikçe içilen.
  • can simidim. normal yaşantımda hiç aramam aslında. evde otururken "bir kahve olsa da içsem" demem. teklif edilirse bir an duraksayıp isteğimi gözden geçiririm. fikrim sorulmadan önüme koyulursa içerim. özel hayatımda aramızdaki ilişki bundan ibaret.

    gel gör ki çalışırken mola vermeme aracı olduğu için bendeki hakkı büyüktür. okuduğum dönemde de ders aralarında yılışık insanlardan uzaklaşmayı istediğimde hemen kendisine sığınırdım. "bi' kahve alayım ben" dedikten sonra kayıplara karışırdım. o yüzden pek düşkünü olmasam da hakkında ileri geri konuşmam.
  • sabahtan akşama kadar kütüphanede ders çalışan öğrenciler için açık arttırmanın günde 4 bardakla başladığı içecek.
  • en sevdiğim adamın -richard brautigan- en sevdiğim şiiri.

    bazen hayat sadece bir kahve meselesi; ya da bir bardak
    kahvenin ne kadar yakınlık getirebileceğinden ibaret. bir
    keresinde kahveyle ilgili bir şey okumuştum. kahvenin sağlık için
    iyi bir şey olduğundan bahsediyordu; iç organları düzenliyormuş.

    önce bunun hiç de hoş olmayan, garip bir yaklaşım
    olduğunu düşündüm; ama zamanla kendi içinde bir şeyler
    ifade ettiğini anladım. ne demek istediğimi şimdi
    açıklayacağım.

    dün sabah bir kızı görmeye gittim. ondan çok hoşlanıyorum.
    aramızda olan her şey geçmişte kaldı. artık beni
    hiç umursamıyor. onu terk ettim, keşke etmeseymişim.

    kapısını çaldım ve aşağıda beklemeye başladım. üst katta
    dolaştığını duyabiliyordum. hareketlerinden yatağından
    kalktığını çıkardım. uyandırmıştım onu.

    merdivenlerden aşağıya indi. yaklaştığını karnımda
    hissedebiliyordum. attığı her adım duygularımı
    karmakarışık ediyordu ve kaçınılmaz olarak ona
    kapıyı açtırdı. beni gördü ve buna sevinmedi.

    bir zamanlar bu onu çok sevindirirdi, geçen hafta. bazen
    tüm onlar nereye gitti diye safça soruyorum kendime,

    "kendimi iyi hissetmiyorum şu an,” dedi. “konuşmak istemiyorum.”

    “bi’ bardak kahve koyar mısın?” diye sordum, çünkü bu
    o anda dünyada en son isteyeceğim şeydi. öyle bir söyledim ki
    sanki ona acaip kahve içmek isteyen, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen
    başka birinden bir telgraf okuyormuşum gibi çıktı sesim.

    “peki,” dedi.

    merdivenlerden yukarıya onu takip ettim. çok saçmaydı.
    üstüne bir elbise geçirivermişti. elbise daha tam olarak vücuduna
    intibak sağlayamamıştı. size sonra bir ara onun kıçından bahsederim.
    neyse, mutfağa girdik.

    raftan bir tane neskafe kavanozu çıkarıp masanın
    üstüne koydu. bir bardak ve çay kaşığı çıkardı. ben de
    bardağa ve çay kaşığına baktım. ağzına kadar suyla dolu
    çaydanlığı ocağa koyup altını yaktı.

    tüm bu sürede tek bir laf etmemişti. bu sürede elbiseleri vücuduna
    intibak sağladı. ben artık sağlayamayacağım. çıktı
    mutfaktan.

    sonra merdivenlerden aşağıya inip hiç mektup falan
    gelmiş mi diye baktı. ben gelirken görmedim diye hatırlıyorum.
    tekrar yukarı çıkıp başka bir odaya girdi. üstüne
    kapıyı kapadı. ocağın üstündeki suyla dolu
    çaydanlığa baktım.

    suyun kaynamasına daha yaklaşık bir
    sene vardı. aylardan ekimdi ve çaydanlıkta çok fazla
    su vardı. işte o yüzden. suyun yarısını
    lavaboya boşalttım.

    şimdi daha çabuk kaynardı. yaklaşık altı
    ayda falan. ev sessizdi.

    dışarıya verandaya baktım. bir sürü çöp torbası
    vardı. çöplerdeki konserve kutularına, soyulmuş
    kabuklara falan bakıp son zamanlarda neler
    yediğini çıkarmaya çalıştım. hiç bir şey anlaşılmıyordu.

    mart ayı geldi. su kaynamaya başladı. bu
    çok hoşuma gitti.

    masaya baktım. neskafe kavanozu, boş
    bardak ve çay kaşığı önümde bir cenaze servisi
    gibi duruyorlardı. kahve yapmak için gereken
    malzeme bunlardır.

    on dakika sonra evden çıkarken, içimde bir
    mezar gibi güvende bir bardak kahve,
    “kahve için sağol.” dedim.

    “bi şey değil,” dedi sesi kapalı kapının
    arkasından. onun sesi de bir telgraf gibi
    çıkmıştı. gitme zamanım gerçekten gelmişti.

    günün geri kalanını kahve yapmayarak geçirdim. büyük
    keyifti. sonra akşam oldu, bir restoranda yemek yiyip
    bir bara gittim. bir iki içki yuvarlayıp bir iki insanla konuştum.

    bar adamlarıydık hepimiz ve bar şeyleri konuştuk.
    hatırlanmayacak şeyler, bar kapanana kadar. saat
    sabahın ikisiydi. dışarı çıkmam gerekiyordu. san fransisko
    sisli ve soğuktu. sisi düşündüm; kendimi çok
    insani ve çaresiz hissettim.

    başka bir kıza daha uğramaya karar verdim. neredeyse
    bir senedir hiç görüşmemiştik. bir ara çok yakındık.
    şu anda ne düşündüğünü merak ettim.

    evine gittim. kapı zili yoktu. bu ufak da
    olsa bir başarı sayılırdı. bütün ufak başarılarının
    kaydını tutmalı insan. ben nasılsa yapıyorum.

    kapıyı açtı. önünde uzun bir elbise tutuyordu.
    beni gördüğüne inanamadı. “ne istiyorsun?”
    dedi, beni gördüğüne artık inanmış bir şekilde.
    direkt içeri daldım.

    dönüp kapıyı kapatınca vücudunu profilden
    gördüm. elbiseyi tamamen üstüne geçirmeye
    uğraşmamıştı.
    sadece önünde tutuyordu.

    başından ayaklarına kadar uzanan kırılmamış
    bir beden çizgisini görebiliyordum. biraz
    garipti. belki çok geç bi’ saat olduğundan.

    “ne istiyorsun?” dedi.

    “bi’ bardak kahve,” dedim. ne komik
    bir şey, gerçekten istediğim yine kahve değildi.

    bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü.
    beni görmek hoşuna gitmemişti. ssk istediği kadar
    zaman her şeyi iyileştirir desin. bedeninin kırılmamış
    çizgisine baktım.

    “neden benimle bi’ bardak kahve içmek istemiyo'sun?” dedim.
    “içimden seninle konuşmak geldi. ne zamandır hiç konuşmadık.”

    bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü. bedeninin
    kırılmamış çizgisine baktım. bu iyiye işaret
    değildi.

    “çok geç oldu,” dedi. “yarın erken kalkmam gerekiyo’.
    kahve istiyorsan, mutfakta neskafe var.
    benim yatmam gerekiyo’.”

    mutfak ışığı açıktı. koridordan mutfağa
    baktım. içimden hiç gidip kendi başıma
    bir bardak daha kahve içmek gelmedi. başka
    birinin evine daha gidip de bir bardak kahve
    istiyorum demek de gelmiyordu içimden.

    bütün günümü çok garip ziyaretlere adadığımı
    fark ettim, bu şekilde planlamamıştım halbuki.
    ama en azından neskafe kavanozu masanın üstünde
    boş beyaz bir fincanla kaşığın yanında değildi.

    bahar gelince bir erkeğin bütün hayallerinin aşk
    üzerine kurulduğunu söylerler. eğer yeterli zamanı
    kalırsa, içlerine bir bardak kahve de koyabilir.
  • ilginç bir hikayesi olan içecek.

    kahvenin ortaya çıkışıyla ilgili birçok söylenti olsa da en çok bilineni khaldi adındaki bir çobana ait.

    8. yüzyıl'da habeşistan kalfa'da yaşayan ve o bölgede çobanlık yaparak hayatını geçindirmeye çalışan khaldi, bir gün koyunlarında ilginç bir şey gözlemler. normal şartlar altında bir hayli uyuşuk tavırlar sergileyen, adeta canları hiçbir şey istemeyen koyunlar, bazı yemişleri yedikten sonra epey bir canlı hissetmeye başlarlar.

    khaldi, madem bu yemiş koyunlara canlılık katıyor neden ben de yemiyorum ki diye düşünür ve kendi de bu yemişlerden denemeye başlar. khaldi'nin tadım denemeleri tam da beklediği gibi bir sonuç verir ve kendini dinç hissetmeye başlar.

    bu deneyimlerden sonra khaldi, bu mucize yemişi çevresindeki insanlara da anlatır ve bu şekilde bu yemiş yaygınlaşmaya başlar. insanlar uzun yıllar boyunca bu yemişi çiğneyerek, kırarak veya yağda karıştırarak yerler.

    13. yüzyıl'da -şans eseri olduğu tahmin ediliyor- kahve çekirdeklerinin yanması sonucunda şu anda keyifle içtiğimiz kahve ortaya çıkar. bu olayın ardından da kahve, islam dünyasında hızla yaygınlaşmaya başlar.

    araplar bu içeceğe ''keyif veren madde'' anlamına gelen qahwah derler. ardından da türkçe'ye kahve olarak geçer. kahve, 15. yüzyıl'da istanbul'da yaygınlaşır. bu durum, o dönem istanbul - avrupa arasındaki ticaret yollarındaki tüccarların da dikkatini çeker ve kahve bu vesileyle avrupa'ya da girer. avrupalılar ise kahveye ''café, caffe, koffie, coffee, koffie'' şeklinde isimler koyarlar.

    işte bu güzel içecek günümüze bu şekilde gelmiştir ve severek tüketilmektedir.
  • şu güzel ramazan günlerinde iftardan sonra en çok azrulanan içecek.

    filtresi olur, türk kahvesi olur, hastasıyız ve ailecek beğenerek izliyoruz.
  • olmasaydı başaramazdık.
hesabın var mı? giriş yap